Bu Blogda Ara

28 Eki 2013

HAYATIN İÇİNDEN BİR GÜN...


( Halen yapımı devam etmekte olan "Türkiye Alzheimer Derneği Mersin Şubesi Yaşlı Yaşam Merkezinin" en kısa zamanda faaliyete geçmesini dileyerek... )

ÖYKÜ

Herkes için sıradan sayılabilecek bir gündü. Her evde farklı farklı hayatlar yaşanıyordu her zamanki gibi. Perdeler açık da olsa, kapalı da olsa, dışarıdan görünenle içerideki hayat bambaşkaydı. Sevinçler, mutluluklar, ya da acılar, hüzünler onları yaşayan kişilere özeldi. Derecesi, dozu, kişinin yüreğinde veya beyninde kapsadığı yer kadar rahatsızlık yaratıyordu. 

Dışarıda sakin ve güneşli bir gün vardı. Oysa sonbaharın bu son günlerinde artık yağmur bekleniyordu. Bu dar sokakta genellikle bahçeli, iki katlı evler sıralanmıştı. Pencerelerden birinde yarı açık tül perdeden içerisi seçilebiliyordu; İki kadın, zevkle döşenmiş küçük salonun ortasında ayakta bekliyorlardı. Aralarında en az otuz yaş fark olduğu söylenebilirdi. Genç olan arada saatine bakıyor, biraz sabırsızlanıyor fakat belli etmiyordu. Yaşlı kadın sinirli ve huzursuz görünüyordu; Yemek masasının etrafında dönüyor, arada sandalyeye oturuyor, tekrar kalkıyor, geziniyordu. Bazen parmaklarını ritmik olarak masaya vuruyor, daha sonra elindeki çantadaki bozuk paraları sayıyor ve tekrar aynı hareketleri tekrarlıyordu. 

Bir tanesi açık olan pencereden az sonra sesler gelmeye başladı. Önce yaşlı bayan konuşmaya başladı:
"Hani gezmeye gidecektik?" "Tamam annem, hani geçen gün de gittiğinde çok sevmiştin, Gündüz Yaşam Merkezi'ne gideceğiz. Şimdi gelip bizi alacaklar. Orada Cumhuriyet Bayramı kutlaması da yapılacak." Anne sabırsızlıkla masanın etrafında dolaştı. Sandalyeye oturdu, tekrar karar değiştirdi, kalktı. "Ben giyinmek istiyorum. Bu elbiseyle gidilmez, orada rezil olurum."
"Ama şimdi giyindik anneciğim. Hani geçen gün en şık bayan seçildiğinde de üstünde bu elbise vardı. Nasıl da mutlu olmuştun." "Gene en şık bayan seçecekler mi? Ama o gün herkes küpelerime bakıyordu. Ş imdi yok, bulamıyorum. Birisi aldı mutlaka... Acaba kim almış olabilir?

Aralarında kısa süreli bir sessizlik oldu. Sessizliği yaşlı bayan bozdu; "B en bu elbiseyle gitmek istemiyorum..."
"Tamam canım az sonra değiştiririz, seninle elbise seçeriz." Israr etmeyince rahatladı, sakinleşti. Sandalyeye çökercesine oturdu. Elinde sımsıkı tuttuğu beş lirayı tekrar özenle cüzdanına yerleştirdi ve sordu; "Saat kaç?" 
"Saat on anneciğim." "Benim uykum geldi, uyumak istiyorum." "Az önce konuştuk ya, Yaşam Merkezine gideceğiz, arkadaşlarınla buluşacaksın. Hani geçen gidişimizde "Burası aynı evim gibi, çok sevdiğim 'Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan' şarkısını bile dinledik" demiştin."  "Bugün boncuk dizme yarışı da var mı, gene şarkılar da olacak mı?" 

