Bu Blogda Ara

26 Şub 2011

HASAN ÂLİ YÜCEL'İ ANMAK...

Bazı görevler, makamlar vardır; kişilerle özdeşleşmiştir adeta, efsane gibi, yıllar sonrasında da hep anlatılır, dilden dile aktarılır yapılanlar. Makama değer kazandıran, kişiler-kişilikler. Zamanında sevenleri-sevmeyenleri, yaptıklarını onaylayıp-onaylamayanlar olmuştur elbette. Ama asıl, eserler-adlar geriye kalan...   
Bugün, ölümünün 50. yılında anılan Hasan Âli Yücel, aradan geçen onca yıla rağmen unutulmayan, saygınlığını hiç yitirmemiş bir Milli Eğitim Bakanı, eski bir devlet adamı. Doğumunun 100. yılı olan 1997 yılı da UNESCO tarafından "Hasan Âli  Yücel Yılı" olarak ilan edilmişti.

Hasan Âli Yücel'in çocukluk ve gençlik yılları, zor savaş yıllarıdır. Sonraki yıllarda da genç yaşlarda hep  önemli sorumluluklar üstlenmiştir. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe bölümü mezunudur. Felsefe ve edebiyat öğretmenliği yapar, şiir ve inceleme yazıları, kitapları vardır. Otuz yaşında Milli Eğitim Bakanlığı müfettişi, otuz altı yaşında Ortaöğretim Genel Müdürü, kırk bir yaşında Milli Eğitim Bakanıdır.

Bakanlığı süresince, inandığı değerler çerçevesinde hep güzel işler gerçekleştirmeye çalışır. Ülkede bilimsel anlamda bir eğitim-kültür-sanat seferberliği başlatır. Uzun zamanlı eğitim politikalarının belirlenmesi, İlköğretimin yaygınlaşması, Köy Enstitüleri uygulaması, ilk Milli Eğitim Şurası, dünya klasiklerinin çevirisi, dil çalışmaları, O'nun bakanlığı zamanında üzerinde önemle durduğu konulardır. En uzun süre görevde kalan Milli Eğitim Bakanıdır. Yedi yıl yedi ay görevde kalmış, daha sonra kendi isteğiyle istifa etmiştir. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra da, kişisel kırgınlıklarına rağmen, ülke için, daha güzel bir gelecek için yılmadan çabalarını sürdürür. 
Oğlunun deyişiyle "çağın en güzel gözlü maarif müfettişi", 26 Şubat 1961'de aramızdan ayrılır. 

Her makamın, her görevin zorlukları, her liderin bir insani öyküsü var elbette. Her zorluk özveri gerektiriyor. Hasan Âli Yücel'in oğlu ünlü şair Can Yücel, "Hayatta Ben En  Çok Babamı Sevdim" adlı güzel şiirinde bütün çocuklara tercüman oluyor belki de.  Görevleri nedeniyle, zamanında çocuklarıyla yeterince birlikte olamayan bütün babalara seslenir gibi adeta...
................
"Geldi mi gidici-hep, hep acele işi!
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti 
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.
Sevinçten uçardım hasta oldum mu, 
40'ı geçerse ateş, çağ'rırlar İstanbul'a 
Bi helalleşmek ister elbet, diğ'mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oyununu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu." 

İnsanlar gidiyor, geride adlar,izler, eserler kalıyor. Gelmiş-geçmiş bakanlardan kaç ad var belleğimizde? Sorulduğunda kimleri , nasıl hatırlıyoruz, hatırlayacağız... Hepimiz, 10 yıl, 20 yıl, 30 yıl, 50 yıl sonrasında nasıl anılacağız...? 50 yıl öncesi-50 yıl sonrası...Oldukça uzun bir zaman... Acaba yıllar sonra; eğitimde-kültürde-sanatta-spordaki değişimler, gelişimler,  farklılıklar, objektif olarak nasıl anlatılacak?
Hasan Âli Yücel'i ölümünün 50. yılında saygıyla anıyoruz.       



