Bu Blogda Ara

29 Oca 2011

YALNIZLIK...





Soğuklar başladığında, özellikle huzur evlerindeki yaşlılarla, yetiştirme yurtlarındaki çocuklar düşündürür beni. Belki kapalı mekanda, sıcak yerdedirler ama, kış aylarının kasvetli havası, yalnızlıkla birleşince daha dayanılmaz olur onlar için. İki mekanda da dış dünyadan bir soyutlanma vardır adeta. Bir başka dünyada yaşarlar sanki. Dört duvar arasında, monoton bir yaşam düzeninde küçük farklılıklar, yeni renkler, yeni güzellikler yaratılamazsa, çocuklar ve yaşlılar için hayat ne kadar sıkıcı ve anlamsız hale dönüşebilir.

Çocuklar ve yaşlılar, her insanın doğasında olan ilgi ve sevgiye çok daha fazla ihtiyaç duyarlar. Özellikle doğal ev ortamının dışında bu durum nasıl da belirgin hale gelir. Hazırlanmış bir programla, her gün aynı şekilde başlayıp, aynı şekilde devam ediyorsa, her yeni yüz, her yeni ses bir umuttur insana. Gülen yüzüyle gelen her konuk bir müjdedir, bir sevinçtir, bir coşkudur o tekdüze yaşamın içinde... 

Pek çok kişi yalnızca özel günlerde gider bu tür kurumlara, gidişler haber olur çoğu kez.  Oysa her günün ayrı bir anlamı vardır o yalnızlıkta, o bekleyişte... 
Bu kurumlarda odaların "ev ortamı gibi" olması nasıl da istenir. Birkaç parça özel eşyasının yanında olması nasıl da mutlu eder o yaşlı insanı; alışık olduğu bir radyo, eski bir albüm, küçük bir tablo, eski mektuplar...
  Alışkanlıklar zamanla oluşur. Çocuklar henüz biriktirmeye alışmamıştır; belki eski bir oyuncak, aileden kalan soluk bir fotoğraf ve anılar belleklerde...

Bu kurumlarda çalışan personelin işini benimsemiş olması, insanı sevmesi, anlayışlı ve vicdanlı olması ne kadar önemli. Duyarsız bir kişinin öfkeli ve haşin davranışı  ne yaralar açabilir yorgun yüreklerde. 
Ağır kış koşulları insanları huzursuz edebilir, ancak bazıları bu konuda daha duyarlıdır. Daha çok korunma ve bakım altında olmaları, insanca duygulardan uzaklaşmamaları gerekir. Herkes için önemli ama, özellikle çocuklar ve yaşlılar için umut hiç tükenmemeli...

  

20 Oca 2011

CANSIZ BEBEKLER...

Hiç tanımadığımız, bilmediğimiz, görmediğimiz insanların dramı bir bomba gibi altüst eder bazen duygularımızı... Gerçek dünyanın acımasızlığı, onların yaşadıklarında şekil bulur yeniden. Birden çevremizde olan biten her şey anlamını yitirir, boş gelir tüm konuşulanlar... İnsan onurunun, insan yaşamının söz konusu olduğu pek çok durumda ne kadar az yol aldığımızı düşünürüz. Onlar adına, insanlık adına utanır, suçlanırız. 
Oysa o zamana kadar onların dünyasından haberdar değilizdir. Birden gazetelerin üçüncü sayfasında, ya da televizyonların küçük haberlerinde karşımıza çıkarlar. Haber ömürleri sadece bir günlüktür Ama çarpıcı biçimde derin izler bırakırlar yaşantımızda... 

Kimimizin haberi bile olmaz pek çok evde yaşanan gerçek dramlardan. Günlük yaşamın curcunası içinde koşturmaca devam eder. Yaşam hızla akarken, hiç duyamayacağımız başka acılar yaşanır farklı evlerde; bilmeyiz,  dramlar trajediye dönüşür... 
Bir bebek ölümüyle ilgiliydi haber: Yoksulluğun alt sınırında yaşayan bir aile... Anne, baba ve üç çocuk... Baba engelli,iş bulamamış, çalışmıyor, zaman zaman komşuların yardımıyla geçiniyorlar. Ekrandaki görüntülerinden aile bireylerinin yetersiz beslendikleri öylesine net anlaşılıyor ki... 

