Bu Blogda Ara

27 May 2010

KAKTÜSLER ÇİÇEK AÇTI

KAKTÜSLER ÇİÇEK AÇTI

   Çok eskiden de düşünür; insanlarla bitkileri, hayvanları özdeşleştirip, onlarla ilgili öyküler kurardım kafamda... Doğada her canlının bir başka yönü, bir başka özelliği, güzelliği var. Her biri bir başka dünya adeta, tıpkı "insanlar" gibi: Nasıl bakar, nasıl yaklaşırsanız, ona göre tepki alıyor, yarar ya da zarar görüyorsunuz...

   Bitkiler, hayvanlar da aynı insanlar gibi: Bir "can" sonuçta, durağan değil hareketli, yaşıyor, bir şekilde "nefes" alıyor, etkiye karşılık "tepki" veriyor... İnsan gibi "dilleri", "düşünceleri" yok belki ama; "dilinden anlarsanız" can katıyor, anlamazsanız can yakıyor...

   Baharla birlikte kaktüsler çiçek açtı: Mevsimler ardı ardına geçerken; yaz bitiminde bir sonbahar yaşadık önce, ardından uzun bir kış geçti, baharın son günlerini yaşarken kaktüsler çiçek açtı, yaz'ı beklemediler, bir bahar daha yaşayıp kendilerini kanıtlamak istediler...

   Baharla birlikte can buldu kaktüsler: Görünürde gene dikenleri olsa da, güzelliklerini paylaştılar; Belki uzun süreli değil, birkaç günlüğüne de olsa sergilediler, paylaştılar... Değmez mi...? 

   Güzel bir özellikleri vardır kaktüslerin: Göründükleri gibidirler, tehlikeyi görür, bilirsiniz; sinsi ya da içten pazarlıklı değildirler, önlem alabilirsiniz. Dikeni batar, acıtır, kanatır belki, ama sonra "iz" bırakmaz; "dil yarası" gibi değildir yarası... 

   Seviniyorum; kaktüsler çiçek açtı... öfkeli, sinirli, can yakan, yürek inciten insanlar gibiydiler kış boyu. "Yanıma yaklaşma" dediler adeta,eliniz kazara bir dokunsa canınız acırdı, dikenleri çıkarıncaya kadar akla karayı seçer, yorulurdunuz.

    Kış boyu çok keskindi dikenleri; "Bana dokunma, sınırları aşma" deyip, hiç yumuşamadılar... Ama aldırmadım, ara sıra su verdim onlara, canımı acıtsa da gocunmadım; daha çok can yakan öyle çok şey var ki yaşamda...

    Kaktüsler çiçek açtı: Güneşi, suyu, sevgiyi, özenli bakımı görünce hele bir de baharı yaşayınca, onlar da daha fazla dayanamadılar; dokunulmazlıkları sürdü gene ama, güzelliklerini paylaştılar, gözümüzü, gönlümüzü doyurup evimize "yaşam enerjisi" taşıdılar...

   Tanımak gerek canlıları: Bitkileri, hayvanları, insanları; önyargılarımızdan uzaklaşıp, tanıdıkça, benimsedikçe-bazen canımız yansa bile-ne güzellikler barındırdıklarını görebiliyoruz... Tıpkı "tanımadan" itici gelen insanlar gibi.

    Her şey önce tanımakla başlıyor; zaman, sabır ve emek istiyor, tıpkı kaktüsler gibi... Bekleyince görüyor ve yaşıyorsunuz: Mevsimi gelince, ortamını bulunca kaktüsler de çiçek açıyor; Tıpkı insanlar gibi...

  
  

23 May 2010

HİÇ YAŞAMAYANLAR... YAŞATAMADIKLARIMIZ...

   Düşünürüm bazen: Bazı değerlendirmelerde; ülke olarak olmamız gereken yerde değilizdir, ama bazı sıralamalarda da, olumsuz değerlerde en tepede yer alırız. Zonguldak'ta "maden dramıyla" bir kez daha sarsıldık ve öğrendik ki; "madenci ölümlerinde" Avrupa'da birinci, dünyada üçüncü sıradaymışız...

  Unutkan bir toplumuz: Geçmişte yaşadıklarımızı çok çabuk unutuyoruz, belki de öyle rahatlıyoruz. Asıl gündeme taşımamız gereken konuları, hep "gündem dışı" sayıyor ya da "farklı" yorumluyoruz. "Gerçek haber" değeri taşıyan bazı haberler; yeniden, yeniden hatırlatılsa "önemseyip de önlem alma" ihtiyacını duyar mıyız acaba...?


