26 Mar 2014

TERCİHLERİMİZ...


Hayat boyu çeşitli durumlarda, olaylarda yol alırken önümüze ne çok seçenek çıkar. Kararlarımız kişiseldir. Ama çevremizde bu kararı etkileyen pek çok insan, pek çok farklı durum olabilir. Kararlarımızda bazen yıllar ötesinden bilinçaltı birikimlerimiz etkilidir. Bazen zevklerimiz, sevdiklerimiz, alışkanlıklarımız, yılların getirisi-götürüsü, çocukluk-gençlik  hayallerimiz, hayal kırıklıklarımız... Hepsi tercihlerimizi şekillendiren etkenler... Hayatımızda karar vermemiz gereken, seçim yapmamız istenen ne çok şey var.

Pek çok konuda tercih yaparken ölçümüz ne, neye göre tercih yapıyoruz diye düşündüğümüzde;İnsanız, hiçbirimiz bir diğerine tıpatıp benzemiyoruz. Yaş, cinsiyet, öğrenim durumu, sosyal çevre, ekonomik durum, hepsi tercihlerimizi etkiliyor. Bazen çeşitli baskılar nedeniyle sağlıklı tercih yapamayan veya kendi kişisel tercihinden haberdar olamayan bireylerimiz de var. Doğru kararlar insanı mutlu ederken, yanlış kararlar da mutsuz edebiliyor. İş seçimi, eş seçimi, okul seçimi, meslek seçimi,  bir insanın hayatının yönünü değiştirebiliyor. Ev seçimi, giysi seçimi, renk seçimi, yemek seçimi gibi daha küçük kararlar zaman zaman değişebiliyor. 

Toplumda pek çok farklı konuda, farklı kişilik yapısındaki insanlarda çok farklı tercihler sergilenmesi de doğal: Kimisi bir otoriteye karşı doğru bildiğini uygun biçimde savunur. Ama kimisi de hep "evet efendim" der. İçinden isyan etse bile susar. Çıkar ilişkileri cevap vermesine engeldir. Kimisi çok kişiyle arkadaş olup, samimi olmayı tercih eder. Bazıları da daha az ama güvenilir dostu olsun ister. Kimisi dostlarını tercih ederken sır tutmasına özen gösterir.Dürüst olması, yalan söylememesi önemlidir. Kimisi de özellikle dedikodu yapacak bir arkadaş arar.Uzun zamanlı düşünmez, günü değerlendirir.Bir insanı tanımak, büyük ölçüde onun tercihlerini, seçimlerini bilmekle de ilgili olabilir. Örneğin renk tercihleri de kişiliğin bir göstergesi olabilir; pastel renkler veya parlak renkler... Mavi ya da kırmızı, turuncu veya yeşil, beyaz ya da sarı... 

Bazı değerler kimimiz için çok önemlidir; Onur, namus, saygınlık, vicdan, merhamet. Bazıları için de bunlar ikinci hatta üçüncü dereceden değerler arasında sıralanır. Maddiyat, para, konfor, güç ve çıkarlar daha önde gelir.  Kısa zamanlı, geçici mutluluklar bazılarını mutlu ederken, kimimiz de uzun zamanlı sağlam beraberlikler arıyoruz. Herkesin tercihi kendince geçerli elbette. Tercihlerimiz alışkanlıklarımıza dönüşebiliyor. Tercihlerimiz vazgeçilmez saplantılarımızın göstergesi olabiliyor. İlgilerimiz, dinlenme-eğlenme tarzlarımız hep tercihlerimizle bağlantılı. Kimimiz kitap okumaktan zevk alırken, kimimiz sinemada olmayı hayal edebilir, bir diğeri müzikli bir ortam arar. 

