23 Ağu 2013

PAYLAŞMAK


Dünyanın değişimine çeşitli canlılar bir başka biçimde ayak uyduruyorlar. Hayatlarını devam ettirme çabası, barınma, beslenme, çoğalma sorunları yüzyıllardır bazen azalarak, bazen çoğalarak sürüp gidiyor. Çevrenizi dikkatlice gözlemlediğinizde, her şey bir başka biçimde görülüyor, fark ediliyor. Bazen hayvanlardan da alınabilecek ne güzel dersler var. 

Yazın son günleri İstanbul Moda'da kuş sürüleri gerçekten izlemeye değerdi. Belki de bu gözlemlerden nice öykü, nice film yaratabilecek ustalar bulunabilirdi. Zaten" hayat" bir öyküler bütünü değil midir? 
Bu yıl kargalar ne kadar çoğalmış. Sabahın ilk ışıklarıyla seslerini duyuyorsunuz. Bazen bir çocuk ağlaması, bazen bir insan haykırışı gibi...kimi zaman irkiliyorsunuz. 

Garip ama sanki yılların kargaları biraz da evcilleşmişler. Balkon demirlerine rahatça konuyorlar. Genellikle boş evlerin damlarını, çatıları mesken edinmişler. Pike yaparak inişleri bazen ürkütücü de olabiliyor. Öylesine korkusuz, pervasız hale gelmişler ki, kimi zaman parklarda hatta yollarda rahatça dolaşmalarına tanık olabiliyorsunuz. Adeta La Fontaine masallarındaki "aptal karga" gitmiş, yerine "uysal karga" gelmiş. 

Aynı cins kuşlar arasında inanılmaz bir dayanışma, düzen ve uyum var.Sanki birbirlerinin varlığına saygı duyarak geçimini elde etme, karnını doyurma, var olma mücadelesine girmişler. Adeta bir orkestranın ahenkli çok sesliliği içinde uyumlu bir bütünlük sağlanmış. Doğanın o karmaşıklığı, gürültü ve patırtısı içinde bu güzelliği fark etmemek, hayran olmamak elde değil. Göze, kulağa, ruha hitap eden bir güzellikler bütünü... Şaşırarak beğeni ile izliyorsunuz. 

Kargaların görünmez olduğu saatlerde martılar ortaya çıkıyor. Tarihi Moda İskelesi'ne inen yoldaki balık lokantaları öğleye doğru ellerindeki balık artıklarını, kuşlara yem olarak atıyorlar. Martılara gerçek bir ziyafet bu... Sanki o saati bilircesine önce büyük martılar çatılarda yerlerini alıyorlar. Sonra adeta çığlık çığlığa diğerleri de çağrılıyor. O an nereden çıktığı belli olmayan irili ufaklı bir sürü martı , o günün sunumunu paylaşıyorlar. 

Yemek sunumu tam bir seremoniye dönüşüyor izlediğinizde; önce kanat çırpışlarını duyuyorsunuz, sonra havada süzülüşlerini görüyorsunuz. Her şey beş dakikada tamamlanıyor. Onca martı ne zaman, nereden çıktı tahmin edemiyorsunuz. Yemek bitiyor, gene yerlerine dağılıyorlar. O güzelliği görüntülemeye ya da resmetmeye zaman bile yetmiyor. Bir varlar...bir yoklar...

Dünyanın pek çok köşesindeki canlılar gibi, hayatlarını devam ettirmek için boğaz derdine düşmüşler. Ama kavgasız, gürültüsüz, paylaşmayı bilerek, birbirlerine yer açarak, fırsat vererek karınlarını doyuruyorlar. "Mutluluğun resmi" gibi "açlık ve tokluk" resmedilse idi, tablodaki mat, silik renkler giderek parlak, aydınlık renklere dönüşürdü herhalde. Açlık hüznü, çaresizliği, tokluk ise neşeyi, coşkuyu çağrıştırıyor. Kuş seslerinde bile bunu duyumsuyorsunuz.

Gün boyu varlar ama genellikle öğleden sonra, kırlangıçlar ortaya çıkıyor. Sayıca daha azlar. "Merhaba" dercesine küçük çığlıklarla geçip gidiyorlar. En son serçeler uçmaya başlıyor. "Biz de varız" dercesine ve sanki küçük olmanın bilincinde olarak, sıralarını bilerek...  Gün boyunca başka mekanlarda, damlarda, pencerelerde kendilerine ikram edilen ekmek kırıntılarını bitirmişler, uzun bir günün sonunda ağaç evlerine çekilip, yeni bir güne hazırlanacaklar. 