  Gazetelerde bir "haber" vardı geçenlerde: "Beş yaş altı bebek ölümünde" Türkiye-29.698 ölümle- birinci sıradaymış, oysa biz; "genç nüfusumuz var" diye nasıl da öğünürdük... Türkiye bu "rekoru" öyle "kolay" yakalamış ki, hemen altındaki Rusya, 16.689 bebek ölümüyle ancak "ikinci sıraya" düşmüş(!)... "Kalan sağlar bizimdir" felsefesinden bir türlü kurtulamadık. 

  Mezarlıklarda dikkatinizi çeker mi: Ne kadar çok "küçücük mezar" vardır; görkemli mezarlar değildir bunlar, bazen ne taşları, ne adları vardır, ya da sadece iki taş konmuştur, onlar da bir süre sonra yer değiştirir, bir başka mezara konur...

   Doğmuş... ölmüş bebeklerdir onlar: Ya birkaç saat, ya birkaç gün, birkaç ay yaşayıp, bir yaşına, beş yaşına gelemeden ölmüş bebekler... Sonra da sadece istatistiklerde, tıbbi raporlarda-nüfus kayıtlarında bile değil- yer vermişizdir onlara...

  Yaşamak mı, ölmek miydi "kaderleri"; görecekleri başka şeyler var mıydı, görebilecekler miydi, yoksa Şair'in dediği gibi "Göze görünmez ölüler" mi diyecektik, kim seslenecekti onlara; "Güzel günler göreceğiz çocuklar..."

  Bir başka ünlü şairimiz: "Tanı bunları,tanı da büyü..." diyordu;
Ya duymadık, ya aldırmadık, ya da duymazdan geldik. Çocukların değil tanımalarına, büyümelerine bile izin vermedik; doğdular... öldüler...

  Okuma yazma öğrenmeye zamanları yetmedi; oyun oynamaya, hatta koşmaya, yürümeye, belki emeklemeye bile zamanları olmadı. Beş yaşına bile gelemeden göçüp gitti 29.698 bebek... 

  İyimser olmak iyidir, ancak gerçekleri görmek gerek; sonradan daha kötü tablolar görmemek, daha da "karamsar" olmamak için, daha çok yanmamak, üzülmemek için, "önlem almak" gerek...

  Başta bebeler, daha nice canlar göçüp gittiler, kuşlar gibi... Kuşlar gibi bile değil; uçamadan, kanat çırpamadan, kanadı bile kırılmadan, göçüp gittiler.

21 May 2010

KUŞAKTAN KUŞAĞA DEĞİŞİM


   KUŞAKTAN KUŞAĞA "DEĞİŞİM"

Çok eskiden, bir zamanlar...
Gün boyu beklerdiniz;
Okul yolunda, köşe başında
Yağmurlu günlerde sırılsıklam,
Duraklarda, saçak altında
Beklerdiniz, beklerdiniz...
Saçlarınız taralı,
Ayakkabılarınız yeni boyalı
Gider gelirdiniz... gider gelirdiniz...

Bir güzel gülüş,
Bir anlamlı bakış uğruna
O soğuklarda az mı titrediniz.
Gençtiniz, tutkundunuz, vurgundunuz...
Okulların çıkış saatlerini
Nasıl da bilirdiniz;
Çalan zillere hep aşinaydınız...
Okul dönüşü yorgun,
Toplanırdınız sokak aralarında...

Bazen bir köşe başında,
Konuşurdunuz... konuşurdunuz...
Kızlardan, filmlerden, şarkılardan,
Sonra gene kızlardan
Biter miydi konunuz... ?
Bazen bir demli çay,
Bir küçük çay ocağında;
Bir yudum çay, biraz şarkı, biraz şiir,
Ve gene kızlar...


Beylik sözlere kulaklarınız tıkalı,
Umursamazdınız.
Gençtiniz, tutkundunuz, vurgundunuz: 
Güçlü, zinde, dinçtiniz, 
Dünyayı kurtarmaya hazırdınız... 

Geçti günler, mevsimler, yıllar; 
Yaşlandınız, yıprandınız, yoruldunuz, 
Unuttunuz....... 
Değişen siz mi, zaman mı, dünya mı...? 
Gülmeyin acı acı; 
Şaşırmayın, yakınmayın, üzülmeyin... 

Oğlunuz ya da kızınız mı... 
O, "eski siz'i" yaşıyor şimdi: 
Bir başka biçimde, 
Bir başka şekilde..... 