23 Şub 2011

CEMRE

1. cemre havaya düştü. Doğa kendini yeniliyor. Yeni bir bahar, yeni bir uyanış başlamak üzere. Yıllardır cemreler, havaların ısınmaya başladığının müjdecisi olarak görülmüş. Sözlüklerde: "İlkbahara doğru, önce havada, sonra suda, daha sonra da toprakta yedişer gün aralıklarla meydana gelen bir sıcaklık yükselişi" olarak açıklanıyor. Toprak, su ve hava yaşamın devamı için ne denli önemli... Özellikle çocuklar için, gelecek kuşaklar için üçünü de korumak, temiz tutmak zorundayız.

 Her yeni bahar, umudu, yeniden doğuşu simgeler. Soğuk kışların ardından özlemle beklenir baharlar. Aslında özlenen, yeni bir dünya umududur belki de. Son yıllarda doğa da şaşırdı. Havalar her zamanki mevsim ortalamalarına uymadı; ısı değişiklikleri şaşırttı, yağmur, kar beklenmeyen zamanda, beklenmeyen yoğunlukta yağdı. Doğadaki canlılar, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar bile değişime ayak uydurmakta zorlandılar. Her zaman karın ardından boy veren kardelenlere sonbaharda rastladık, yılda bir kez çiçek açan bazı kaktüs türleri yeniden çiçek açtı. Meyveler zamansız ürün verdi, kış ortasında pazarlarda, manavlarda alışmadığımız meyvelerle karşılaştık.

Ancak artık hiçbir şey insanı şaşırtmıyor. Doğanın ısınması umut verirken, diğer yandan dünya kaynıyor. İnsanın insanla mücadelesi, yüzyıllardır farklı ülkelerde, farklı biçimlerde sürüyor. Yılların ezikliği,suskunluğu, bir başkaldırıya dönüştü pek çok ülkede. Olaylar öylesine hızla gelişiyor ki, haberleri izlemekte zorlanıyor insan. Kameralara yansıyan yüzlerde öfke, kin, nefret var. Toplumsal patlamalar, insan kıyımlarına yol açıyor,   meydanlar alev saçıyor... Bu arada bazı ülkeler doğal depremlerle sarsılıyor, buz dağları parçalanıyor. 


Oysa doğa yeni bir değişime hazırlanıyordu. Cemreler, her zaman soğuk günleri geride bırakmanın müjdecisi olmuşlardır. 1. cemre havaya düştü birkaç gün önce. 2. cemre suya, 3, cemre toprağa düşecek yakın zamanda. Her şeyin zamanlı ve doğal olması güzel. Dünya, doğanın değişimine ayak uyduramadı, bir başka türlü ısındı. Dünyanın pek çok yerinde çocukları  belirsiz gelecekler mi bekliyor gene? 
Umut bir başka bahara mı kaldı....? 







17 Şub 2011

YENİDEN ÇOCUK OLMAK...

Henüz yeni uyudu.Işığı söndürdüm, özenle üstünü örttüm. Uzun süre uyumamakta direndi bugün. Rahatlasın diye elini tuttum, ninniler mırıldandım bildiğimce. Saatler geçti... Uyudu... 
Oğlum ya da kızım değil sözünü ettiğim;annem, 94 yaşında, alzheimer hastası, yılların eğitim emekçisi... 

Eski masallar vardı, hatırlar mısınız? "Deve tellal iken, pire berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken" diye başlar ve devam ederdi... Küçüklüğümde hiç aklıma gelmemişti, bir gün benim de annemin hayali beşiğini sallayacağım. Bir varmış... bir yokmuş... Bir zamanlar o masallarla uyuyan ben, bugün O'nun masallarıyla O'nu uyutuyorum. O'nun ninnilerini şimdi O'na söylüyorum becerebildiğimce...  Sevdiği eski tangolardan çalıyorum rahatlasın diye. Bazen eski şarkılar eşlik ediyor beraberliğimize; "Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan", "Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç" 

