30 Eki 2017

ÇOCUKLUKTAN GELECEĞE...



"Bir çocuğun aldığı ilk izlenimler bütün ömrünce sürer."
                                            Heinrich Sclimann

Ekim Ayının son günlerine geldik.Sonbahar tüm yurtta hükmünü sürüyor. Cumhuriyetimizin 94. yılını da yaşadık. Yaş aldıkça Bayramların içimizde yarattığı coşku ve heyecan katlanarak büyüyor. Altı yıl sonra 100. yıl kutlamaları. Düşünmesi bile insanı duygulandırıyor. 

Tüm Milli Bayramlarda özellikle çocuk ve gençlerle birlikte olmak, onların davranışlarını gözlemek beni çok mutlu ediyor. Geleceğe yönelik umutlarım tazeleniyor, yeni hayaller kuruyorum. Yaşlıların yeri elbette ayrı ama onlarla birlikte olacağımız o kadar çok özel gün var ki. Çocuk ve yaşlıların birlikte oldukları günler de bir başka güzel.


29 Ekim günü Mersin- Mezitli'de Bircan Tüfekçioğlu Çocuk Bakım Evi kutlamalarındaydık. Anaokulu, okul öncesi çocuklarda özlediğimiz bir eğitimi sürdürüyor. Mezitli Belediye Başkanı Sn. Neşet Tarhan ve Okul Müdürü öğretmenimizin konuşmalarının ardından Tören başladı. O heyecanı, sorumluluk duygusunu, coşkuyu anlatmak çok zor. Eski bir eğitimci olarak dilerdim ki bu güzel çocukları bu farklı duygularıyla yılların ötesine çok değişmeden ışınlayabilsek.Yıllar onları törpülemese, aldıkları değerleri yitirmeden yeni değerler kazandırsa...


Fotoğraflar elbette çok şey anlatır ama duyguların tamamını aktarabilmek ne mümkün. O gün yağmur havası vardı ama öğleden sonra yağmur olacağı duyumu alınmıştı.Tören saat 10.00 da idi. Ansızın başlayan yağmur şaşırttı tabii. Bir gece önceden sipariş edilen yağmurluklar imdada yetişti. Görüntü öylesine ilginçti ki.Yağan yağmura rağmen elde şemsiyeler, sırtta yağmurluklarla  çocuk-büyük, hep birlikte coşkuyla izlenen bir tören.

 Her yüz farklı bir öykü yazıyordu adeta. Babaların kucaklarında gelen henüz 1 aylık bebekler vardı. İnsan davranışları nazik ve ölçülüydü. 

Biz törenin sonuna kadar kalamadık ama o gün, belleklerimizde çok farklı anılarla yer edecek. Kutlamada emeği geçen tüm adsız kahramanları yürekten kutluyoruz. Kuşaklar boyu bu tür güzel etkinliklerin aynı coşku ve heyecanla devam etmesi dileğiyle...




22 Eki 2017

İÇİMİZDEKİ ŞİDDET...



Nasıl oldu da toplum giderek şiddeti daha çok benimsedi, başkasına zarar vermeyi kanıksar hale geldi? 
Yolda giderken aniden duyduğunuz bir sesten irkiliyor musunuz?
Gece havai fişek seslerini silah sesleri gibi algılıyor musunuz?
Bir çocuğun başını okşamak istediğinizde aniden başını çekiyorsa, tokat atılacağını sanıyorsa,
Her gün gazetelerin üçüncü sayfasında birkaç cinayet haberi okunuyorsa,
Televizyon dizilerindeki şiddet sahneleri aynen gerçek hayatta da uygulanıyorsa,
Filmlerde insanın insana yaptığı bütün acımasızlıklar vahşice sergileniyorsa,
Aileler arasındaki çatışmalar, kavgalar bütün acımasızlığı ile ekranlardan teşhir ediliyorsa...