                    Makbule (Gültekin) Abalı

18 May 2010

DUYGULAR DİLE GELSE...

      MUTLULUK 

Mutluluk teraziniz var mıdır,
Kim, neye göre mutlu; 
Ya da ne kadar mutsuz... 
Kim bilebilir görünmez fırtınayı, 
Kim ne kadar hazırdır; 
Yağmura, doluya, kara. 
Sığınaklarınız ne kadar korunaklıdır, 
Kimler ıslanır, kimler kuru kalır...  

     YABANCILAŞMA 

Ben, Sen, O, kaldı geriye; 
Bencilleştik... 
Oysa bir de eskiden, 
Biz, Siz, Onlar vardı:
Unuttuk; 
Birbirimize iyice yabancı olduk... 

     TUZ BUZ OLMAK 

Tuz buz oldu kristaller, 
Fil züccaciye dükkanına girince... 
Buldular tüm yapıştırıcıları; 
Kırılmış, incinmişti, olmadı; 
Toparlanamadı parçacıklar bir daha... 

     YAŞAM 

 Saçlarımızda aklar, yüzümüzde kırışıklar,
 Varsın çoğalsın...
 Ama ne olur;
 Beynimiz, yüreğimiz yıpranmasın,
 Duygularımız körelmesin...

15 May 2010

Bir Başka Dünya... ÇOCUKLAR...

Dünyanın her yerinde bir başkadır çocuklar: Yürekten, dobra dobra,açık açık dile getirir düşüncelerini, çıkarsızdır ilişkileri. Anlıktır sevinci de, öfkesi de; Bir küser, bir barışır, kin tutmaz, şaşırtır sizi çoğu kez...

Sevdiği, benimsediği her kim ise; onun işini sürdürür oyunlarında, bazen öğretmendir bir okulda, bazen iğne yapan doktordur evcilik oyununda... 
Bazen kuş olur kanatlanır, uçurtmasıyla uçar düşler ülkesine. 


Sonra iner yeryüzüne; körebe, saklambaç, beş taş oynar, konuşur taşlarla bile... Silah verirsen eline silahla oynar; oysa barıştan yanadır tüm çocuklar... 


Çekinmezler  kimseden, konuşurlar; düşünce süzgecinden geçirmeden düşüncelerini, kimsenin onayını, alkışını beklemeden... Susarsa, konuşmaz kendisi istemeden... Herkes bilmez ama onurludur çocuklar.
  
"Aaa alkışlıyorlar" diye bağırdı bir çocuk; şaşırdı, yadırgadı; hep kavga, hep tartışma görmüştü çünkü... Çok uzak ülkelerden birinde, bir çocuk masalında; söyleyebilen de sadece bir çocuktu, gördüğü tüm gerçekleri... 


Oysa kötülük bilmez çocuklar; sadece gözleri, dilleri, kulakları, elleri vardır bizim gibi, ama bizden küçük. Bir de doğallıkları, maskesiz yüzleri , güzel düşleri vardır... Şair boşuna dememiş; "Çocuklar, beni de alın aranıza ne olur." 


Zordur çocukları tanımak, anlamak... Yaklaşımınıza, deyişinize bağlıdır her şey; kafası karışır birden, söyleyiverir bir çırpıda söylemek istediklerini, hiç düşünmeden kırılacağınızı; en yalın haliyle, doğallığıyla, kendi dili, kendi iç sesiyle... 

Çocukların sesine kulak vermek gerek... 



   
   

   
  
   

   
   
        
    
 

 


   
  
   
 
  

11 May 2010

YAŞAM FELSEFESİ...

       Benimsediğimiz, etkilendiğimiz "sözler", ya da "özdeyişler" vardır: Yaşam felsefemizi, değerlerimizi ortaya koyar; bir bakıma biz'i anlatır sessizce... Kendi "kimliğinizi" oluşturmaya başladığınız günlerden, (belki de yıllardan) itibaren "sevdiğiniz" kitaplar, yazılar, şiirler, filmler, yapıtlar...  

     Adeta "kendinizi" bulursunuz onlarda: Yeniden "yolculuk" yaparsınız iç dünyanıza... "Uzun yol molaları" gibidir bunlar; insan'a "yeniden" düşünme fırsatı verir, "beynimizi tazeler." Bilge'ler söylemişse hele bir söz'ü, aradan yıllar, yüzyıllar geçse de o "söz" anlamını , hatta "güncelliğini" yitirmiyor... 