Dört mevsimden biri bizim için daha yaşanabilir gelir, ama tüm mevsimlerde de güzel bir taraf bulabiliriz. Zıtlıklar içinde de hayatı yaşanabilir kılmak, mutlu olmak mümkün. Tüm tercihlerimizde kendi seçimimizi yapmak ancak başkalarını tedirgin etmeyecek biçimde tercihlerimizi geçerli kılmak... Kendi alanımızı belirtmek , bir başkasının alanına müdahale etmemek.Uygarlığın ve demokrasinin kıstaslarından biri de bu değil midir? 

Kararlarımızda; kişisel sorumluluğumuz, aklımız, mantığımız, duygularımız, deneyimlerimiz hepsi işin içine giriyor. Bazen tüm hayatımız olumlu ya da olumsuz etkilenebiliyor. O yüzden kararlarımızla ilgili kişisel pişmanlıklar da bize ait.İnsan gibi, insanca, insan olarak tercihlerimizi kullanabilmek. Karşıt düşünceleri savunsak bile uygar bir dille, aşağılamadan,hakaret etmeden, kaba güç kullanmadan "Ben de varım, ben de bireyim." diyebilmek...  İnsan insana olmak, yüz yüze bakabilmek, çocuklara, gençlere, gelecek kuşaklara  örnek olabilmek başka nasıl mümkün olur?

Tercihlerimiz "bizi biz yapan" özellikler. Çok yönlü düşünerek bağımsız ve doğru kararlar alabilmek, insanı mutlu kılar. Kendi yargılarımızla, özgür irademizle kararlarımızı verebilmek, kendimize öz saygımızı   sürdürebilmeyi de sağlayacak...





12 Mar 2014

ZAMANSIZ ÖLÜMLER...



"Çocuklar öldürülmesin" diyordu Şair..".Çocuklar öldürülmesin..." 
Oysa önce çocuklar öldüler, öldürüldüler...
Boylarından büyük mezarlara gömüldüler,
Birer ikişer göz göre göre, dünya alem önünde.
Bazen bir tekme ile, bir cop ile öldüler,
Tekme izi vardı... ama kim attı bulunamadı.
Kimse görmedi, kimse duymadı, kimse bilmedi... 
Tehlikeli kimyasal gazı yüze, göze püskürtmek serbest,
Gaz maskesi taşımak suç sayıldı. 
Yüzlerce plastik kapsülden kaçı suçlu, kaçı suçsuz, 
Kaçı göz çıkardı, kaçı baş yardı, hiç bilinemedi...
"Genç nüfuslu ülke" olarak bilinen bir ülke,
İnadına çocuklarını öldürmeye koyuldu.

Kadınlar, çocuklar kurban edildi birer ikişer,
Henüz yaşanmamış günleri vardı oysa .
Karlı yollarda çuvallarla taşındı cenazeler, 
Güneşli bahar günlerinde yoğun bakımdaydılar.
Mevsimler akıp geçti, yaz günlerini göremeyecekler.
Kimisinin bıyıkları bile terlememişti,
Kimisi daha ilk sakal tıraşını  olmamıştı. 
Kimisi "çapulcu" sayıldı, kimisi dışlandı. 
Sopalar indi kalktı, indi kalktı...
Vuran kimin eliydi, bilinemedi. 
Suçlular aramızdaydı, bulunamadı, 
Kim suçlu, kim suçsuz, kim haklı, kim haksız anlaşılamadı...
Arkası arkasına geldi ölümler,
Küçük zayıf bedenler kocaman tabutlara yerleştirildi.
Gözlerden yaşlar süzülürken, acıdan katılaştı yürekler...
Boğazlar boğum boğum oldu, ses tükendi,
"Genç nüfuslu kocaman ülke" zamansız ölümlerle birden yaşlandı...

                                                       Makbule ABALI


7 Mar 2014

YAYLA KADINLARI...