Saatlerin akrep ve yelkovanları en düşük hızda çalışıyorlardı sanki. Hafif bir esinti başlamıştı dışarıda. Anne mutfağa yöneldi, tekrar döndü;" Benim karnım acıktı, aç mı gideceğiz?" "Az önce yemekten kalktık canım, çok doyduğunu söylemiştin ya." "Ne yemek yedik??? Kafam çok karışık... Saat kaç??? Tuvalete gitmek istiyorum." Genç kadın sesini biraz yükseltti;" Saat onu geçiyor anneciğim. Az sonra bizi almaya gelecekler. Geçen gittiğimizde sen orayı çok sevmiştin, burası kimin dediğinde hepimizin demişlerdi"  "Kim gelecek, nereye gideceğiz, ne zaman gideceğiz?" 

Yaşlı bayan tekrar sandalyeye oturdu. Başını ellerinin arasına aldı, gözlerini kapattı. "Ne yapacağımı bilemiyorum. Kafamın içi karmakarışık. Yorgunum, sıkılıyorum... Tuvalete gitmek istiyorum. " Birlikte tuvalete gidip geldiler. Kızı mutfağa yöneldi. Bir bardak suyla iki tablet getirdi; "Hadi gitmeden ilaçlarını al canım."
Anne suyu içti, ilaçları el çabukluğuyla cebine koydu. Tam o sırada zil çaldı. "İşte geldiler hadi gidiyoruz"dedi kızı. Sorular ardı ardına geldi;" Kim geldi, nereye gidiyoruz, saat kaç oldu, tuvalet neredeydi...?"

Sorular, sorunlar sonsuza kadar uzayabilirdi. İnsan dediğimiz karmaşık yapı değişik zaman ve durumda çok farklı davranışlar sergileyebiliyor. İyilik hali, hastalık hali, insanı nasıl da değiştiriyor, başkalaştırıyor. Unutmak, hatırlamak, yeniden düşünmek, sorgulamak kendini, hayatı, hastalığı... 
Belki hayatı kolaylaştırmak gerek...Zor zamanlarında sevdiklerimizin yanında olabilmek, uzman kişilerden, yerlerden yardım alabilmek... Aslında işin özü bu değil mi?

Anne-kız kapıya yöneldiler; Çıkarken kapının yanındaki büyük boy aynasının önünde durdular. Genç bayan baştan ayağa kendini süzdü, yakasını düzeltti. Yaşlı bayan sadece bir göz attı. "Hadi"  dedi "hadi, çıkalım artık" Sesinde sanki yılların yorgunluğu vardı. Salonun kuytu bir köşesinde, gümüş bir çerçeve içinde, yıllar ötesinden sararmış fon kağıdıyla eski bir kadın fotoğrafı aynı anda aynaya yansıdı: Saçları özenle topuz yapılmış çok güzel bir kadın, sanki fotoğrafın içinden hüzünle gülümsüyordu...
Dışarıdaki saatler alışılmışın dışında bir hızla çalışıyorlardı . Yaşlı Yaşam Merkezine giden yolda araba da hızla ilerledi. Yağmur  çiselemeye başlamıştı... 



21 Eki 2013

GÖNLÜ VE BEYNİ GENÇ KALANLAR


Tepelerde ya da dağ yollarında koca kayaların arasından başını uzatmış bitkiler, yeşillikler görürsünüz. O cılız görüntüye rağmen kökleri öylesine güçlüdür ki, elinizle çekip koparmak isterseniz kolay kolay koparamazsınız. Bir şekilde oraya yerleşmiştir. İlacı, gübresi, bakımı yoktur. Yağmur sularıyla beslenir sadece. Yaşama direncidir onu ayakta tutan. Rüzgara, fırtınaya boyun eğmez. Bazen de yol genişletme çalışmalarında görürüz. Dev kayaların arasında, dinamitle patlatılmış yerlerde, kökleriyle açıkta kalmış, diğer yarısı kopmuş, yarım ağaç gövdeleri dikkat çeker. Sanki meydan okur o teknik güce. "Ben böyle de varım" der adeta. Direnir tüm gücüyle. Kökler öylesine güçlü tutunmuşlardır ki ağaç o koşullarda da yaşar. Herhangi bir biçimde sürdürür canlılığını...