Haberlere "yetersiz beslenme sonucu bebek ölümü" olarak geçiyorlar. Ekranlarda annenin dolu dolu gözleri var... "Sütüm yetmedi, sadece çay ve ekmekle besleniyordum" diyor.... Ertesi gün yardımseverlerden yardım yağıyor. Ama artık bebek yaşamıyor... Adını bile bilmediğimiz bebek ölmese, birkaç aylık yaşam öyküsünden haberdar bile olmayacaktık... 
Bu haberlerin ardından hayat devam ediyor... Televizyonlarda gıda maddelerinin en parlak ambalajlarla, en çekici biçimde, en etkili müzikle, reklamları yapılıyor. "Muhteşem" hayatlar tartışılıyor, spor ve sanat, çok farklı görüşlerle gündemden hiç düşmüyor...
Bebekler ölüyor... kendilerini hiç görmeden, seslerini duymadan, tabutlarını izliyoruz ekranlardan...

17 Oca 2011

BAKIŞ AÇISI

Hayata farklı noktalardan bakabilmek, farklı açılardan değişik görüşler yakalayabilmek... Hayatı sorgulayabilmek, yorumlayabilmek; insanların iç dünyasına bir yolculuk yapabilmek, olayların nedenlerine inebilmek... Kolay değil elbette, ama keşke yapabilsek... Bir başka açıdan da değerlendirebilsek kişisel beğenilerimize ters düşeni. Farklı bakış açılarıyla farklı güzellikler de yakalanamaz mı? 

Yaşam boyu farklı değerlendirebileceğimiz ne çok olay, ne çok insan çıkabilir karşımıza: Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin, zevkli-zevksiz, kolay-zor, değerli-değersiz, anlamlı-anlamsız diye adlandırdığımız nice şey... Bizi biz yapan değerler zamanla oluşuyor; yaşadığımız coğrafya, kültür, ailevi etkenler, sosyal çevre, kişiliğimiz... hepsi dünyaya bakışımızı etkiliyor. 

Henüz çocuklar çok küçükken söylediklerini hepimiz kolayca kabulleniyoruz. Eve gelen konuğu sevmediyse, yüzüne karşı söyleyebiliyor bütün içtenliğiyle. Anne-baba ne kadar utansa da durum değişmiyor. Ama giderek sosyalleşiyor, daha kontrollü, daha sakin, daha ılımlı konuşmayı öğreniyor. Birey olarak dünyaya bakışı da değişiyor.

Hayat devam ederken bazı şeyleri benimsiyor, bazılarını reddediyoruz. "Alışkanlıklarımız" bakış açımızın oluşmasında önemli bir etken. Çocukluktan itibaren yaşam tarzımız, kazanımlarımız, kayıplarımız, hayata bakışımızı olumlu-olumsuz etkiliyor, bizi rahatlatıyor, ya da rahatsız ediyor. Belki o yüzden eski tatları daha çok arıyor, eski dostları daha çok özlüyoruz.

Koruma-korunma duygusu insanın doğasında var,özellikle sevdiklerini korumak istiyor insan. Elbette bu, sevmediklerine zarar vermek olarak anlaşılmıyorsa da, beğenilmeyen de zarar görebiliyor bazen. Okulunu, öğretmenini sevmeyen öğrenci sıraya zarar veriyor, toplu taşıma araçlarında oturma yerleri tahribata uğruyor. Farklı kişiliklerde öfkenin dışa vurumu da farklı oluyor.