Kadın, erkekten daha ayrıcalıklı olarak dünyaya gelmiş. Her şeyden önce anne olabilme özelliği var. Beden yapısıyla belki daha dayanıksız, daha nazik ama çok yoğun yaşayabildiği duyguları var. Daha kırılgan, daha naif. Ancak pek çok işte erkeklerle beraber çalışabiliyor. Onların yaptığı işlerin üstesinden gelebiliyor. Aynı zamanda evini çekip çeviriyor. Gerektiğinde belediye otobüslerinde şoförlük yapıyor, inşaat işinde çalışabiliyor, pilotluk yapabiliyor. Hayvan otlatıyor, dağa tırmanıyor, futbol oynuyor. Beden gücü, akıl gücü, deneyim gerektiren tüm işlerin üstesinden gelebiliyor. 

Kadınların günü tek bir güne indirgenemez elbette. Aslında onların elinin değmediği, emeğinin olmadığı gün yok. Ama o bir gün, "Kadınlar Günü" gereken değeri pek de vermediğimiz kadınlarımızı daha derinden düşünmemize vesile oluyor belki. Daha güçlü olarak onları anıyoruz, farkındalığımız artıyor belki de. 

Yayla kadınları hep bana ilginç gelmiştir. Zor doğa koşullarında yoktan var ederler, kadının varlığını, gücünü kanıtlarlar. Yaşamın acımasız koşullarında, gerçek alın teriyle emek harcayarak bir lokma, bir hırka misali yaşarlar ama mutludurlar. 


Anmak istediğim kadınlar Arslanköy'lü . Arslanköy, Mersin'e 56 km. uzaklıkta, 1500 m. yükseklikte bir belde. Şehir merkezine yaklaşık bir saat uzaklıkta. Toros Dağlarına yaslanmış. Okur-yazarlık oranı oldukça yüksek. Profesörler, bilim adamları, öğretmenler, müfettişler, yöneticiler, doktorlar, hukukçular, mühendisler yetiştirmiş. Edebiyatçı Osman Şahin, Behzat Ay Arslanköylü'ler. Dağ köylerinin başarısı belki de imkansızlıkların başka çıkış yolu bırakmamasından kaynaklanmaktadır. Okumak tek seçenektir önlerinde. Geride kalan anneler, babalar, ablalar, yakınlar ancak onlara manevi destek olacaklardır.



Arslanköy "Demokrasinin Kalesi" olarak da isim yapmış bir belde. Haksızlıklara karşı çıkıp, uygun biçimde hak aramayı iyi bilirler. Kadınlar kendi çabalarıyla bir "Kadınlar Tiyatrosu kurmuşlar. Tiyatro grubu oyunlarını defalarca değişik yerlerde sergilemiş, röportajlar vermişler" , değişik kanallarda televizyon programlarına katılmışlar. Ünlü yönetmen Yeşim Ustaoğlu'nun Arslanköylü kadınlarla çektiği "Oyun" adlı film uluslararası ödüller almış. Sonradan Mersin Sinema Derneği ve Arslanköylü Kadınlar Tiyatro Topluluğunun ortaklaşa çektiği "Yün Bebek" filmi, 49. Altın Koza Film Festivalinde gösterilmiş, birçok ulusal ve uluslararası festivalde yer almış. Arslanköylü kadınlardan ve filmin yönetmenlerinden Ümmiye Koçak 2. New York Avrasya Film Festivalinde "Sinemada en iyi Avrasyalı Kadın Sanatçı" ödülünü almış.

Eşim de bir Arslanköylü. Çocukluğunda kışın günlerce yağan karı, zor koşullarda yaşamın üstesinden gelişlerini, okuma tutkularını, başarılı olmalarını hep anlatır.  Artık pek çok insan kışları şehirde, yazları yayladadır. Hava ısınınca gider, soğuyunca dönerler. Yıllar insanları değiştiriyor. İnsan yaş aldıkça, bedenler eskidikçe yorgun bedenler artık yaylanın soğuk havasına, buz gibi suyuna kolay dayanamıyor. Yazları 2 ay yaylaya çıkınca çevreyi insanı ve doğasıyla gözleme imkanımız oluyor. Yurdumuzun değişik yörelerindeki kadınlarımız gerçekten tanımaya değer. Onları değişik özellikleriyle tanıdıkça, zor hayat koşullarındaki mücadelelerine saygı ve hayranlık duyarım.