      Geçmişte bende"iz bırakan" değerler'den; "bir demet paylaşmak" istedim bugün... 

       "Hepimizin birbirimize bir sır olduğu gerçeğine kendimizi alıştırmalıyız. 
 Bir  başkasını tanımak, o'nun hakkında her şeyi bilmek demek değildir,karşılıklı duygu ve sevgi beslemek ve birbirine inanmak demektir.  
 İnsanlar, başkalarının kişiliğine varmak çabasıyla kendilerini zorlamamalıdır." Nietzsche. 

     "Sadece aşırı bir fikre saplanmakla büyüklük olmaz, asıl büyüklük her düşüncenin karşıtına da dokunabilmektedir." Pascal. 

      "Hayır bir ilkedir, evet bir ülkedir." Talat Sait Halman. 

      "Hiçbir suçlu kendi yargıçlığından kurtulamaz." Juvenalis. 

      "Kişi kendini kurtaramazsa, o'nu başka kimse kurtaramaz." C.Pavase . 

      "Kendimiz ve dostlarımıza karşı dürüst; Düşmana karşı yiğit, yenilene karşı civanmert, her zaman da terbiyeli olalım... Başlıca dört erdemimiz işte bunlardır." Nietzsche. 


       


             

8 May 2010

ÖZEL BİR GÜN...

   "Özel günleri" bir yönüyle severim; Sevdiklerinizi anmaya vesile olur, paylaşım sağlar, anılarınızı tazeler. Ama "günler" öylesine çoğaldı, öylesine başkalaştı ki... Her şeyin "pazarlama" üzerine kurulduğu "tüketim toplumunda", özel günler de giderek bir "ticaret" malzemesi haline dönüştü.Vermekten çok "almaya" alışınca insanlar, sevginin de "ifade edilişi" bir başka oldu... 

   Bugün "Anneler Günü"... "Özel bir gün"; Ben annemi  2008 Yılı'nın bir Dini Bayram günü, yeni yıl'a çok az bir zaman kala "kaybettim". İki "özel gün", o yıl için anlamını yitirdi böylece... 

   Bugün, Anneler Günü'nde ; Dünyanın neresinde olursa olsun, yüreğinde insan sevgisi olan,tüm çocuklara "ana" gibi davranan, özverili, duyarlı kadınlar adına O'ndan söz etmek ve anısını paylaşmak istedim... 

   1940'lı yılların idealist, yurtsever, çalışkan öğretmenlerindendi : İyi bir öğreticiydi , çevresindeki herkese öğretti bildiklerini.  Kişiliğinden hiç ödün vermedi  "haklıdan yana" olup hep "doğruları" savundu. 

   Şiir okumayı, şiir dinlemeyi çok severdi: Tevfik Fikret, Faruk Nafiz, Rıza Tevfik Bölükbaşı bize de sevdirdiği şairlerdi. Sevdiği çok şiir vardı ancak,   "Uçun Kuşlar" bir başkaydı O'nun için... Ölümünden iki yıl öncesine kadar İstiklal Marşı'nın bütününü; duyarak, anlamlandırarak, vurgulayarak ezberden okurdu. 

   Ankara İsmet Paşa Kız Enstitüsü'nden sonra aldığı, Kız Meslek Öğretmen Okulu İhtisas Diploması; O'na, "Biçki- Dikiş Öğretmenliği" konusunda epey bilgi ve beceri kazandırmıştı. O yılların "yoksul" Türkiyesi'nde, öğrencilerine çuvaldan "giysiler" diktirerek; tutumluluğu, yaratıcılığı, görev anlayışını aşılamaya çalıştı. 

   "İyi bir anne" olduğu kadar, "iyi bir eş" idi aynı zamanda: Biz çocukları, onların birbirlerine olan sevgilerini kıskanırdık kimi zaman. İkisi de iyi birer   "örnekti", şanslıydık. Bizler;  doğruluğu, dürüstlüğü, insan sevgisini, paylaşmayı, kimseyi "öteki" saymamayı onlar'dan öğrendik. (Ne kadar öğrenebildikse...) 

   Onlar'ı farklı zamanlarda kaybettik: Babam, bir trafik kazası sonucu önce tekerlekli sandalyede yaşamını sürdürdü, on yıl yatağa bağımlı kaldı... 
Ölümüne kadar annem O'na özenle baktı, sonra O da  "çağın hastalığı" Alzheimer'e yenik düştü... 