Saat 23.00
Dışarıda yağmur tüm hızıyla devam ediyor. İri damlalar camı dövüyor adeta. Uyanacak diye endişe ediyorum. Soluk alması değişti, birden silkinerek uyandı; "Okula gitmek lazım... geç kalıyorum, öğrenciler beni bekler..."
Sesimin en sakin tonuyla ikna etmeye çalışıyorum...
"Annem okullar tatil, dışarıda yağmur yağıyor. Hem gece araba yok."
"Gitmem lazım, gitmem lazım... Zil çalıyor...."
Psikoloji, pedagoji bilgilerimden yararlanıp, emektar öğretmenliğimin tüm becerilerini sergilemeye çalışıyorum var gücümle... Eğitim çaresiz kalıyor. 
Yağmur tüm şiddetiyle devam ediyor. Çakan şimşekler gök gürültülerine eşlik ediyor. Bir süre uyumaz artık...

Saat 23.45
Tıpkı çocuklar gibi, inatlaşmadan, ilgisini başka alanlara çekmek için resimli kitaplar, renkli boncuklar getiriyorum. Hiçbir okulun açık olmadığı bir saatte materyallerimizi inceliyoruz birlikte. Rahatlıyor, sakinleşiyor... Ancak 10-15 dakika sürüyor bu durum. İlgi alanı çabuk dağılıyor.
"Ayakkabılarım, çantam nerede, çok geç kaldık..."
Perdeyi açıyorum, yağmur hafiflemiş, dışarısı kapkaranlık.
"Bak annem, daha sabah olmadı, gece arabalar çalışmıyor, okullar da kapalı."
Sakinleşmesi için burnundan derin nefes alıp, ağzından vermesini söylüyorum. Birlikte uyguluyoruz. Biraz yanına uzanıyor, elini tutuyorum. Sımsıkı sarılıyor, elimi bırakmıyor. 
Eski bir ninniyi mırıldanıyorum, giderek azalan bir ses tonuyla... Gözleri kapanıyor yavaş yavaş... Ve uyuyor...

Saat 01.30
O uyudu... ama ben uyuyamıyorum. Uykunuz kaçmışsa, gecenin sessizliğinde zihin nasıl da berraklaşıyor: Son aylar, günler, anlar bir sinema şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden... Ben "yetişkin çocuk", O "yetişkin anne" iken roller değişiyor hastalık nedeniyle. 
Hayatın ne getirip götüreceğini hiç bilemiyoruz. Uzun yıllar bebeklikten çocukluğa, ergenlikten yetişkinliğe kadar oydu bizi kollayan, koruyan. Oysa şimdi O'nun koruyucusu benim. "İleri evre demans-alzheimer" olan annem artık korunmak zorunda...
"Vasi" tayin edilmem için önce "Sağlık Kurulu Raporu" alınması gerekiyor. Çeşitli bilim dallarında uzman doktorların titiz incelemeleri sonucunda hazırlanan sağlık kurulu raporundan sonra, Sulh Hukuk Mahkemesi karar verecek.


Sağlık-Eğitim-Adalet; Yaşam içinde, yaşantımızın içinde, hepimizi ilgilendiren üç  önemli kurum. Bu kurumlardaki uygulamaların ne denli önemli olduğunu fark ediyorsunuz işiniz düşünce. Mahkemelerle ilgili bir işim olmadığı için yıllardır uğramadığım adliye koridorlarını arşınlıyorum günlerce. Bürokrasi,yasalar, giriş çıkışlarda kontroller, fotokopiler, kararlar, ara kararlar, imzalar, mühürler, dosyalar... Hakimler, müdürler, memurlar, mübaşirler, uzun adliye koridorları, suçlular, suçsuzlar, üzülenler, ağlayanlar... 
İşi, konumu ne olursa olsun, "insan" olmanın önemini kavramış, işinin ehli, iyi niyetli, güler yüzlü, yoğun iş temposunda onca dosya arasında bile sakinliğini kaybetmeyenler. "İyi ki varsınız" dediğimiz o güzel insanlar, kurumlardaki adsız kahramanlar, onları unutmayacağız, hepsine yürekten teşekkürler...
Aynı kurumlarda bir de farklı davranışta olanlar... "Bugün git yarın gel" deme alışkanlığında olup, hiçbir soruya cevap vermeyenler, açıklama yapmayanlar, kendini yenileyemeyen, ifadesiz yüzlerinde adeta maske taşıyan, bir günaydını, merhabayı, gülümsemeyi bile unutanlar... Neyse, biz de unuttuk onları.
Yaşadıkça neler görüp neler gözlemliyoruz. Bir kez daha inanıyorum ki; çocuk mahkemeleri, gençlik merkezleri ne denli önemliyse, yaşlılık psikolojisi, sosyolojisi, hukuku da o denli önemli insanlık için...