Toplum giderek değişime uğruyor. Bakış açımıza göre olayları "ya hep ya hiç" mantığıyla değerlendiriyor, beğendiğimizi anlatacak söz bulamazken, beğenmediğimizi yerin dibine batırıyoruz. Tıpkı tahammülsüz çocuklar gibi "sabırsız" davranarak aniden dile getiriyoruz düşüncemizi; kırıyor, kırılıyoruz. Günlerce tartışmaktan yorgun düşüyor, birbirimizi incitiyoruz. Böylece bakış alanımız giderek daralıyor...

Bu arada unutuyoruz; içe bastırılan, aktarılamayan, anlatılamayan her düşünce içsel rahatsızlıklar yaratıyor. Birbirimizi dinlemediğimiz sürece; sesler birbirine karışıyor, konuşmalar anlaşılmıyor. Oysa temelde her insanın anlaşılmaya ihtiyacı var. Çocuk resimleri ne güzel bir örnektir; ilk bakışta hiçbir şey anlamazsınız, ancak iletişim kurulduğunda, her şey bir anlam kazanır, onun iç dünyasına bir yolculuk başlar...

Kültür, sanat, spor: Yüzyıllardır insanlar arasında en etkili yakınlaşma araçları olarak kabul görmüş, acılar, hüzünler, umutlar sevdalar, coşkular, onlarla dile getirilmiş, ruh sağlığı bozukluklarında bile tedavi yöntemi olarak benimsenmiş...  Ancak her konuda, her şey bakış açımıza, değerlendirmemize, yorumumuza bağlı... Görünürdeki bir kova su için bir düşünür şöyle diyor: "Buradan bir kova su gibi görünüyor, ama bir karıncanın bakış açısından engin bir okyanus, bir filin bakış açısından sadece bir içecek, bir balığın bakış açısından ise elbette onun yurdu..."  




12 Oca 2011

YAŞLI ÇOCUKLAR...

Çocuklar, kuşlar, balıklar...
Önce onlar etkilendiler
Dünyanın değişiminden...
Oysa herkes kendi derdindeydi;
Babalar öfkeli, anneler çaresiz,
Çocuklar sevgisiz, çocuklar ilgisiz,
İnsanlar kaygılı, toplum duyarsız...
Dünya sonsuz bir hızla değişti;
Doğanın dengesi altüst oldu,
Baharlar azaldı, kışlar çoğaldı,
Zamanı şaşırdı çiçekler, ağaçlar...
Yeterince anlaşılamadı kuşların gidişi bile,
Sonra kuş ölümleri başladı topluca.
Balıklar tükendi zamansız avlanınca,
Dereler kurudu, denizler bulandı,
Oysa insanlar hâlâ didişiyordu...
Her şey hızla karardı zamanla;
Nefret, öfke, zehir yayıldı her yana...
Doğa hepten kirlendi;
Anne sütüne bile kurşun karıştı;
Çocukluk geçti hiç bilinmeden,
Çocuklar yaşlandı büyüyemeden...

6 Oca 2011

OKUR-YAZAR OLMAK

"Yetişkinler için okuma-yazma kursları" ya da daha güzel deyişle "Haydi ana-kız okula"... Bu duyuruları zaman zaman panolarda gördüğümüzde aynı anda iki duyguyu birlikte yaşarız; sevinç ve hüzün, mutluluk ve keder, coşku ve iç burukluğu... "Güzel, ama neden yıllar sonra, neden bu kadar gecikmeli" diye düşünmeden edemez insan. Ve bu kurslar belirli zaman aralıklarıyla hep açılır, öğrencisi hiç bitmez. 
Bu durumda çocuk veya çocuklar okulda "öğrenci" iken, evde "öğretmen" rolünü üstlenecekler, annelerinin ödevlerine de yardımcı olacaklardır. Anneleri otobüse binerken kimselere sormayacaktır artık, hastane koridorlarında poliklinik ararken zorluk çekmeyecektir, hatta ona sorulduğunda cevap verebilecektir. Daha azimli olanlar belki yola devam edecek, dışardan okul bitirme sınavlarına katılmayı deneyecektir. 