Şiddeti kınarken giderek şiddete alıştık adeta. Günlük hayatımızda şiddetle iç içe yaşıyoruz. Çok yüksek sesle konuşmalar, fren ve korna sesleri, iş makinelerinin gürültüsü. Yüksek ses ya da küfürlü konuşma, hakaret, aşağılama hep şiddet örnekleri değil midir?

Bir harfi yazamadı diye 1. sınıftaki öğrencisini cetvelle döven öğretmen, küçük bir hatadan ötürü çırağını kıyasıya döven esnaf, ayrılmak isteyen eşini iki akrabasıyla birlikte döverek hastanelik eden koca...

Televizyonlarda bir şiddet fırtınası eserken çocuklar-gençler bu olumsuz örnekleri hafızalarına kazırken rol-model olarak benimseyebilecekleri kişilikler neredeyse yok denecek kadar azalmışken şiddet tüm boyutlarıyla sürmez mi?

Toplumca sakin, mantıklı, nezaket kuralları içinde, hakaret içermeyen konuşma ve davranışlara ihtiyacımız var. Sesler, çığlıklar sadece kulaklarımızda yankılanmıyor. Yüreğimizde, beynimizde, içimizde adeta patlamalar yaratıyor.


17 Eki 2017

HAYAT DA BİR SINAV DEĞİL MİDİR ?



Son günlerde gene hep sınavlardan söz eder olduk. Sınav uygulamalarını bir türlü rayına oturtamadık. Gençler için yaşamın içinde önemli bir adım; geleceğini planlamak, bir meslek ve okul seçmek, bunun için hazırlanmak... Gençler adına kararlar alınıyor, planlar yapılıyor, yeni bir sistem oluşturuluyor. Ama asıl konuyla ilgili gençlere, uygulayıcı öğretmenlere hiç danışılmıyor. 

Yükseköğretime girişle ilgili yeni bir sistem oluşturuldu ama kafalardaki pek çok sorunun cevabı yok. Birkaç ay sonra sınava girecek öğrenciler değişimi yeni öğreniyorlar. Sorduklarında öğretmenleri de yeterince açıklama yapamıyorlar. Onlar da önce öğrenecekler, sonra öğrendiklerini aktaracaklar.Açıklamalardaki boşluklar nasıl doldurulacak, henüz bilinmiyor.

Önce "Sınav kalkacak" denmişti. Sonra "Hayır, sınav var " dendi. 
O zaman tam bir karmaşa yaşanırdı. Adaylar hangi ölçülerle belirlenecekti? Son uygulamada 4 yanlış 1 doğruyu götürmüyordu. Rastgele şansına işaretleyenler oluyordu. Acaba şimdi nasıl olacak?
Bu konuda henüz bir açıklama yapılmadı.

Sınavın kısaltılmış adında harfler yer değiştirdi. Önceden LYS (Lisans Yerleştirme Sınavı) ve YGS (Yükseköğretime Geçiş Sınavı ) idi. Şimdi YKS (Yükseköğretim Kurumları Sınavı) oldu. Bir günde sabah ve öğleden sonra iki sınav yapılacak. Sabah oturumunda 40'ar sorulu Türkçe ve Temel Matematik soruları olacak.Öğleden sonra oturumunda 40'ar soruluk 4 test (Türkçe-coğrafya-Sosyal Bilimler- Matematik ve Fen Bilimleri olacak. 
1.Oturum sınava %40, ikinci oturum %60 oranında katkı sağlayacak.Okul başarısının katkısı (O.Ö.B.P) eskiden olduğu gibi uygulanacak.

Hayat da bir sınav değil midir? Sadece okul ya da meslek seçerken değil, güvenilir bir hayat arkadaşı seçerken, imkanlar varsa ev veya araba alırken, arkadaş seçerken, hastalığınızda doktor belirlerken, çocuğunuza öğretmen ya da okul seçerken şartları hazırlıyoruz ama sonuçta nelerle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. İyi ya da kötü sonuçlar, bizi mutlu veya mutsuz eden girişimler, hepsinde bir   sınav deneyiminden geçmiyor muyuz? Hayat da bir sınav değil midir? Ama koşulları bilirseniz ona göre önleminizi alırsınız, her sınavda asıl sorumlu biziz.