İnsanoğlunun da ayakta kalma mücadelesi, tırnaklarıyla yaşama tutunma çabası aynı değil midir? Aynı şekilde kökler sağlam ise yıkım da çok kolay olmuyor. Bu yıldan gelecek yılları düşünüp hayal edebilenler, plan yapıp zamanını yönetenler, cesaretini, umudunu kaybetmeyenler, zorluklarla daha kolay mücadele ediyorlar. Yarınlara daha rahat, daha sağlıklı ulaşıyorlar. Beyin ve gönül durağanlık istemiyor.

Yüreği sevgiyle dolu olanlar, kendisiyle ve başkalarıyla barışık olanlar, huzurlu, sakin bir yaşamı, mutlu bir beraberliği olanlar, bir idealin peşinden gidenler, zevk aldığı, yetenekli olduğu işi yapanlar, genellikle gönlü ve beyni genç kalanlardan oluyorlar. Toplumun her alanında böyle insanlar önder oldular çevrelerine. Toplum onları  rol-model olarak benimsedi. Belki hiç karşılaşmadılar, hiç yüz yüze gelmediler ama adeta mıknatıs gibi çekim güçleri çekti insanları kendilerine:

Yaşamları boyunca ilerlemiş yaşlarına rağmen mücadeleyi elden bırakmadılar. Bedenleri yıpransa da beyinleri sağlam kaldı, yürekten sevdiler insanı, doğayı, sanatı... Bazen bir tarihçi; Turgut Özakman, bazen bir doktor; Türkan Saylan, bazen bir çevreci; Hayrettin Karaca, bir sümerolog; Muazzez İlmiye Çığ, bir müzik adamı;Nevit Kodallı, bir edebiyatçı; Yaşar Kemal, bir sanatçı, Yıldız Kenter, Tuncel Kurtiz... Ve daha adını sayamadıklarımız, unutamadıklarımız. Rahmetli olan ya da yaşayan, yaşlandıklarında dahi kendilerini yorgun hissetmeyip, enerjilerini dalga dalga çevrelerine yayanlar...

Bir de adını hiç duymadıklarımız, bilmediklerimiz var. Belki uzak bir dağ köyünde, küçük bir kentin kenar mahallesinde, adı duyulmamış bir kasabanın küçücük bir evinde, kırsal kesimde bir çiftlik evinde, sessiz sedasız sade, sakin bir yaşamı seçenler... Ama hep başkaları için çalışanlar, çevrelerini eğitmeye, yönlendirmeye kalkışanlar: Bazen bir  doktor, bir öğretmen, bir sağlık görevlisi, bir güvenlik görevlisi, ya da sade vatandaş, kendini eğitmiş, çevresine ışık saçan bir idealist. 

Adeta "yaşsız insanlar" bunlar. Saçları ağarsa, yüzleri buruşsa da , bazen iki büklüm yürüseler de, "yüreği, beyni sağlam insanlar". Köşesinde oturup dinlenmesi gereken zamanlarda dahi çalışmayı tercih eden, ayakta durmaya çalışan insanlar.Son dakikaya kadar bitmemiş işleri tamamlamakla geçiyor ömürleri. Çalışmak onları diri tutuyor adeta. Onurlular, eğilip bükülmüyorlar, gururlular, çıkarları için çaba harcamıyorlar. 

Bir yaşam süresince gönlü ve beyni genç kalan, vicdanı katılaşmayan, almadan verebilen, gazete manşetlerine değil, gönüllere taht kurmayı özleyen, kaç yaşında olursa olsun, eli öpülesi güzelim insanlar... Keşke bu insanlarımıza yaşarken gereken saygıyı, özeni gösterebilsek. Ve ölümlerinden sonra, yaptıklarından ders çıkarabilsek...



18 Eki 2013

FIRTINALI HAYATLAR...


"Öldürmeyen her yara insanı daha güçlü kılar."