Saat 02.35
Yağmur durdu artık. Beyin fırtınasına da nokta koyup, biraz dinlenmek gerek diye düşünüyorum. Ama tam o anda annem uyanıp yeniden konuşmaya başlıyor.
_Anahtarlarım nerede, ayakkabılarımı kim kaldırdı?
"Bir ihtiyacın var mı canım" diye soruyorum.
Yarım bardak su içiyor, rahatlıyor. Artık yutkunma güçlüğü var.
"Tuvalet ihtiyacın var mı?" diye soruyorum tekrar. Hayır anlamında başını sallıyor. 
"Hadi gidelim" diyerek ayağa kalkmaya çalışıyor. Oysa annem artık yatağa bağımlı. Ancak yardımla, destekle kalkabiliyor. Tekerlekli sandalyesi yanı başımızda duruyor. Baston yerini ona devretti. 
'Hadi iyi geceler canım, uyuyalım artık' diyorum.
"Peki ablacığım" diyor, gözlerini kapatıyor...


O benim annem. Ben onun bazen annesi, bazen ablası, bazen de sevgili kızıyım. O anda onun düşündüğü kimliğe bürünmek, rahatlatıcı ve sakinleştirici oluyor. Roller değişirken görevler, sorumluluklar da değişiyor elbette.
Gecenin uyanık yüzünde düşünceler silsilesi insanı yalnız bırakmıyor, düşünüyorum... 
Yılın son aylarında kışla birlikte duygusal anlamda epey soğuk günler yaşadık. Evler de eskiyor, yıpranıyor zamanla... tıpkı insanlar gibi. Oysa evi çok değerliydi annem için. O uykusuz gecelerde evine gitmek istedi hep. Ama üç yıl önce gittiğimizde evini dahi tanımıyordu artık. "Burası kimin evi?" sorusuna yanıt vermek nasıl da güçtü. ..


İçinde eşyalarla, kiraya verilmeden, aidatları ödenerek, zaman zaman temizlenip havalandırılarak yıllardır korunan, ama artık "yuva" değil, salt "bina" olan bir ev. 
Oysa onun sağlıklı zamanlarında, bembeyaz örtülü ne güzel sofralar kuruldu o evde. Kimler nasıl ağırlandı o sofralarda. Güzelim çiçekler yetiştirildi terasında. O odalar neler gördü, nelere sırdaş oldu. Lavanta kokulu mis gibi çamaşırları unutur mu o dolaplar, çekmeceler... 
Her köşede geçmişi hatırlatan bir şeyler var. Singer dikiş makinesinin dili olsa da anlatabilse bayram sabahlarına yetiştirilen giysileri. Guguklu saatin saatin kuşu artık dışarı çıkmak istemiyor, içeride gizlenmiş. Eski radyodan Münir Nurettin Selçuk, Hamiyet Yüceses çıkacak sanki, zamana meydan okuyan sesleriyle...
Her yaşam gibi, iyi gün-kötü gün, sağlık-hastalık, mutluluk-hüzün, doğum-ölüm hepsi yaşandı o evde. Ama artık bacası tütmeyen, içinde insanı olmayan soğuk bir ev nedir ki? "İnsan sıcağı" arar evler de...