Hayat sınavlarında başarılı olabilmemiz için gelecekle ilgili öngörülerimizin olması, plan-program yapılması, olumlu-olumsuz örneklerden yararlanılması düşünülebilir. Henüz sınav tarihi bile belli değil, ana hatları netleşmemiş. Kimse tam bilgi sahibi değil.
Oysa bizler gençlerin sağlıklı kararlarla başarılı olmalarını bekliyoruz.Daha güzel bir ülke için onlara güvenmek istiyoruz.


10 Eki 2017

FARKINDA OLMAK...



Kocaman bir dünyada küçücük bir yer kaplıyoruz. Hepimiz bir başka yerde, bir başka konumda ayak uydurmaya çalışıyoruz dünyaya. Hiçbir şey durağan değil. Etrafımızda olup bitenin farkında olmaya çalışıyoruz. Belki bazen görmüyoruz, bazen duymuyoruz. Oysa her şey yanı başımızda. Çoğu şeyi biliyoruz belki, çoğu şey tanıdık geliyor. Ama fark etmediğimiz, bakıp da göremediğimiz, görüp de anlamadığımız bir sürü şey var. 

Dünyamıza, yaşadığımız çevreye yabancılaşıyoruz adeta. Yıllardır orada olup da yadırgadığımız, şaşırdığımız, sindiremediğimiz, belki de sonra alıştığımız, kanıksadığımız ne çok şey var; İyi- kötü, güzel-çirkin, acıklı- komik birçok şey. Ta çocukluktan beri gördüğümüz ama fark etmediğimiz insanlar, görüntüler, manzaralar, olaylar...

Daha dikkatli, daha duyarlı bakışlar gerekli belki de. Bazen sözlü bir uyarı, belki farkında olduğumuzu belirten bir bakış. Nasıl davranmalıyız...? Fark ettiğimiz halde tepkisiz kalmak mı? "Adam sende'cilik" ya da "Beni ne ilgilendirir" tepkisi mi? Görmezden gelmek mi, başımızı çevirmek mi? Hep çekinmek korkmak mı? Güçsüzün güçlüye yenik düşmesi mi? Haber saatlerinde yeni bir habere konuk olmak mı? Hastane raporlarında yeni bir olay kaydı mı?

Biz böyle değildik, nasıl bu hale geldik? Dünya mı daha hızlı dönüyor, biz mi ayak uyduramıyoruz? Her meslekte, her olayda iyiler de, kötüler de var; Çocuklara sevgi ile yaklaşması gereken bazı öğretmenler neden acımasızca dayağa başvurur? Neden çocuktaki değişim fark edilmez? Çocuk nasıl korkutulmuştur da olan biteni anlatmaz? 

Korunmaya alınan kadınlar yeniden saldırıya uğradığında komşuları ya da yakınları hiç mi ses duymaz? Feryatları sokakları inletirken neden kimsecikler görünmez ortalarda? Bazen düğünlerde en mutlu anlarda tehlikesi hiç düşünülmeden silah atılır, mutluluk mutsuzluğa dönüşür? Bazı adetler vazgeçilmez midir? Hayvanlara yapılan eziyetler, insanlık dışı davranışlar onlarda kalan yaralar kadar insanda da vicdan yarası oluşturmaz mı?

Trafikte karşıdan karşıya geçen yaşlılar veya çocuklar, bir grup insan varsa ayağını gazdan çekip beklemek insanca bir davranış değil midir? Araba veya motor kullanırken gecenin geç bir saatinde gaza ve frene aynı anda basarak keskin fren sesi çıkarmak neden bazı gençlere büyük haz verir? Okulların önünde çocuklarının çıkışını beklerken, onların etkileneceğini bile bile sigara içen veliler; Tiryakilik 5-10 dakika beklemeye izin vermiyor mu? 