Gün gelir bir fırtına eser yaşantınızda;
Birden altüst olur her şey
Dikili ağaçlar, dizilmiş taşlar yerle bir olur.
Gelip geçer sanırsınız,
Oysa sürer günler, yıllar boyu.
Ansızın bir kaza, bir hastalık, belki alzheimer,
Adını bile anmak istemezsiniz,
Ama o unutturur size adınızı bile...
Vurgun yemiş gibi olur insan,
Yıldırım çarpmışa döner bedeniniz;
Bazen beyin darbe alır, bazen yürek,bazen tüm vücut.
Her şey yerle bir olur;
Hayaller, umutlar, tüm birikimler.
Çiçekler tarumar olur,
Kuşlar hepten susar
Kedere ortak olur...
Anne, baba, eş, çocuklar, yakınlar
Herkes perişan olur.
Her şey altüst, adeta bir yangın yeri,
Geride kızgın küller kalır,
Eviniz, yuvanız bir virane olur. 
Hortum sonrası yıkıntı gibi,
Fırtına sonrası büyük sessizlik... 
Düşünce kalkmak gerek geride kalanlar için 
Ve sonra yaşamı sürdürmek, mücadele etmek. 
Gelir geçer her şey bazen delip de geçse de. 
Bir rüzgar eser hayatınızda, göz gözü görmez olur, 
Sonra güneş açar, izler kapanır, her yer pırıl pırıl
Yeniden güçlenerek dört elle sarılır insan hayata...

Makbule Abalı



12 Eki 2013

BAŞKALAŞAN HAYATLAR


ÖYKÜ

Şehre yaklaşık bir saat uzaklıkta küçük bir belde burası. Uzaktan dağlar görülüyor. Çevrede çam, katran, elma, şeftali, erik, ceviz ağaçları yeşilin her tonunu sergiliyor.Sabah kuşluk vakti. Sonbahar bütün haşmetiyle hüküm sürüyor. Bu mevsimde henüz soğuk yok, ama serin serin esen tatlı bir rüzgar var. Ağaçlarda yapraklar hafif hafif hışırdıyor. 

Tarihi çınarın altındaki kahvede birkaç masa dolu. Oturanlar oyun oynuyor, son meyve satışlarındaki karı, zararı konuşuyorlar. Köşedeki bir masada konuşulanlar farklı. 4-5 kişi heyecanla tartışıyorlar. 
"Ayşe Teyzeyi sabaha karşı gene tepenin başında bulmuşlar. Oturmuş, ağlıyormuş. Ölen babasını, eşini aradığını söylüyormuş. Oysa onlar öleli yıllar oldu."
"Bu kadıncağıza ne oldu da böyle değişti. Geçen gün evine gidenlere çay diyerek soğuk su ikram etmiş. Çayı soğuk suyla demlemiş. Bir gün de ocağı açık unutup bakkala gitmiş, az kalsın evde yangın çıkıyormuş". 

"Muhtar oğluyla konuşmuş, annesinin durumundan kaygılandıklarını dile getirmiş. O ise "yok annemde hiçbir şey, bazen ben de unutuyorum" demiş. Oysa durumu kabullense her şey daha kolaylaşacak." 
"Geçen gün topalak çorbasının içine bulgur yerine pirinç koymuş. Sonra da "bunun içine pirinçleri kim koydu diye komşularına çatmış. O Ayşe Teyze ki, düğün yemeklerinin baş danışmanıydı."
"Evinin önündeki çiçeklere gözü gibi bakardı. Oysa şimdilerde sulanmış, sulanmamış, umurunda bile değil. İçinde ot biten bir çiçeği soğan sanarak yemeğe kattığı bile söyleniyor. Bu aralar Ayşe Teyze efsane gibi oldu. Yaptıkları dilden dile dolaşıyor."