Kendini geliştirmek-yenilemek-hayata ayak uydurmak adına gerçekten ne güzel, sevindirici, mutluluk verici... Ancak neden bu kurslara katılanların neredeyse tamamı kadındır... Zamanında okula gidemeyen erkekler askerlikte "okur-yazar" belgesi almışlardır. Kadınlar yıllar sonra o gecikmeyi telafi edebilirler ancak. 
"Okur-yazar olmak" her ülkede aynı şekilde anlaşılıp, yorumlanabilir mi acaba? Okumak; okuduğunu anlamak, algılamak, yorum ve kıyaslamalar yapabilmek, anlam katabilmek... Yazmak;  düşüncelerini sembollerle anlatmak, fikirlerini anlaşılır kılmak, iletişim sağlayabilmek... 


Bir zamanlar okullarımızda Türkçe, Edebiyat derslerinde sözlü ve yazılı kompozisyon çok önemliydi. Ödev hazırlamak ayrı bir zaman ve emek isterdi. Önemli yazarlardan kitap özetleri çıkarmak için kitabı mutlaka okumak, yorumlayıp aktarabilmek gerekirdi. Basmakalıp hazır ödev kitaplarından kopya etme ya da internet sayfalarından her aradığımızı bulma lüksü yoktu. Günümüzde özel günlerde mesaj gönderme bile standartlaştı. Belli modeller arasından seçip yollamak sizin beğeninize kalmış. Kolay yoldan gitmek isterken, yaratıcılık da yok oluyor. 

Sınavlarda Türkçe sorularında en çok zorluk çekilen bölüm "paragraf soruları". Çünkü paragraf soruları; okumayı, anlamayı, yorum yapabilmeyi, sorgulamayı gerektiriyor. Analiz ve sentez yapabilmeyi zorunlu kılıyor. "Yazım yanlışları" ikinci başarısızlık alanı. Bilgiyi depolamak önemsendiğinden ayrıntılar atlanıyor. Sınavlarda, seçenekler çerçevesinde ne kadar "doğru cevap" varsa o denli başarılı sayılıyor çocuk ve gençler. Oysa, hayat boyu gördüğünü-duyduğunu-okuduğunu doğru anlayıp yorumlamakla sürüyor her şey. 


Yorgun insanlar dünyasında okumak yazmaktan çok, dinlemek-izlemek tercih ediliyor belki de. Kıraathaneden çok kahve deyişi o yüzden yaygın. İstanbul'da 300 civarında kütüphane olduğu bilgisi veriliyor. İstatistikler her şeyi açıklamıyor elbette, doluluk oranlarını da bilmek istiyor insan. Bazı yörelerde okul kütüphaneleri ihtiyaç nedeniyle ek dersliklere dönüştürülüyor. Ders kitaplarının dışında da kitap okuyan, okumayı-yazmayı benimseyen gençleri görmek nasıl da mutlu ediyor insanı. Bazı anne babalar çocuklarının kitap sevmediğinden yakınırlar. Zorla, sevmeden, örnek görmeden bir şeye kolay kolay başlamaz ki çocuklar. Alışmamışsa, doğum gününde verilen bir kitap bile mutsuz edebilir bir çocuğu...


İnternet ortamının dışında kitapları görmek, dokunmak, karıştırmak farklı bir duygu elbette. Bazen kitap almaya maddi güç yetmese de, büyük kentlerde "sahaflar", küçük kentlerde ise "eski kitap alım-satım dükkanları" vardır. Asıl oralarda gerçek kitap kokusunu duyar, kitaplarla iç içe geçmiş yaşamların farkına varırsınız. Sizin elinizde tuttuğunuz kitabı, zamanında bir başkası da okumuş, küçük notlar almış, duygularını aktarmıştır. Yıllar öncesine, insandan insana yeniden bir köprü kurulur adeta... 
Okullarımızda ilköğretimin ilk yılında yıl sonunda, çocukların okumayı öğrenmiş olmalarını kutlamak amacıyla "okuma bayramı" düzenlenir. Kitaplarla, okuma ve yazmayla ilgili barışıklık, keşke o yıllardaki güzellikle sürse hep. 


