Bu Blogda Ara

25 Mar 2010

GÜNBEGÜN


HER YENİ GÜN YENİ BİR SAYFA AÇIYOR YAŞANTIMIZDA...
HER YENİ GÜN GEÇMİŞTEN PARANTEZLERİ ARALIYOR,NOKTALI VİRGÜLLERLE DEVAM EDİYOR.
HER YENİ GÜN YAŞAMI YENİDEN DÜZENE SOKUYOR,YENİ HAZIRLIKLAR GEREKTİRİYOR.
GÜNLER, YILLAR İLERLEDİKÇE YAŞ ALDIKÇA( YAŞLANDIKÇA DEĞİL) DENEYİMLERİMİZ DE ZENGİNLEŞİYOR,YAŞAM ANLAM KAZANIYOR...

22 Mar 2010

YENİ BİR GÜN YENİ DUYGULAR...

HER YENİ GÜN YENİ UMUTLAR YENİ DÜŞÜNCELER YENİ TASARIMLARI GETİRİYOR BERABERİNDE...
BAHAR YENİDEN CANLANMA DEĞİL MİDİR ZATEN?
GÜN IŞIRKEN DÜNYA YENİDEN AYDINLANIYOR, DOĞA CANLANIYOR...
AĞAÇLAR GÖNENİRKEN İÇİMİZDE DEÇİÇEKLER AÇIYOR UMUT YEŞERİYOR...

14 Mar 2010

ANLAR MI ANILAR MI GERİYE KALAN...


Ünlü Şair Behçet Necatigil "Sevgilerde" adlı o güzel şiirinde duygularımıza ne güzel ayna tutar:


"Siz geniş zamanlar umuyordunuz

Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek

Yılların telaşlarda bu kadar çabuk

geçeceği aklınıza gelmezdi."


İnsanoğlu doğduğunda önünde uzun bir zaman şeridi uzanıyor: Ne zaman yürüyecek, nasıl konuşacak, hangi okullara gidecek, hangi işle uğraşacak, kiminle mutlu olacak, kimlerle dost kalabilecek, hangi sıkıntılarla boğuşacak, geride neler bırakacak, yaşamı nerede, ne zaman, nasıl sona erecek?

Yaşamla ölüm, sağlıkla hastalık, mutlulukla mutsuzluk, umutla umutsuzluk, kahkahayla gözyaşı, dostlukla düşmanlık öylesine ard arda, öylesine iç içe ki yaşam nasıl, nerede, neden kesintiye uğruyor, bilemiyor, anlayamıyoruz.

İnsan ömrü de tıpkı doğa gibi dört mevsimi barındırıyor içinde. Savunmasız ve korunmasız iseniz, mevsim değişikliklerinden kötü etkileniyorsunuz. İlkbaharın içimizi aydınlatan pırıltısı yerini yazın kavurucu sıcağına bırakıyor, kışın dondurucu soğuğu içimizi ürpertirken sonbahar rüzgârlarıyla savruluyoruz bazen.

Ama uyum sağlamaya hazırsak doğanın değişiminden, güzelliklerinden, cömertliğinden yararlanıyoruz. "Geçmiş bahar mimozaları", "kardelenler", "güz gülleri" hepsi yaşantımıza ayrı bir anlam, ayrı bir renk katıyor. Nergisler, mor menekşeler yaşam enerjimizi tazeliyor.

Doğayla mücadele ederken insan, bedenini, beynini, belleğini öyle güzel korumaya alıyor ki; sıkıntılar değil, yaşanan güzellikler anımsanıyor çoğu kez. "Hüzün" yaprakları çabuk dökülüyor "hazan" gibi... Umut yeniden yeşeriyor baharla birlikte.

Psikologlar bir acının ardından insanın kendini toparlayıp tekrar yaşama ayak uydurabilmesi için yaklaşık altı aylık bir süre tanıyorlar. Acıyı paylaşıp gözyaşlarını akıtmak iyi geliyor. Yara kabuk bağlıyor doğal olarak. Acılar, hastalıklar daha dirençli olmayı öğretiyor insana.

Yaşam sürüyorsa umut hiç tükenmiyor, gün ışığı gibi. Yaşanmış acıların izi, yaşanan mutluluklarla hafifliyor, iyileşiyor, panzehir gibi.

Kötü bir başlangıçtan sonra bir mutlu son, bir tutam güzellik yeniden pozitif enerji yüklüyor yaşantımıza. Tıpkı zorlu bir sınavın ardından onca heyecanı, kaygıyı, sıkıntılı saatleri unutup gelecek için planlar yapmaya başlamak gibi.

Eskilerin deyişiyle "hayat gailesi" hiç bitmiyor. Yaşamı yaşanabilir kılan da o mücadele olsa gerek. Güzel bir amaç, bir ideal bir uğraşıyla hayatın zorlukları daha çekilebilir oluyor. Deneyimler yaşamı nasıl da zenginleştiriyor, doyuruyor. Keşke ergen olmadan çocukluğun güzelliğini, yaşlanmadan gençliğin değerini, hastalanmadan sağlığın önemini bilebilseydik...