"İki gün önce de buzdolabının içindeki tüm yiyecekleri boşaltıp yerine giysilerini yerleştirmiş. Bu hastalık mı, bunamak mı, aklını kaçırmak mı, şaka mı, biz çözemedik."
"Sağlık Ocağındaki doktorumuz oğluna açıklamalı broşürler vermiş. Ayrıca mutlaka bir nörolog veya psikiyatriste gitmesini salık vermiş. Son zamanlarda onun da gözü korktu ki , yakında gideceklermiş."
"İlkokulu beraber okuduk. Sınıfın en akıllısı bu kadındı. Ne oldu böyle?"
"Geçenlerde televizyonda bir açıklama vardı; Yaşa bağlı bir hastalık bu, herkesin başına gelebilir. Zihnin yitirilmesi anlamına geliyormuş. Erken davranıp önlem almak lazım."

Rüzgar şiddetini arttırmıştı. Sonbahar ağırlığını hissettiriyordu artık. Belli ki "yaprak dökümü" insanlar arasında da sürüyordu. Dili, milleti, ülkesi ne olursa olsun, dünyanın her yerinde aynı hastalıklar farklı insanların kapısını çalıyor, hayatını bir başka yöne çekiyor, değiştiriyordu. Kahvedeki insanlar çaylarını tazelediler.Sıcak çay onları rahatlattı sanki. İçlerinde en yaşlı olan tekrar sözü aldı;
"Neyse ki komşuluk ilişkileri henüz bitmedi. Bir tas sıcak çorba, bir kap yöresel yemek dünyalara değer bazen. Bundan sonra kadınlarımız sık sık kapısını çalsınlar bari. O da zamanında hepimizin hastasına az mı koşturmuştu." 

"Yarın Bayram. Ayşe Teyze her bayramda komşularına tatlı yapar, dağıtırdı. "Şeker tadında geçsin günler, bayramlar. Hep ağız tadıyla, gönül huzuruyla yaşayın" derdi. 
"Şimdi hatırladım, çocuklara da içine lokum konmuş mendil verirdi. "Uzaklıkları yakın kılın. Beyinden beyine, yürekten yüreğe yol açın" derdi.
"O zaman yarını beklemek neden? Bu akşam biz de onun ziyaretine gidelim. Yalnız olmadığını anlasın. Geçmişteki güzel alışkanlıkları biz devam ettirelim. Çocuklarımıza da güzel bir ders olur, örnek oluruz."
"Bugün bana, yarın sana... Adı ne olursa olsun, ortak kaderi paylaşan insanların iş birliği, güç birliği hastalıkla mücadeleyi de kolaylaştıracaktır." 
"Eskiden insanlar savaşlara karşı mücadele ederlermiş. Oysa şimdi hastalıklar paylaşım bekliyor.Böylece insanın dayanma gücü de artacaktır elbette." 

Çaylar bir kez daha tazelendi. Hava daha da güzelleşmişti sanki. Rüzgar ılık ılık esiyor, öğle güneşinin ışıltısı masalara güzel bir aydınlık yayıyordu...


8 Eki 2013

ÇOCUKLARIN DÜNYASI

(Her yıl Ekim Ayının ilk Pazartesi Günü "Dünya Çocuk Günü" olarak kutlanıyor. Tüm dünya çocuklarının günü kutlu olsun.)


                                        ÇOCUKLARIN DÜNYASI

Çocuklar anlar birbirini;
Çocuk diliyle, çocukça, safça
Çocuk kalbiyle, çocuk gözüyle,
Bazen beden diliyle, sessizce, işaretle...
Ama her zaman dostça, kardeşçe, insanca,
Kırmadan, incitmeden,
Kırılmadan, gücenmeden.
Çocuklar anlar birbirini;
Dövüşmeden, savaşmadan,
Yaralamadan, berelenmeden,
Çarpışmadan, vuruşmadan,
Kansız, bıçaksız, silahsız.
Kızsa bile az sonra barışır,
Art niyetsiz öpüşüp kucaklaşır. 
Mal mülk davası olmaz,
Paraya gereksinim duymaz.
Elindekini- avucundakini paylaşır;
Yanı başındakiyle, en sevdiğiyle...
Kuşlar,balıklar, kelebekler, böceklerle konuşur,
Çiçekler, ağaçlar, hayvanlarla tanışır, selamlaşır, 
Dünyanın bütün dilleriyle,
Ya da kendi dilinde, kuş diliyle...
Yüreği kuşlar gibi hafif,
Dertsiz, tasasız, kuşlar gibi özgür.
Elinde uçurtması, sek sek taşları, bazen bez bebeği,
Oynar, zıplar,dans eder, selam verir dünya çocuklarına...
Tüm çocuklar bilir,
Çünkü, ancak çocuklar anlar birbirini...