Saat 04.10
Anılar denizinde epey çırpındık son günlerde. Duygu yoğunluğu yaşandı, geçmişe köprüler kuruldu, düş gezginleri gibiydik adeta.
'Eski' evin eşyaları uygun kişilere verildi 'yeni' hayatlar için. Geriye anılar kaldı eski mektuplarda, yıpranmış fotoğraflarda, sararan defterlerde...  İnsanlar eskiyor, onlar eskimez mi? 
Zamanında yazılmış küçük notlar nasıl da anlamlıydı. Bazen bir takvim yaprağında, bazen bir defterde, bir sayfada duygu aktarımları...
Yılların ötesinden duygular tanıklık ettiler bir ömre. 
Adresler, telefon numaraları, doğum günleri, evlilik yıldönümleri defalarca yazılmış, yeniden-yenden eklenmiş minik kâğıtlara. Alzheimer o yıllarda konuk olmuş anneme. Biz konduramamışız. Bir kısır döngü zaman, geçmiş tekrar yaşanıyor bazen. Bir başka biçimde, bir başka zamanda...


Evde bulduklarım arasında beni en çok mutlu eden; çok eskilerde, özenle  hazırlanmış pasta-kurabiye defteri oldu. O defterdeki tariflerden yaptığım vanilyalı ay kurabiyesi bana çocukluğumun tadını, kokusunu getirdi buram buram...


Saat 05.15
Bebek gibi uyuyor şimdi. Sessiz, sakin, dünyanın gümbürtüsüne aldırmadan. Az sonra sabah olacak, uyanacak. Yeni bir güne günaydın diyecek, diyeceğiz. 
O, korunma altında 'yetişkin bir çocuk'... Ben, onu korumaya çalışan 'eski bir çocuk'...
Ben çocuk... O çocuk...
                                                                                   2008




                                    
                                                      
   


   




15 Şub 2011

GERÇEK ÖYKÜLER...

14 Şubat dünyanın pek çok yerinde aynı zamanda "Dünya Öykü Günü" olarak kutlanıyor. Tanınmış-tanınmamış nice yazarın dile getirdiği duygular, düşünceler, anlar. anılar... Yaşanmış ya da kurgulanmış, gerçek veya düşsel anlatımlar... Okuyucu için öykü, romandan daha kolay diye düşünmüşümdür hep. Yıllar önce de Varlık Yayınları'nın küçük kitaplarıyla öyküler okumak nasıl da iyi gelirdi insana. Sait Faik, Oktay Akbal, Sabahattin Ali ve Çehov'un insanın içini ısıtan öyküleri...  Füruzan, Tomris Uyar, İnci Aral, Osman Şahin'den insan öyküleri... 
Özellikle gençlik yıllarında hayatı anlamlandırmak, insanı tanımak adına keşke gençler daha çok öykü kitapları okuyabilse, hatta öykü yazma denemelerine girişebilse. Öykü kahramanları, insanı hayatı sorgulamaya, ilişkileri yeniden düşünmeye, değerlendirmelere yönlendiriyor. Dünyanın her yerinde öyküler, hayatın içinden dramları, sevdaları, yöresel acıları, mutluluk ya da mutsuzlukları dile getiriyor...

İnsan yaşamından kesitler,yıllardır öykü yazarlarına ilham veriyor. Ancak 21. yüzyılda dünyanın her yerinde gerçek şiddet ve düşmanlık öyküleri de halen sürüyor, insanın insana eziyeti hiç bitmiyor. Her öykü elbet mutlu sonla bitmez, ama öylesine acılar ve utançlar yaşanıyor ki, insan adına, insanlık adına içiniz burkuluyor, tüyleriniz diken diken oluyor. Özellikle kadınlar ve çocuklar daha çok acı çekiyorlar, haksızlığa uğruyorlar. Sevgi öykülerinin de dramların da ana kahramanları onlar. Çok sevildikleri için, kıskanıldıkları için, utanıldıkları için, ya da çeşitli  kişisel nedenlerle beklenmedik zamanda, beklenmedik biçimde öyküleri yazılıyor yakınlarınca...