   Yazıya  "fotoğraf" seçerken onlar'ın "beraberliğini" bozmak istemedim. Zaten her  Anneler Günü'nde "Babaları" da anmak gerektiğine inananlardanım. Hep hak'tan, haklı'dan yana olan "hukukçu babam" da böyle isterdi... 

   Her yıl "yılın annesi" seçildiğinde düşünürüm: Bu "seçim" haksızlık gibi gelir bana; kimbilir nerelerde, hangi koşullarda, bizim bilmediğimiz, nice "anne" vardır "ödül" almayı hak eden...  


   Asıl onlar'ı kutlayabilseydik keşke bugün: Öpülesi ellerini öpüp "bir demet kır çiçeği" sunabilseydik. Ve sonra deseydik,  tüm çocuklar adına: 
 
   SADECE BUGÜNÜNÜZ DEĞİL, HER GÜNÜNÜZ İYİ GEÇSİN. "İYİ Kİ VARSINIZ..." 

   
 
  
  


  

                                 

7 May 2010

Bir Dünya Masalı... Alzheimer

   

   Bir anneanne, bir anne, bir de çocuk.
   Değişim kuralına uydu üç kuşak; 
   Yıllar değişirken onlar da değişti... 
   Yüzler, eller, gözler değişti, 
   Çağ değişti, insanlar değişti, 
   Hastalıkların adı bile değişti...


   Bir gün ansızın bir "konuk" geldi eve, 
   Kapıyı bile çalmadan, sessizce... 
   Evdekiler hep konukseverdi, 
   Ama bu yabancı da bir başkaydı.   
   Davetsiz "konuk" yerini kendi seçti, 
   Anneannenin beyninde bir köşeye yerleşti...
   Korkuttu, incitti, üzdü evdekileri, 
   Adını öğretti, belletti, yineledi; 
   Demans,  Bunama, ya da Alzheimer. 
   
   Yeni "konuk" altüst etti düzeni; 
   Çanta, para, anahtarlar hep kayıp, 
   Anneannenin kafası karmakarışık... 
   Anneanne şaşkın, anneanne çaresiz; 
   Kimdir, kiminledir, nerededir...? 
   Unuttu; günü, ayı, yılı 
   Unuttu; nerede, nasıl, kiminle olduğunu 
   Unuttu; ne yediğini, nasıl, kiminle yediğini 
   Unuttu, unutmak istemediklerini bile... 

   Roller değişti durmadan, 
   Kimlikler karıştı birbirine; 
   Kızı "annesi", ya da "ablası", damadı "babası" 
   Oysa sahne aynı, oyuncular aynı, 
   Değişen yalnızca insandı... 
   Anneanne huy değiştirdi onca yıl sonra; 
   Sinirli, öfkeli, uykusuz, 
   Kırılgan, alıngan, huzursuz... 
   
   Bir güzel düş oldu çocukluk, 
   Film hep geriye sarılıyor artık;
   Yakın geçmiş silindi bitti, 
   Uzak geçmişe köprüler döşendi.
   Dünya kocaman, dünya soğuk, 
   Gün bitti, güneş batıyor artık... 
    


   Anneanne başını dayadı sevdiklerine; 
   Elini tuttular sımsıkı, okşadılar usulca, 
   Dünya küçüldü birden, dünya ısındı... 
   Acıyı paylaştılar üç kuşak; 
   El ele, yürek yüreğe, omuz omuza 
   Direndiler hastalığa sevgiyle
   Tutundular yaşama umutla... 
   Yorgun belleklerden silindi pek çok şey ama; 
   "Unutulmaması gerekenleri" unutmadılar...
   ........................


     Ülkemizde ve tüm dünyada Alzheimer hastası olup,
   "ikinci Çocukluğunu yaşayanlara" saygıyla... 

   
   Makbule ABALI 
  

    
   

Doğa Kanunu

   Doğa Kanunu...
     
   Taştı; Duygusuz, anlamsız  
   Kaldı  yıllarca yerinde...
   Fırlatıverdiler bir gün denize doğru 
   Düştü, yer değiştirdi..

   Bitkiydi; Işığa, suya tutkun  
   Uzadı, büyüdü, çiçek açtı...
   Baharı özledi hep mevsimlerin ardından 
   Susuz kaldı bir gün, kurudu... 
   
   Çoban köpeği idi
   Sürüyü korudu onca yıl...
   Hata yaptı bir gün, 
   Kurtlara yem oldu... 


   İnsandı; Düşünen, konuşan, gülen, ağlayan
   Doğdu, adım attı dünyaya...
   Girdi sahneye; bazen maskeli-bazen maskesiz  
   Türlü rollere büründü yıllarca...
   Uydu yaşama; büyüdü, gelişti ve öldü.
   Mezar taşında sadece iki sözcük kaldı;
   Doğdu... Öldü... 
   
