6 Oca 2011

OKUR-YAZAR OLMAK

"Yetişkinler için okuma-yazma kursları" ya da daha güzel deyişle "Haydi ana-kız okula"... Bu duyuruları zaman zaman panolarda gördüğümüzde aynı anda iki duyguyu birlikte yaşarız; sevinç ve hüzün, mutluluk ve keder, coşku ve iç burukluğu... "Güzel, ama neden yıllar sonra, neden bu kadar gecikmeli" diye düşünmeden edemez insan. Ve bu kurslar belirli zaman aralıklarıyla hep açılır, öğrencisi hiç bitmez. 
Bu durumda çocuk veya çocuklar okulda "öğrenci" iken, evde "öğretmen" rolünü üstlenecekler, annelerinin ödevlerine de yardımcı olacaklardır. Anneleri otobüse binerken kimselere sormayacaktır artık, hastane koridorlarında poliklinik ararken zorluk çekmeyecektir, hatta ona sorulduğunda cevap verebilecektir. Daha azimli olanlar belki yola devam edecek, dışardan okul bitirme sınavlarına katılmayı deneyecektir. 

Kendini geliştirmek-yenilemek-hayata ayak uydurmak adına gerçekten ne güzel, sevindirici, mutluluk verici... Ancak neden bu kurslara katılanların neredeyse tamamı kadındır... Zamanında okula gidemeyen erkekler askerlikte "okur-yazar" belgesi almışlardır. Kadınlar yıllar sonra o gecikmeyi telafi edebilirler ancak. 
"Okur-yazar olmak" her ülkede aynı şekilde anlaşılıp, yorumlanabilir mi acaba? Okumak; okuduğunu anlamak, algılamak, yorum ve kıyaslamalar yapabilmek, anlam katabilmek... Yazmak;  düşüncelerini sembollerle anlatmak, fikirlerini anlaşılır kılmak, iletişim sağlayabilmek... 


Bir zamanlar okullarımızda Türkçe, Edebiyat derslerinde sözlü ve yazılı kompozisyon çok önemliydi. Ödev hazırlamak ayrı bir zaman ve emek isterdi. Önemli yazarlardan kitap özetleri çıkarmak için kitabı mutlaka okumak, yorumlayıp aktarabilmek gerekirdi. Basmakalıp hazır ödev kitaplarından kopya etme ya da internet sayfalarından her aradığımızı bulma lüksü yoktu. Günümüzde özel günlerde mesaj gönderme bile standartlaştı. Belli modeller arasından seçip yollamak sizin beğeninize kalmış. Kolay yoldan gitmek isterken, yaratıcılık da yok oluyor. 

Sınavlarda Türkçe sorularında en çok zorluk çekilen bölüm "paragraf soruları". Çünkü paragraf soruları; okumayı, anlamayı, yorum yapabilmeyi, sorgulamayı gerektiriyor. Analiz ve sentez yapabilmeyi zorunlu kılıyor. "Yazım yanlışları" ikinci başarısızlık alanı. Bilgiyi depolamak önemsendiğinden ayrıntılar atlanıyor. Sınavlarda, seçenekler çerçevesinde ne kadar "doğru cevap" varsa o denli başarılı sayılıyor çocuk ve gençler. Oysa, hayat boyu gördüğünü-duyduğunu-okuduğunu doğru anlayıp yorumlamakla sürüyor her şey. 


Yorgun insanlar dünyasında okumak yazmaktan çok, dinlemek-izlemek tercih ediliyor belki de. Kıraathaneden çok kahve deyişi o yüzden yaygın. İstanbul'da 300 civarında kütüphane olduğu bilgisi veriliyor. İstatistikler her şeyi açıklamıyor elbette, doluluk oranlarını da bilmek istiyor insan. Bazı yörelerde okul kütüphaneleri ihtiyaç nedeniyle ek dersliklere dönüştürülüyor. Ders kitaplarının dışında da kitap okuyan, okumayı-yazmayı benimseyen gençleri görmek nasıl da mutlu ediyor insanı. Bazı anne babalar çocuklarının kitap sevmediğinden yakınırlar. Zorla, sevmeden, örnek görmeden bir şeye kolay kolay başlamaz ki çocuklar. Alışmamışsa, doğum gününde verilen bir kitap bile mutsuz edebilir bir çocuğu...


İnternet ortamının dışında kitapları görmek, dokunmak, karıştırmak farklı bir duygu elbette. Bazen kitap almaya maddi güç yetmese de, büyük kentlerde "sahaflar", küçük kentlerde ise "eski kitap alım-satım dükkanları" vardır. Asıl oralarda gerçek kitap kokusunu duyar, kitaplarla iç içe geçmiş yaşamların farkına varırsınız. Sizin elinizde tuttuğunuz kitabı, zamanında bir başkası da okumuş, küçük notlar almış, duygularını aktarmıştır. Yıllar öncesine, insandan insana yeniden bir köprü kurulur adeta... 
Okullarımızda ilköğretimin ilk yılında yıl sonunda, çocukların okumayı öğrenmiş olmalarını kutlamak amacıyla "okuma bayramı" düzenlenir. Kitaplarla, okuma ve yazmayla ilgili barışıklık, keşke o yıllardaki güzellikle sürse hep. 