Pazardan aldığınız bir sebze veya meyve poşetinin altına birkaç tane de çürüğünden atmak adetten midir? Hayvanlara yapılan eziyetleri, insanlık dışı davranışları kınıyor ve yapanları uyarıyor muyuz? Kötü davranışları uyarırken güzel davranışları da fark edip takdir ediyor muyuz? 

Dünya; fark edebilen, farkına varan duyarlı insanlarla güzel.Bazen nasıl da güzel şeyler gerçekleşir; Ayakları ya da kolları olmayan Milli Futbol Takımımızın Avrupa Şampiyonu olması ne harika bir sonuçtur, ne büyük başarıdır. İstanbul'da bir okulda çocukların empati yapmalarını sağlamak amacıyla  işaret dilinin zorunlu dil haline getirilmesi. Ah çocukları örnek alabilsek. Biz örnek olamayınca bazen onlar bize örnek oluyorlar.

Belki bazen farkında olsak da tepki göstermeye korkuyor, çekiniyoruz. Kimin ne zaman ne yapacağı belli olmayabiliyor. Yardım etmeye çalışanın da arada kaldığı bir olaylar zinciri ürkütüyor. Kim haklı- kim haksız, kim suçlu- kim suçsuz anlaşılamıyor.
"Farkındalık" daha güçlü bir kişilik geliştirdiği gibi daha iyi bir bilinç ve daha güzel bir dünyaya zemin hazırlıyor. 






1 Eki 2017

İKİLİ HAYATLAR... (ÖYKÜ )



Eylül sonu olmasına rağmen yanıltıcı bir hava ile yazdan kalma bir gündü. Ancak yerlerde sürüklenen yapraklar sonbaharın belirtisiydi. Tam yürüyüş havasıydı. Deniz çarşaf gibiydi.İnsana huzur veren bir görüntüsü vardı. Rengi her zamanki gibi Akdeniz mavisi renginde, pırıl pırıldı. Güneş ışınları denizle küçük oyunlara girişmişlerdi. Sahilde uzun zamandır devam eden inşaat bitmek üzereydi. Gene de yola dikkat ederek yürümek gerekiyordu. 

Uzun sahil şeridinde hızımı almışken birden onları gördüm, yavaşladım. Farklı bir görüntüleri vardı. Arkadan bakınca bir bağlılık tablosu gibiydiler. Kol kola, omuz omuza bazen el ele yürüyorlardı. Yaşlı olmalarına rağmen liseli aşıklar gibi bir görüntüleri vardı. Ağır-aksak adımlarla zorlukla yürüyorlardı. Bazen ayaklarını sürüyor, bazen duraksıyorlardı. Bedenin yükünü onca yıl çeken ayaklar da bazen isyan eder diye düşündüm...

Yaşlı erkeğin elinde şık bir baston vardı. Ama sanki baston onu değil, o bastonu taşıyordu. Yaşlı kadının gözü onun ayaklarındaydı.  Arada çok yumuşak bir ses tonuyla :"Aman dikkat et, çok hızlı yürüme" uyarıları geliyordu. Oysa o kadar yavaş yürüyorlardı ki. Hızımı iyice yavaşlatmıştım. Konuşmalarını duyuyordum. Hayat adlı bir oyunda bir anlamda hayat dersi alıyordum. Özünde belki bir dram vardı, bilmiyordum...

Biraz ileride küçük bir çay bahçesi vardı. O tarafa doğru ilerlediler. Ben de arkalarından içeriye girmekten kendimi alamadım. Biraz çekinerek yanlarındaki masaya oturdum. Eşlerden yaşlı bayan birden beni fark etti: "Siz de yoruldunuz galiba. Masamıza buyurun, çayı birlikte içelim." Ne güzel bir çağrıydı bu. Hemen masalarına geçtim.