Öykülerin başlangıcını hiç bilmeden sonuçlarla ilgileniyoruz hep. İnsan yaşamında parantezler açıp, sorular oluşturmak zor geliyor belki de. Virgül, noktalı virgül bile koymuyoruz, nokta ile ilgileniyoruz hep. "Yaşadı... öldü..." diyoruz sadece. Noktalar uzayıp gidiyor hayatın içinde... Düşünmüyoruz çoğu kez. Sorgulamıyoruz olumsuzlukları, kötülükleri, eziyeti, şiddeti. O yüzden yeniden-yeniden yaşanıyor kadınlarla ilgili acı öyküler. Kırsal kesimde belki hiç tanımadığımız, bilemeyeceğimiz öykü kahramanı ne çok kadın... Sığınma evine ne kadar uzak, ne kadar yakın. hiç bilmiyor...

Yöremizde, kentimizde, ülkemizde, sokakta, caddede, toplu taşıma araçlarında, vapurda, otobüste, dolmuşta kim bilir ne çok öykü kahramanı dolaşıyor aramızda. Konuşmasak, tanımasak da her yüze yansıyan ne çok şey var; acı, hüzün, kaygı, mutluluk, mutsuzluk, iyimserlik, güvensizlik, aldırmazlık... Onca farklı insan, onca farklı duygu... Belki bazılarını zamanında gördük, farkında bile olmadık, bazılarını sonradan tanıdık, gazete haberleriyle. Çoğu kez hüzünlü, acıklı, yürek burkucu öykülerle...
Belki şu anda bile dünyanın herhangi bir yerinde  pek çok insan, hiç tanımadığı insanlarla aynı kaderi paylaşıyordur. Ve öyküler yazılmaya devam edecektir yüzyıllar boyu. Dileriz, mutlu son'la bitenler çoğalsın.


7 Şub 2011

GENÇLERE MEKTUP

                                       
Sevgili Gençler,
Artık üniversitelisiniz. İster büyük, ister küçük bir kentte olun, üniversite yaşamı bir kültür etkileşimini de beraberinde yaşatıyor. Türkiye'nin değişik yörelerinden, farklı kültür ve yaşantılardan kopup gelmiş nice genç insan, onlarla birlikte gözlediğimiz nice alışkanlık, tutum ve davranış... Benzerlikler olduğu gibi ne büyük ayrılıklar var değil mi? Tanımak, anlamaya çalışmak ama kendinize zaman tanıyarak seçici olmak gerek. Dostlarınızda, arkadaşlarınızda, alışkanlıklarınızda, kitaplarınızda, sizi siz yapacak her şeyde seçici olmak...
Artık siz kendinizden sorumlusunuz. Hatalarınızla, yanılgılarınızla, seçimlerinizle üniversiteli bir bireysiniz. Okul sizi bir yandan da yaşama hazırlayacak; derslere ilginiz, devamınız, sistemli çalışmanız, ilkeleriniz yaşam kalitenizi yükseltecek, bir anlamda geleceğe yatırımınız olacak
Ünlü bir düşünürün çok anlamlı bir deyişi var: "Yaşlılar, hayatlarının sadece işe yarar bölümlerini hesaplasalardı, kimbilir nice yaşlı bugün genç sayılırdı." Öğütlerden hoşlanmadığınızı çok iyi biliyoruz ancak bunu öğüt saymayın; hayatınızın işe yarar bölümlerini çoğaltın, çevrenize "gören" gözlerle bakın. Yaşarken değişik "insan manzaraları" göreceksiniz, çevrenizde değişik "insan yüzleri" tanıyacaksınız. Kimi zaman acının, kimi zaman hilenin, kimi zaman onurun, gururun ağır bastığı onca yüz, onca ayrı insan, birer yaşam abidesi... Henüz yolun başındasınız. Yıllar deneyimlerinizi arttırırken, insanları tanımak, anlamak için kendinize süre tanımayı, kimine daha yakın, kimine daha uzak olmanın gereğini daha iyi kavrayacaksınız. 
Üniversitede okurken bulunduğunuz her ortamdan bir şeyler öğrenmeye, kendinizi geliştirmeye,  yetiştirmeye, çalışın. Örneğin; bir kitap fuarını ziyaret edebilirseniz, olanaklarınız elverdiğince bir tiyatroya, bir konferansa, panele,  katılabilirseniz, kendinizi şanslı sayın. Bunların hiçbirinin olmadığı bir ortamda yeni hobiler edinmek, kitap okuyabilmek, insan tanımak da az kazanç mıdır?