Özellikle ilk gençlikte düşünceleri günlüklere ya da küçük kağıtlara yazmaktan hoşlanır gençler. Teşvik edilerek yönlendirilseler zamanla daha da geliştirebilirler yazma tutkularını. Onların içlerindeki coşkuyu, enerjiyi, yaşama tutunma arzusunu yeteneklerine uygun biçimde yönlendirebilsek...
 Günümüzde en yoksul evlerde bile televizyon, çok önemli bir iletişim aracı. çoluk-çocuk, genç-yaşlı üç saatlik dizilerde kendini buluyor, ekrandaki hayatın türlü çeşitli yönlerini ta içinde yaşıyor adeta. Geçim kaygısı, aldatmalar, aile içi şiddet, korku ya da kahramanlık öyküleri... Hayat dizilere, diziler hayata yansıyor;"7 yaş üstü, 18 yaş üstü, korku-şiddet içerir..." deyişleri bile çok dikkate alınamıyor. Okumaya-yazmaya hiç zaman yok...


Televizyon ve radyolarda zaten sayısı çok az olan kültür-sanat programlarının, yarışmaların izleyicisi diğer programlardan düşük. Tiyatro sanatçılarının oyun ve yorumuyla, "arkası yarın"larla biterdi eski radyo programları. Şimdiki diziler "az sonra" ile devam ediyor ve hafta içi tekrarlarla hiç bitmiyor. Dizinin adını ve oyuncularını bilenler, eserin yazarını, kitaplarını hiç tanımıyorlar, ekranlarda sorulan sorulara verilen cevaplar insanın içini acıtıyor. 


Görsel ve işitsel olarak bir şeyi anlamaya çalışmak önemli elbette. Ama okumak-yazmak daha kalıcı, insanın kendisiyle baş başa kalmasını, içsel yolculuklar yapmasını da sağlıyor. Yazmak zaman ve emek istiyor, ilgi ve çaba gerektiriyor. Her konuda yazım kuralları uygun ve yerinde kullanılmazsa, düşüncelerin aktarımı da yanlış anlaşılabiliyor. Özellikle çocuk ve gençlerin okumayı-yazmayı bir tutku olarak benimsemeleri, sürdürmeleri geleceğe yapılabilecek ne büyük bir yatırımdır. Kendine güvenmeyi, seçici olmayı, insana sevgi ve saygı duymayı, kendinden başkalarının da olduğu bir dünyada yaşadığının bilincinde olmayı ancak öyle öğrenebilecektir yeni kuşaklar.


"Okumak" konusunda ünlü şair-yazar Goethe şöyle diyor: "Okumayı öğrenmek sanatların en gücüdür. Hayatımın seksen yılını bu işe verdim, gene de kendimden memnun  değilim." Tüm uzun ve zor yollar; önce yol gösterme ile başlayıp, gönülden destek verenlerle, cesaretle sürdürülmez mi? Her insanın özünde kabul görmek, onaylanmak vardır. Ama özellikle bu durum gençlerde daha ağır basar. Okulda duyarlı bir öğretmenin öğrencilerini yönlendirmesi ve yüreklendirmesiyle nice gizli yetenek ortaya çıkarılabilir.
 Bazen bir panele, bir kitap fuarına katılabilmek, bir şiir ya da kompozisyon yarışması, bir öykü denemesi... Sonuçta hepsi bir beyin jimnastiğinin başlangıcı değil midir...?

Gerçek anlamda "okur-yazar" olmak, zor ve uzun bir süreç elbette. Ancak toplum olarak bunu geliştirmeye öylesine ihtiyacımız var ki. Kuşaklar arası ya da insandan insana "sağlıklı iletişim", böylece daha sağlıklı bir yol izleyebilir belki...