   
   Makbule (Gültekin) ABALI 1974
  


   
  

  

6 May 2010

DÜŞÜNCE YUMAĞI-6-

  Bu günlerde  Tarih ve Sosyoloji kitapları, "başucu kitabımız" olmalı, tekrar  
 tekrar okunmalı, yeniden hatırlamalı geçmişteki hataları, pişmanlıkları, yanılgıları ... Toplumsal belleğimiz öylesine zayıf ki ...   
 

  Acaba yöneticilerimizin elinde, yakın geçmişimiz'i gösteren bir "büyüteç" ya da"dev ayna" olmadığı için mi yanlışlara düşüyorlar... ?

  İradesini kullanamayan insanlar, sonuçta "başkalarının" elinde birer kukla haline dönüşebilirler. "Bağlı olmak" değil, "bağlanmaktır" kaderleri...

  Çeşitli elektronik araçların bir kumandası var: Kumanda elinizdeyse yönetim sizde, oysa "insan" ; düşünen, konuşan canlı bir organizma , kumandası, "beyin"... Beyin ölürse bitkisel yaşam'a giriyor insanoğlu... "Robot insan" bile sayılmıyor.

  Eleştiri gerçekten zor iş : Neyi alkışlayıp, neyi kınayacağımızı bilmezsek ; bu tutum karşımızdakine "yarar" yerine "zarar" verebilir...

  Selam vermeyi; Eğilme, bükülme ya da diz çökme haline getirirsek, belimiz bir daha doğrulamayabilir...

    

5 May 2010

GENÇLERİN SON ORTALAMASI...

   Geçenlerde "2010 Yükseköğretime Geçiş Sınavı"-YGS-sonuçları açıklandı.
Başarı sıralamasında  Yalova, "İL BİRİNCİSİ". Yalova önceleri de birçok kez "birinci" olmuşken, depremden sonra inişe geçmişti. Eğitimci bir yakınımız 
vasıtasıyla, "başarıyı tekrar yakalamak" için nasıl "seferber" olduklarını iyi biliyorum.

  Çabalayarak, emek harcayarak, "depremlerin" ardından "yeniden" ayağa kalkmanın, dirilmenin "mümkün" olabileceğini kanıtladılar bize. "BAŞARI", kolay yakalanmıyor: Özveri istiyor, emek istiyor, çaba, azim, direnç istiyor. Her şeyden önce, "ekip" çalışmasını, gençlerin "yüreklendirilmesini gerekli kılıyor...

  Umudun hiç tükenmemesi gerektiğini bize kanıtladıkları için; Yalova'nın bu başarısında katkısı olan tüm "eğitimcileri" yürekten kutlarız. İyi ki varsınız.


  "En büyük kentimiz İstanbul, başarı sıralamasında çok "küçüldü". "Başarılı" olduklarını iddia eden onca Eğitim Kurumu varken neden böyle olduğu, gelecek yıla kadar "açıklanır" elbet...

  "Soruların Türkiye ortalaması" yürekler acısı: 40 soruda Türkçe 21,5 (Okumayı unutup sadece seyreden bir toplum olmamıza rağmen yüksek...
40 soruda Sosyal ortalaması: 12,4 (Zamanla yakınlaşacağımıza bir işaret.)  40 soruda Temel Matematik:11,4 (Hızla zenginleşeceğiz derken, "hesap" yapmayı da unutturmamışız gençlere...) Ancak Fen içler acısı...
 40 soruda Fen ortalaması:4,6(Yıllardır Eğitim Alanında gençleri izleyen biri olarak Türkiye'de fen ortalamasının hiç "5" olmadığını biliyorum.)

  Fen neden hala bu kadar düşük...? Çocuklarımızı, gençlerimizi "YAŞAM" laboratuvarına hiç sokmadığımızdan mı acaba...? Oysa "biz",geçmişten aldığımız "emaneti"-dünyayı, doğayı- onlara "miras" bırakacaktık...

 "Emanetlere" sahip çıkamadık: Yıllar öncesinde "uygulamalı eğitim" yapan Köy Enstitüleri döneminde dikilen ağaçları bile kuruttuk... Onca yıldan sonra "Eğitim" neden bir gelişme kaydedemedi, neden çok yol alamadık...?