Makbule ABALI


5 Eki 2013

YAŞ ALMAK ya da YAŞLANMAK...


Yunus Emre ömürden giden yılları ne güzel dile getirir:
"Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle gelir,
Sol göz yumup açmış gibi."

"1 Ekim Dünya Yaşlılar Günü" olarak anılıyor. Eylül ve Ekim ayları her yıl adeta yaprak dökümü gibi... Bu yıl da her yıl olduğu gibi ünlü, ünsüz pek çok insanı kaybettik. Yahya Kemal "Eylül Sonu" şiirinde şöyle seslenir:
"Günler kısaldı, Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...

Yaşlanmak ya da yaş almak insan olmanın gereği. Nasıl olduğunu çok da bilemeden, yıllar birbiri ardınca akıp geçiyor. Gün geliyor şaşırıp kalıyoruz geçen zamana. Geri getirilemeyecek o yıllarda güzel anlar, anılar çoğunluktaysa mutluluk, değilse mutsuzluk duyuyor insanoğlu. Her gün onu yaşayan kişiye özgü, her gün kişiye özel... "Önemli günler" insanı yeniden düşündürdüğü, pek çok şeyi yeniden hatırlattığı için güzel. Günler öylesine çok ki, günleri anlamlandırmak, yeni dersler çıkarmak kişinin elinde.

"Kırk yaş, gençliğin yaşlılığı, elli yaş, yaşlılığın gençliğidir." Victor Hugo böyle düşünüyor. Cahit Sıtkı Tarancı ise 46 yaşında yazdığı bir şiirinde şöyle sesleniyor:
"Neylersin ölüm herkesin başında,
Uyudun uyanamadın olacak,
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak, 
Taht misali o musalla taşında." 

Yaşlanmak ya da yaş almak, dünyaya bakışımızı da sergiliyor. "Yaşlanmak" yıpranmışlığı, çöküntüyü çağrıştırıyor. Oysa "yaş almak" daha olumlu, daha iyimser bir deyiş. Deneyim kazanmayı, olgunlaşmayı, değişimi vurguluyor. Ama sonuçta, yaş almak ya da yaşlanmak ikisi de hayatın belli bir döneminin artık geride kaldığını anlatıyor. Yaş almanın belirtilerinden biri belki de , eski alışkanlıklarından kolay kurtulamıyor insan. ..

Yıllardır süregelen bir alışkanlık; Benimsediğim şiirlerden, özdeyişlerden küçük defterlere notlar almışım. Onları zaman zaman karıştırma ihtiyacı duyarım,yeniden yararlanırım. Bir bakıma yıllar öncesine küçük anlamlı yolculuklar gibi... Oysa biliyorum ki şimdilerde internet derya gibi. Belki yeniden, yeniden düşünmek de istiyoruz. Montaigne yıllar öncesinde şöyle diyordu; "Yaşlanmanın, yüzümüzden çok aklımızda buruşukluklar yaratacağından korkarım."

Defterlerimin, kitaplarımın arasında benimsediğim fikirleriyle eski dostlarla yeniden karşılaşmak cana can katmak gibi. İnternet geçmişi; gençliğimizde okuduğumuz, notlar aldığımız, altı çizilmiş cümlelerle dolu o kitaplara ulaşamıyor ki... Oysa deftere, kitaba dokunabiliyor insan. Ve belki de o geriye dönüşler yeniden insanı eski kimliğiyle buluşturuyor, belleğini tazeliyor.

"Umutlarını ve hayallerini bırakarak bezginliğe kapılan insan artık yaşlanmıştır." John Barrymore.