İlginç bir rastlantı, mektubu yazarken bir şarkı geliyor uzaklardan; "Bana bir masal anlat baba, içinde hüzün olmasın." İçinde hüzün olmayan gerçek öyküler olabilir mi...? Unutmayın, yaşamınız  her zaman toz pembe olmayacak. Yerine göre bazen bir tutam hüzün, bir tutam mutsuzluk, büyük ölçüde yorgunluk da olacak elbette yaşantınızda. Acılar çekilmeden mutluluğun, başarısızlık görülmeden başarının, hastalık yaşanmadan sağlığın değeri bilinemiyor. Anlamak için yaşamak gerek.
Bugünlerde sorun saydığınız ne çok şey var değil mi? Oysa başlangıçta sadece bir bölüm kazanmak vardı. Sorunlar yaşayarak öğreniliyor, önemseniyor. Yurt çıkmayanlar üzülürken, yurtta kalanların ayrı sorunları vardı: Yurda giriş çıkış saatleri, odaların, ranzaların durumu, yemek ücretleri, çalışma odalarının yetersizliği... Evde kalanlar için olay daha farklı boyutlarda idi: Kışın soğuğu, yolun  uzunluğu, aydınlanma, ısınma, su giderleri... Yemek nasıl yapılacak, çamaşırlar nasıl yıkanacak...? Yeni bir yaşama alışmak her zaman zordur, belli bir uyum sürecini gerektirir. Birçok şeyden belki yoksun olduğunuz o ortamlar bile yıllar sonra gülümseyerek hatırlanacak, tıpkı askerlik anıları gibi uzun uzun anlatılacak. 

Sizlere olanaklar ölçüsünde yollayabildiğimiz harçlıklarla öncelikle gıdanıza dikkat etmenizi isteyeceğiz. Bütçeyi ayarlamak sizin ustalığınıza bağlı. Ama eminiz, birkaç aylık bir çıraklık dönemi geçirmeden paranızı uygun biçimde harcayamayacaksınız. "ay sonu gelmeden param nasıl da bitiverdi."- ""Bu şehir de öyle pahalı ki." - "Gelecek ay biraz daha ekleseniz, ben de daha idareli olmak zorundayım."... Bu sözcükleri duymaya kendimizi hazırlamıştık zaten. Unutmayın, bu ülkede asgari ücretle çok çocuklu ailesini geçindirmeye çalışanlar, ek gelir için canını dişine takanlar, banka kuyruklarında ölen emekliler de var. Kendiniz para kazanınca alın terinin, emeğin değerini daha iyi bileceksiniz, eminiz. 
Evi, ev yemeklerini özlüyor, arıyor musunuz? Bugünlerde "fast food" türü beslenmeyle hamburgerler, sandviçler, cola tipi içecekler, damak tadınızın dostu, ama midenizin de düşmanı olmaya devam ediyor. Yıllar yemek seçimlerinizi de etkileyecek, bir süre sonra sizler de isteyerek ayranı, pekmezi, sebze meyve ağırlıklı doğal beslenme biçimini seçecekseniz. Ama ne olursa olsun, ağız tadıyla içilen bir kap sıcak çorbanın, dostlarla içilen bir bardak çayın değişmeyen tadının dünyanın her yerinde aynı olduğunu da zamanla anlayacaksınız. 