Ve ertesi gün, gece bitip güneşin ilk ışıklarıyla yeni bir gün başlarken, yeniden bir "yaşam uğraşı" başlayacak tüm canlılar için. Belki biraz geç, belki biraz erken... Ağaçlarla, evlerle, damlarla, çatılarla, denizlerle, doğayla , insanlarla ve kendileriyle dost kuşların da karınlarını doyurma mücadelesi hep sürecek. Birbirlerini yemeden, incitmeden, hırpalamadan paylaşacaklar yemlerini. 
Kuşlardan öğreneceğimiz çok şey var.Uçun kuşlar uçun...

17 Ağu 2013

İÇİMİZDEKİ DUYGULAR...


Unutamadığınız bazı kitaplar, sözler vardır. Zamanında not almış, bazı cümlelerin altını çizmiş, tekrar tekrar okumuşsunuzdur.Ancak o tür kitapları kitaplığınızın karanlık bir köşesinde saklayamazsınız. Beyinleri aydınlatmak için, yeri geldiğinde belleklerde yeniden yer bulacaklardır. Faruk Erem'in " Bir Ceza Avukatının Anıları" yıllar önce okuduğum ve çok etkilendiğim böyle bir kitaptı. Gerçek insan öykülerinden yola çıkarak yazılmış bir öz eleştiri idi. Hukukçuların da hata yapabileceğini, yanlış kararlar alınabileceğini öyle güzel, akıcı bir dille anlatıyordu ki. O yıllarda " Hukuk Fakültesine başlayan her öğrencinin okuması gereken bir kitap" diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Faruk Erem 10 yıl Barolar Birliği başkanlığı yapmış, Hukuk Fakültesi Dekanlığı görevinde bulunmuş. Deyişlerine katılmamak elde değil: "Hukukun en doğru tanımı şudur; Hukuk İnsanlıktır." "Bir ülkede bir tek masum kişi cezalandırılmış ise o ülkede herkes suçludur." "Hukuk insanlıktır." "Suçluyu kazıyınız, altından İNSAN çıkar."

"Adalet nedir, size ne çağrıştırıyor?" diye insanlara bir soru sorulsa herkes benzer şeyler söyleyecektir elbette. Oyun çağında bir çocuk belki de "Beni döveni dövmek" diyecektir. Bir başka çocuk belki biraz düşündükten sonra şöyle diyebilir; "Annemin bana kardeşimden daha çok süt vermesi, çünkü benim büyümem lazım."
Öğretmenin adil olması istenir. Notunu hakça veren, öğrencileri arasında ayrım yapmayan öğretmen "adil" öğretmendir. Anne-babanın adil olması, gelecekte çocuklarında da "adalet" kavramını pekiştirecektir. Yöneticinin adil olması çalışanların verimliliğini yükseltir.

Adalet duygusu güven verir insana, hayatın yolunda gittiğine dair bir teminattır, güvendir. Adaletin kaybolduğu duygusu huzursuzluktur, tedirginliktir, korkudur, güvensizliktir, endişedir.Eskiden bazı yabancı filmleri seyrederken, karar aşamasında jürinin değerlendirmelerini izler, "iyi ki bizde jüri sistemi yok" derdik. Adaletsiz bir sistem idi. Suç ve cezayı değerlendirirken hukuk emsal gösterir mutlaka, kıyaslamalar yapar. 

Bir hukukçu gözüyle değil elbette, ama sade bir vatandaş olarak da bilmek istiyor insan: Adaletin terazisi eğilince kimi insanlar da yerli yersiz eğilmeye mi başlarlar? Başı dik ve onurlu olmanın, insanın kişiliğine artı değerler yükleyeceğini öğrendik biz. Bizim kuşak yürekten inanmanın, yalancıktan inanmaktan bin kat iyi olduğunu belledi. Hiç tanımadığımız, görmediğimiz bir insanın acısı, hüznü, bizim acımız, bizim sıkıntımız olabiliyor.