Ancak "başlangıçla" "son" birbirine öylesine yakın ki. Belleğimde yer etmiş bir öykü var:

Ünlü bir tıp profesörü, öğrencilerine yaşamsal süreçleri anlatabilmek için bir deneme yapar. Hastanede bir odanın kapısında durur ve der ki: "Şimdi gireceğimiz odada öyle bir hastayla karşılaşacaksınız ki, söylediklerinizi anlamayacak, konuşamayacak, en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyor, tuvalet alışkanlığı yok, yürüyemiyor." Öğrencilerden bazıları suratını buruşturur, sessizce söylenmeye başlar, kapıdan uzaklaşırlar. Hocalarıyla birlikte içeriye giren öğrenciler çok farklı bir tabloyla karşılaşırlar. Hayal ettikleri yaşlı bir insan yerine, 10 aylık bir bebek, salyası akarak, sesler çıkararak tüm sevimliliği, gülen gözleriyle onlara bakmaktadır. Profesör hayat dersini tamamlar: "Hiçbir zaman önyargılı olmayın. Hayatta her şeyle karşılaşabilirsiniz ama her koşulda, her durumda önemli olan İNSAN'dır. Yaşamın sonunda da, başında da, bebek de yaşlı da sizden ilgi, sevgi, dostluk bekler."

"İlk çocukluk" yıllarınızı düşlerken, "ikinci çocukluk" nedir, nasıl yaşanır bilir misiniz? İnsan neleri anımsayıp neleri unutabilir? Çocukluk coşkusu, heyecanı olmadan, güzel düşler kurulamadan, ak saçlarla, günleri, ayları, yılları değil sadece uzak an'ları hatırlayarak yeniden çocuk olunabilir bazen. Hele "Alzheimer hastası" bir yakınınız varsa anılar denizinde yüzmeyi öğrenmek zorundasınız. Ancak "yetişkin çocuk" olmak pek de kolay değildir ilk çocukluk gibi. Evcilik oyunundaki kadar kolay geçmez günler artık.

İtalyan yazar Cesare Pavese günlüğünde "Günleri değil an'ları hatırlarız" derken ne doğru bir saptama yapmış. Yaşadığımız an'ların değerini bilebiliyor muyuz? Geriye sadece onlar kalacak. Bazen zaman bir su gibi akıp gidiyor: Duru, berrak, çalkantısız. Bazen su bulanıyor, taşıyor, yön değiştiriyor. Ancak dere yatağı derin ve sağlamsa su yolunu, yönünü gene buluyor zaman içinde. Alışkanlıklarımız, becerilerimiz, değer yargılarımız, hobilerimiz, tutkularımız ya da sorunlarımız değil midir o suya yön veren...

Ruhsal dengemiz ne denli güçlü olursa beynimiz de o denli az yıpranıyor. Beden ne kadar küçülse, eskise de beyin hep ana kumanda merkezi. Ancak zamanla o da yıpranıyor, oksitleniyor, eski bir makine gibi. O yüzden sağlam kayıtlar gerek, güçlü bir bilgisayar gibi. Ancak insanın değerini unutmadan, "eski" ye vefasızlık etmeden.

Eski dolapları, çekmeceleri temizlerken atmaya kıyamadığımız eski günlükler, yıpranmış mektuplar, sararmış siyah beyaz fotoğraflar gibi dünden kalan anılar... Güzel an'ları nasıl da güzel sergiliyorlar, belleklerimizi tazeliyorlar güncelliklerini yitirseler de...

Dünden kalan "eski"ler bugünün bilgisayar çağında, görkemli dijital pazarlarda, giderek küçülen CD kayıtlarıyla, elektronik araçlarla gülerek yarışıyorlar adeta. Sahaflarda eski kitaplar, plaklar, bit pazarlarında eski mandolinler, gramofonlar, radyolar -bazen parazit yapsalar da- eski sevimliliklerini koruyorlar. Korunmaya alınmış eski, ferah taş evler, ustaca işlenmiş ahşap yapılar gibi, görkemli ulu çınarlar gibi, serin subaşları gibi yakınında, yöresinde mutlu olacağımız güzellikler de belleğimizde hep var olsun, hep yaşasınlar istiyoruz. Onlar dünü hatırlatıyor, bugüne ışık tutuyor.

Anılar denizinde yüzmeyi öğrenemezsek an'ların değerini bilebilir miyiz? Fırtınasız sakin, korunmalı limanlara, sağlam gemilere ömür boyu ihtiyacımız var İNSAN olarak... Bazen bir eş, bazen kardeş, bazen ana-baba, öğretmen ve bazen eski bir DOST gibi limanlar... Canımız istediğinde demir atıp rahatladığımız, "bir tatlı huzur" bulduğumuz limanlar.

Doktorların hep yinelediği gibi; "yaşam kalitemizin yükselmesi, kişisel becerilerimize, direnme gücümüze, savunma mekanizmalarımızın doğru kullanımına bağlı". Acılar, kayıplar, rahatsızlıklar ivmeyi düşürse bile yaşam devam ediyor, dünya durmuyor.

AN'ları güzel ANILAR'a dönüştürerek: Bugünü yarına ertelemeden, içimiz cız etmeden, ruhsal dengemiz bozulmadan AN'ların değerini bilebilmek...

Gene şairin dediği gibi; "Gizli bahçemizde açan çiçekleri" dermeye vaktimiz olsun.

"Yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği" aklımıza gelmeyebilir.

Ömür sürerken an'lar anı'larla hayat buluyor, "can yeleği" gibi.

Makbule Abalı