İlk yıl tatil günlerini iple çekeceksiniz. Aslında üniversite öncesinde sizleri tatillere kötü alıştırdık. Okullarımızda 180 işgününü hangi yıl tamamlayabildik ki? Bayram öncesi, bayram sonrası, öğretim yılı başı, öğretim yılı sonu, dolu dolu ne çok tatil yaşattık sizlere. Bazen çevrenizde, toplumda, ömür boyu tatil yapan, ama çok kazanç sağlayan kötü örnekler de sergiledik, bağışlayın.
İlk yılın ilk tatillerinde eve dönüşün tadı bir başka olsa da, okulda eskidikçe evi daha az özler olacaksınız. Hatta belki bazen biz sizleri beklerken, geleceğinizi umarken bir telefon alacağız. (Mektup değil) "Bu bayram arkadaşlarla birlikte olacağız, gelemiyorum." veya daha uygun bir üslupla söylenmiş birkaç kırık cümle: "Sizleri de çok özledim ama, bu yılbaşı gelmesem olmaz mı?" Sanırım duygusallığımız çok elvermese de, sizleri anlamaya çalışacağız, hak vereceğiz, izin vereceğiz dolayısıyla. 

Üniversite yaşantınızda yıllar akıp giderken bazı değer yargılarınız sarsılacak, değişecek, gelişecek. İlk yıl büyük sınıfların gözünde "çömezler, acemiler" idiniz. Zamanla sizlerden sonra gelenler de size "abla, ağabey" diyecekler, danışacaklar, fikir alacaklar. Okul bitiminde "yaşam kavgası" başlayacak. Sizler henüz okurken, biz o dönem için de kaygılanmaya başlayacağız. Biliyoruz ki okul bitiminde hayat arkadaşını seçenler olabilecek, büyük kentlerde iş arayışına girenler,yeni bir sınava girecekler, yüksek lisans düşünenler, yurt dışına gitmek isteyenler... Kabulleneceğiz ki her biriniz bir başka yol ayrımında olacak. Duygu sömürüsü yapmadan, sizleri sevdiğimizi, özlediğimizi hep vurgulayacağız, sağlıklı ve mutlu olduğunuzu bilmek bize yetecek. 

Geride bıraktığınız bizler mi...? Ne kadar büyüseniz, değişseniz de bizim gözümüzde, belleğimizde çocuksunuz, çocuklarımızsınız. Yıllardır olduğu gibi, mantığımız bazen engellese de büyüklerin çocuklara karışması hiç bitmeyecek, buna kendinizi alıştırın. İnsan hayat boyu nelere alışmıyor ki. Örneğin soğuklar başladığında, yağmurlar yağdığında sizin de üşüdüğünüzü düşüneceğiz, uzaklardan sesleneceğiz telefonlarla... "Havalar soğudu, aman giyimine dikkat et." Sizler "Ben artık büyüdüm." deseniz de elimizde değil,- yaşlılığımıza sayın- karışacağız. Unutmayın, bir süre sonra sizler de çevrenizde sizi düşünen birileri olsun isteyeceksiniz. Sevgi, ilgi insanın doğasında var. Çok bunaldığınız bir anda, güvenilir bir dost "cankurtaran simidi" gibidir. 

Sizler o uzak kentlerde iken bazen biz de bunalacağız. Gazetelerde 1. sayfada kara manşetlerle "Üniversitelerde öğrenci olayları başladı." yazısını gördüğümüzde tüm gençler adına içimiz titreyecek, içimiz yanacak.Televizyon ekranlarında adeta korku filmi görüntüleri gibi defalarca tekrarlanan sahneler içimizi karartacak. "Biz bu filmi daha önce de görmüştük" diyecek birçoğumuz. Oysa o yıllardan bu yana dünyada ne çok şey değişti.
Uzun bir mektup oldu, telefonda bunca şeyi konuşabilir miydik? Görüyorsunuz, içinde hüzün olmayan dünya masalı yok. Unutmayın, sizler bizim umudumuzsunuz. Bizleri düş kırıklığına uğratmadan, duyarlı, düşünceye saygılı, çalışkan, lâik gençler olarak yetişmenizi diliyor, uzaklardan yürek dolusu sevgi ve selamlarımızı iletiyoruz.