Belki kadın duyarlılığıyla, belki eski bir eğitimci ruhuyla, ama en önemlisi insan kimliğimle merak ediyorum:
Gazeteleri karıştırırken, televizyonda tartışma programlarını izlerken biri beni inandırsın istiyorum. "Suç ve ceza" kavramları kafamda altüst olmuşken, onları eski yerlerine yerleştirmek istiyorum. 
Yoksa kim haklı, kim haksız, kim güçlü, kim güçsüz, kim içeride, kim dışarıda... Yargılarımızı oturtmak çok zaman alacak... 

5 Ağu 2013

BİR BEBEK GİBİ...

İnsanoğlu ne ilginç bir varlık. Canlılar arasında en uzun sürede dünyaya ayak basmaya hazırlanıyor.
 Doğum sonrası uzun bir zaman yalnız olamıyor, bakıma ihtiyaç duyuyor, yaşamını sürdürebilmesi için yardım gerekiyor. Hayatın ilk ve son evrelerinde benzer davranışlar sergiliyor. Bebeğin önünde bebeklikten yetişkinliğe uzanan koca bir ömür var. Her yeni gün yeni kazançları beraberinde getiriyor. Oysa yaşlılıkta günbegün yeni kayıplar söz konusu...

Bir bebek gibi... Bir bebek gibi saf, temiz ve masum olmak... ama yardımsız yaşamını sürdürememek.
Bir yaşlı olarak olgun, yorgun, düşkün olmak... Ve büyük ölçüde yardıma ihtiyacı olmak....
Bebek de yaşlı da aç kalınca doyurulmayı bekler, bebek de yaşlı da normal insandan daha çok uyur.
Bebek de yaşlı da tuvalet kontrolünü bilemez, bebek de yaşlı da yüksek sesten, gürültüden ürker, yumuşak sesten, sakinlikten hoşlanır. Bebek de, yaşlı da göz teması ister, sevgiye ihtiyaç duyar, dokunulmaktan hoşlanır. 

Sembolik olarak resmedilirken yeni gelecek olan bir yıl ne güzel, anlamlı anlatılır; Yeni yıl sevimli,güzel bir bebek resmiyle gösterilir. Giden eski yıl ise bastonlu, sakallı, beli bükülmüş yaşlı bir adam olarak resmedilir. Yeni doğan bebek, umuttur, heyecandır, sevinçtir, neşedir. Yeni vaatlerdir, beklentilerdir. Bir şanstır, hayatın olumsuzlukları içinde bir aydınlıktır, güzelliktir. 

Yaşlılığın da inkar edilmez güzellikleri, olumlu yanları vardır. Yaşlılık olgunluktur, deneyimler bileşkesidir, anılarda zenginliktir, dünyaya geniş bir açıdan bakmayı öğrenmiş olmaktır. Kazanılmış bir sabır deposu olmaktır. Bunca zenginliğin arasında kayıplar da olacaktır elbette; Fiziksel güç azalması, bellekte zayıflama, algı karışıklığı, alınganlık, çocuksu davranışlar sergileme, karamsarlık... Hayat yokuşunu çıkmak ne kadar çetinse, iniş de o denli karmaşık ve yorucudur. 

Bebeklik fotoğraflarında insanların değişmeyen tek yanı gözleridir. Hayata bakışın ilk belirtileri o bakışlarda gizlidir adeta. O minicik bedenlerde çocuk gözleri nasıl da kocamandır. Oysa eller ve ayaklar küçücüktür.O eller zamanla neler alıp verecek, o ayaklar ne yollar katedecektir kim bilir? Dünya kocaman, bebekler küçücük... Anne karnından sonra nasıl da yabancı bir dünya; Isı, ışık, su, yer, her şey farklı. Yaşam mücadelesi dünyaya geldiği andan başlıyor. 

Yaşlılıkta da aynı değil mi, zorlu bir uyum süreci, gene yardım beklentisi... Bebeklerin elleri büyürken bedenleri de gelişiyor. Yaşlıların boyları kısalırken elleri, yüzleri kırışıyor. Bebeklerin ayakları büyürken, yaşlıların ayakları güçsüzleşiyor. Bir tarafta gelişme, diğer tarafta çöküntü. Ancak hayat her yönden mücadelelerle sürüyor. Tagore ne güzel demiş: "Her yeni doğan bebek, Tanrının insanlardan hala umudunu kesmediğini gösterir."
Dünya dönmeye devam ederken, "yaşama savaşı" da son hızıyla devam ediyor. Ve umut hiç bitmiyor, tükenmiyor...