Özellikle ilk gençlikte düşünceleri günlüklere ya da küçük kağıtlara yazmaktan hoşlanır gençler. Teşvik edilerek yönlendirilseler zamanla daha da geliştirebilirler yazma tutkularını. Onların içlerindeki coşkuyu, enerjiyi, yaşama tutunma arzusunu yeteneklerine uygun biçimde yönlendirebilsek...
 Günümüzde en yoksul evlerde bile televizyon, çok önemli bir iletişim aracı. çoluk-çocuk, genç-yaşlı üç saatlik dizilerde kendini buluyor, ekrandaki hayatın türlü çeşitli yönlerini ta içinde yaşıyor adeta. Geçim kaygısı, aldatmalar, aile içi şiddet, korku ya da kahramanlık öyküleri... Hayat dizilere, diziler hayata yansıyor;"7 yaş üstü, 18 yaş üstü, korku-şiddet içerir..." deyişleri bile çok dikkate alınamıyor. Okumaya-yazmaya hiç zaman yok...


Televizyon ve radyolarda zaten sayısı çok az olan kültür-sanat programlarının, yarışmaların izleyicisi diğer programlardan düşük. Tiyatro sanatçılarının oyun ve yorumuyla, "arkası yarın"larla biterdi eski radyo programları. Şimdiki diziler "az sonra" ile devam ediyor ve hafta içi tekrarlarla hiç bitmiyor. Dizinin adını ve oyuncularını bilenler, eserin yazarını, kitaplarını hiç tanımıyorlar, ekranlarda sorulan sorulara verilen cevaplar insanın içini acıtıyor. 


Görsel ve işitsel olarak bir şeyi anlamaya çalışmak önemli elbette. Ama okumak-yazmak daha kalıcı, insanın kendisiyle baş başa kalmasını, içsel yolculuklar yapmasını da sağlıyor. Yazmak zaman ve emek istiyor, ilgi ve çaba gerektiriyor. Her konuda yazım kuralları uygun ve yerinde kullanılmazsa, düşüncelerin aktarımı da yanlış anlaşılabiliyor. Özellikle çocuk ve gençlerin okumayı-yazmayı bir tutku olarak benimsemeleri, sürdürmeleri geleceğe yapılabilecek ne büyük bir yatırımdır. Kendine güvenmeyi, seçici olmayı, insana sevgi ve saygı duymayı, kendinden başkalarının da olduğu bir dünyada yaşadığının bilincinde olmayı ancak öyle öğrenebilecektir yeni kuşaklar.


"Okumak" konusunda ünlü şair-yazar Goethe şöyle diyor: "Okumayı öğrenmek sanatların en gücüdür. Hayatımın seksen yılını bu işe verdim, gene de kendimden memnun  değilim." Tüm uzun ve zor yollar; önce yol gösterme ile başlayıp, gönülden destek verenlerle, cesaretle sürdürülmez mi? Her insanın özünde kabul görmek, onaylanmak vardır. Ama özellikle bu durum gençlerde daha ağır basar. Okulda duyarlı bir öğretmenin öğrencilerini yönlendirmesi ve yüreklendirmesiyle nice gizli yetenek ortaya çıkarılabilir.
 Bazen bir panele, bir kitap fuarına katılabilmek, bir şiir ya da kompozisyon yarışması, bir öykü denemesi... Sonuçta hepsi bir beyin jimnastiğinin başlangıcı değil midir...?

Gerçek anlamda "okur-yazar" olmak, zor ve uzun bir süreç elbette. Ancak toplum olarak bunu geliştirmeye öylesine ihtiyacımız var ki. Kuşaklar arası ya da insandan insana "sağlıklı iletişim", böylece daha sağlıklı bir yol izleyebilir belki...

2 yorum:

  1. Merhaba,
    Tüm okurları, özellikle de gençleri bilgilendirici, yönlendirici yazılarınızı okuyorum. Düşüncelerinize katılıyorum. Başkaları bilgisayar okur yazarlığı, insanları ve doğayı okuma çalışmaları gibi çalışmalara yer verirken bizler uyuyoruz. Uyandırma çabalarınızda başarılar dilerim.
    .....
    Merhaba,
    14 Şubat Dünya Öykü Gününde DAMLA/ ÖYKÜ ÖZEL SAYISINI çıkarmayı düşünüyoruz. Bu konudaki çağrımız “Bloglardan Seçmeler”de yayınlandı. Özel sayı için öykülerinizi göndermenizi önemle rica ediyoruz.
    Not: Sitemizi ziyaret edenlerin sayısı sınırlıdır. Biz de birçok siteye ulaşamıyoruz. Onun için de yardımlarınızı bekliyoruz. Bu etkinliğe katılmaları için bloglarda yazanları teşvik ederseniz memnun olurum.
    İyi günler dileğiyle.

    YanıtlaSil
  2. İyi görüşlerinize teşekkürler. Sanırım okuma-yazma tutkusunun temelinde; daha iyi, daha güzel, daha insani bir dünya özlemi de yatıyor.

    "Öykü özel sayısı" için kısa bir öykü denememi göndermek isterim. Çalışmalarınızda başarılar dileğiyle.

    YanıtlaSil