  Herhalde "Uzman Eğitimciler", neden-sonuç ilişkisiyle bir gün bir "çözüm" bulacaklardır elbet... Yoksa Yalovadakiler'e mi sorsak...
              
    
 

4 May 2010

DÜŞÜNCE YUMAĞI-5-

  Hiç farkında değilim:  Yeni oluşturduğum blog'da, eski bir eğitimci olarak "Eğitim" üstüne yazılar yazarken arada bir de "DÜŞÜNCE YUMAĞI" başlığı altında topladığım; Umut, sevinç, kaygı ya da endişe içeren yazıların beşincisini yazıyorum bugün...

 Bu, "toplum olarak" ne kadar "düşünce karmaşası" yaşadığımızın bir göstergesi mi acaba ? Sarmaya çalışırken, çabalarken, "yumak" hiç çözülmüyor, "düşünceler" yeniden birbirine karışıyor...    
 Blog'da yazmaya yeni başlamıştım oysa: Beyinsel egzersizlerdi amacım, yazmak tutkumu sürdürmek, ve bu yolla teknolojiye ayak uydurmaya çalışmaktı çabam... 

 Yaşam devam ettiği sürece "Eğitim" işinde "emekli" olunmuyor. 
"Eskiseniz" de, "Eğitimci" sorumluluğunuz elvermiyor. 
Bizim kuşak, düşüncelerin uygun dille, uygun biçimde söylenirse "etkili" olacağına inandı. (Önümüzde acı örnekler vardı...)


 Sözler etkisini yitirdi artık; Anlaşılmıyor, duyulmuyor... Keşke düşünceler "karmaşık yumaklar" haline dönüşmeden aktarabilsek, anlatabilsek: Belki 
beyinlerimiz de rahatlardı.


 Bazı ülkelerde insanların -sesini yükseltmeden, kimseyi yumruklamadan-  düşüncelerini rahatlıkla dile getirebildiği "kürsüler" olduğu için mi acaba , insanlar gerginlik yaşamıyor, "söz" hakkına saygı gösteriyor... 
 
 Eskiden beri "adaleti temsil eden", "terazili kadın" simgesini bu günlerde    gören var mı ? Terazinin kefeleri mi düştü, ibresi mi bozuldu bilemiyoruz.


Ülkemizde; suç, suçlu, suçsuz, ceza kavramlarında "karmaşa" yaşandıkça, "suçlular" da, "suskunlar" da çoğalıyor...

 "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" etkinliklerini çoğaltsak mı acaba ? Çocuklar kürsüye çıkınca, "umudumuz" artıyor, içimiz aydınlanıyor, beyinlerimiz  dinleniyor...     
   

3 May 2010

DÜŞÜNCE YUMAĞI-4-

  Huylarımız mı değişiyor...?
Eskiden, "Merhum'u nasıl bilirdiniz" sorusuna bile her durumda-nasıl olursa olsun- "İyi bilirdik" diyen bir toplum, nasıl oluyor da, "ölmüş" liderlerimizin arkasından "yanlış benzetmelerle" siyaset yapıyor...
Biz neyse, ama "tarih" affetmez.
                    ********
 Ne acı; Bazı hastalıklarda beden, beynimizin komutlarını yerine getiremiyor,bazen de beyin bedene, dil'e hükmedemiyor...
                     ********
Doğada her şey yarar- zarar üstüne; Zakkum zehirlidir ama, araştırmacıların elinde, laboratuvarlarda "hastalıklara çare" bir ilaç haline dönüşebiliyor. Isırgan ısırır ama, yolunu- yöntemini bilirseniz, "paha biçilmez" değerinden yararlanırsınız... 
Uygun yaklaşımlarla ya da farklı uyaranlarla "insan" da aynı değil midir ?
                   ********
Sınav sonuçları açıklandı. Bazı eğitimciler, yükseköğretime geçişte bazen   
"bir matematik sorusu dahi yapmadan, mühendislik fakültelerine girenler olabildiğini" söylediler: En küçük depremlerde dahi çatlayan,yıkılan binalar
"deprem olmadan da yıkılacak demektir. Ya da bazı makinaların neden hemen bozulduğu, yıllar öncekiler kadar dahi sağlam olmadığı daha net anlaşılabilecek...
  Eğitimciler "acilen" çözümler üretmeli...
                  ******** 




     

2 May 2010

ADSIZ KAHRAMANLAR...

 Ülkemizde adını sanını bilmediğimiz, belki uzak, belki yakın bir yerlerde güzel işler yapan öyle "güzel" insanlar var ki... "Adsız Kahramanlar" onlar...Haber olmaya hiç ihtiyaçları yok. Sessiz ve derinden, doğru bildikleri yolda ilerliyor, sadece görevlerini yapıyorlar.