Yaşlı kadın günlerdir konuşmaya susamış gibi hemen konuşmaya başladı: "Güzel havalarda yürüyoruz. Birlikte geçen 50 yıl. Çok güzel günler, aylar, yıllar yaşadık. Ama artık eskisi gibi değiliz. Ağır çekimde gibiyiz diyorum çocuklara telefonda. Gerçi bazen telefonda bile çok zor görüşüyoruz. Eskiden biz arardık, şimdi aranmayı bekler olduk. Akıllı telefonların aklına ayak uyduramıyoruz. Bazen komşular geliyor, zili zor duyuyoruz. Bütün alıcılarımız kapandı adeta. Kendi içimize kapandık."
Durdu, derin bir nefes aldı. Konuşmaktan yorulmuştu sanki.

Bu arada yaşlı bey incitmekten korkarcasına eşinin omuzuna dokundu: "Canım, çıkarken yemeğin altını kapatmış mıydın?" Eşi belli belirsiz gülümsedi: "Artık kontrolü öğrendim bir tanem. " Ve açıklama yaptı: "3 defa tencerede yemek yaktım. Bir kere ütüyü unuttum, bir pantolon yandı. Ev yanmadı neyse. Yangın çıkmasından çok korkuyorum..."

Konuşma sırasında onları inceleme fırsatını buldum. Yaşlı bayan daha hakim pozisyondaydı. Muntazam taranıp topuz yapılmış kırlaşmış saçları, makyajsız yüzü, ojesiz tırnakları... Yüzünde yılların çizgileriyle öyle asil bir görüntüsü vardı ki. Eşi konuşurken gözlerinin içine bakıyor, zaman zaman elini tutuyor, bir bebeği korur gibi karışıyordu: "Canım çayı çok sıcak içme. Şeker atma, zararlı biliyorsun..." 

Üzerinde petrol rengi bir eşofman vardı. Küçük bir fuları boynuna sarmıştı. Erkek kadından biraz daha zayıftı. Yeni traş olmuş gibiydi yüzü. İkisi de bakımlı ve temiz görünümlüydü. Bir zamanlar kim bilir nasıldılar diye düşündüm. Güzellik zamana yenik düşüyor ama yüzlerdeki bu ifadeler silinemiyor. Yıllar sonra da birbirine bu kadar düşkün olan bir çift, bir zamanlar kim bilir birbirlerine nasıl da aşıktılar...

İkisi de adeta siyah-beyaz bir filmin kareleri gibiydiler. Bu rengarenk dünyada iç dünyalarını tanımayanlar için belki soluk, renksiz hatta anlamsız bulunsalar da tanıdıkça, gözledikçe, hayatı olgunlukla sindirmiş derya gibi insanlar olduklarını düşünüyor insan. İkili dünyalarında insanlık hallerini unutmadan, dış dünyayla bağlantıyı kesmeden geçmişten güç alarak hayata uyum sağlamaya çalışıyorlardı. Sevgi olunca hayatın zorlukları da en aza iniyordu.Sevgi cankurtaran gibiydi o koca okyanusta. Düşündüm: sevgi ne çok anlam yüklüydü, ne çok değeri içinde barındırıyordu;
dayanışma, paylaşma, vefa, sadakat, güven, koruma...

Masaya bir sessizlik hakim oldu. Yaşlı çiftten izin istedim, ayrıldım. Gidilecek daha çok yolum vardı. Bu sabah güzel insanlar tanımış, önemli hayat dersleri almıştım. Bazı hayatlara tanık olmak yolumuzu-yönümüzü de belirliyor. 
Yürüyüşüme daha yavaş başladım. Hava mı serinlemişti, ben mi üşüyordum...? İçimin ürperdiğini hissettim...



1 Ekim Dünya Yaşlılar Gününde tüm yaşlılara saygıyla...