 Bazen bir öğretmen, bazen bir maden işçisi, bazen bir kurum çalışanı, bir anne, bir sanatçı,bir hemşire, bir asker, ya da doktor olarak karşımıza çıkıyorlar. Gazetelerde ancak ara sayfalarda- o da çok nadir- küçük puntolu haberlerde görebilirsiniz onları...

 Bilmem siz rastladınız mı, geçenlerde onca kötü haber arasında "bir haber" bahar güneşi gibi içimi ısıttı, ruhumu dinlendirdi: Bir doktor öyküsü... "Öldü" diye rapor verilen beş yaşında bir çocuğu, bir sağlık ocağında görevli pratisyen  doktor yeniden hayata döndürmüş.

 Basit bir olay gibi algılamıyorum ben bu olayı ;  Can'ın değerini bilmek,görevini ciddiye almak, işini iyi yapmak, çaba harcamak, "beni ilgilendirmez" dememek... Onca sahte kahraman varken, böyle insanlar "adsız kahraman" değil midir ...?

 Türkiye asıl onlar'la gurur duyuyor, gazeteciler asıl onlar'ı haber yapmalı. Hem de öyle üçüncü sayfadan değil, belki birinci sayfadan, hatta belki manşetten... O zaman belki iyi örneklere bakarak biraz "değişiriz." 


 Ünlü şair Nazım Hikmet'in "Yaşamak Şakaya Gelmez" adlı şiiri, bana hep adsız kahramanlar'ı hatırlatır.  İyi ki varsınız "Adsız Kahramanlar"...
  Sizlere teşekkür borçluyuz...
 Ya siz, onlar'dan kaçını biliyorsunuz...?


  
 

1 May 2010

EMEĞE SAYGI...

Tam "iyileşti" derken dün gene bilgisayarımla ilgili sorunlar yaşadım; eksik  eklentiler nedeniyle blogda yazıların düzeni bozuldu. Ve sonra "alın terinin" mucizesini bir kez daha gördük:Bir eski ustanın "sihirli" elleriyle, biçimsel düzenlemeleriyle yeni bir ruh kazandı bloğum...

Hep vermeye alışınca, istemek ne kadar zor gelse de eski kuşaklara; "imdat" dediğinizde yardımınıza koşacak birilerinin varlığını bilmek güzel...Çıkarsız dostluklar her zaman var.

Enver usta (ben o'na ustalığından ötürü "usta" diyorum.) telefonla yaptığımız çağrıdan bir saat sonra "acil kurtarma ekibi" olarak evimizdeydi.Geçmişi andık. Bir zamanlar o'nun da içinde olduğu "güçlü" ekiple birlikte çalışmak ne güzeldi.

Algılar açık olunca "kavrama yoluyla çözüm" de çabuk gerçekleşiyor: Diplomanın ötesinde, kendini geliştirmiş,yetiştirmiş,bilgilerini tazelemiş bir kişinin ustalığına tanık olduk dün...  

Eşim kendine de pay çıkararak "Arslanköylü zekası" dese de,(bu fikre katılmakla birlikte) inanıyorum ki;zekanın yanında azim ve sabırla her sorun çözüm buluyor. 

Enver, nitelikli ara eleman ihtiyacının,çabanın emeğin ne kadar önemli olduğunu dün bir kez daha kanıtladı bize...Her konuda yardımımıza koşan bir başka  "büyük usta",Cafer Yedigöz sayesinde "Yedigöz" zekasını eskiden beri bilirdik, yeniden tanık olduk...


Her konuda üretime katkıda bulunanlara,kafa gücüyle bilek gücünü birleştirip enerji yayanlara,iz bırakanlara gönülden selam olsun...

Günleriniz "BAYRAM" gibi olsun...
                            

YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ

     Yaşamak şakaya gelmez.
       Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
       Bir sincap gibi mesala
       Yani yaşamanın dışında ve ötesinde
       Hiçbir şey beklemeden.
       Yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
       Yaşamayı ciddiye alacaksın
       Yani, o derece öylesine ki,
       Mesela kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda
       Yahut kocaman gözlüklerin
       Beyaz gömleğinle bir laboratuarda
       İnsanlar için ölebileceksin
       Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için
       Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken
       Hem de en güzel en gerçek şeyin 
       Yaşamak olduğunu bildiğin halde 
       Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı 
       Yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin. NAZIM HİKMET