Emine Ebe yörenin büyüklerinden. Bu yörede babaanne veya anneanneye "ebe ya da nine" deniyor. Emine Ebe 100 yaşın üzerinde. Üstü-başı, giysileri tertemizdir. 2 yıl öncesine kadar Onunla oturur, sohbet ederdik. Evlerinin avlusunda serilmiş bir savanın ve minderin üzerinde oturur, çocukları, torunları etrafına sıralanırdı. 100 yaşın üstünde olmasına rağmen belleği, muhakemesi pırıl pırıldır. Yıllar öncesinden kişilerin adlarını hatırlar. Tanık olduğu olayları anlatır. Bu işin sırrı yayla havasından mıdır, suyundan mıdır, sağlıklı, doğal beslenmede, hormonsuz gıdalarda mıdır...? Son 2 yıldır yatağa bağımlı olmasına rağmen beyin gücünden bir şey kaybetmedi. 

Teslime Abla (En üstteki resimde kızı, gelini ve torunlarıyla.) çalışkanlığıyla, enerjisiyle çevresine örnek olan bir kişi. Yaptığı işlerle düşünüldüğünde adeta küçük bir imalathane. Teslime Ablanın çevresinde kızları, gelini, oğlu, torunları vardır. Ama işin büyük yükü Onun omuzlarındadır. Yazın sütü Ondan alıyoruz. Yeni sağılmış, sıcak ve taze inek veya keçi sütü. Güneş doğduktan sonra gün başlar. Sabah erkenden süt sağılır, yoğurt yapmak için bir bölümü kaynatılır. Daha sonra o sütten peynir ve tereyağı da yapılacaktır. Yoğurt, oğlu tarafından beldedeki lokantalara götürülür. Bu arada Teslime Abla eşinin annesi Emine Ebenin bakımıyla ilgilenir. 



Teslime Abla öğleden sonra da "çulfalık" olarak adlandırılan tezgahta savan bezi dokur. Renkler özenle seçilmiştir." Çark" denilen düzenekte eğrilerek iplik haline dönüştürülen pamuklar daha sonra kök boya ile boyanır. Daha iş bitmemiştir. Hayvanlar toplanıp akşam sütü sağılacaktır. Bu arada kışlık ot biriktirilir. Bu koşturmaca arasında dinlenmeye zaman yoktur. Toplanan otlar bağlanıp, sırtta iki büklüm şikayetsiz taşınır. Akşam aile toplanır, taze demlenmiş çay ile sac üzerinde bazlama, çökelekli sıkma, taze ot böreği afiyetle yenir. Güneşin batışı ile doğuşu arasındaki o kısa zaman dilimine ancak uyku sığdırılır...



  Kezban Abla bir başka Arslanköylü. Yazın en sıcak günlerinde yayla zamanı yan komşumuzdur. Varlığı insanı mutlu eder. Öğrenimi olmamasına rağmen O bizim gözümüzde güler yüzlü, tatlı dilli bir Anadolu bilgesidir. Sohbetinden zevk alırsınız. Halk sağlığı ile ilgili pratik formülleri vardır. Eskiden evlerinden 10 km. uzaklıktaki bahçeye yürüyerek gider, ağaçlara bakım yapar, meyve toplardı. Evinin önündeki merdivenlerden düştükten sonra bahçeye gidemez oldu. Hatırşinastır, biz yaylaya gittikten 1-2 gün sonra mutlaka "hoş geldin" ziyaretine gelir, tadına doyulmaz bir meyve sepetini de "ikram" olarak getirir. En uygun şekilde, para vermeye kalkarsanız almaz. Bazen bir akşam çorbası götürürsünüz, defalarca teşekkür eder. 

Evlerinin yan tarafında küçük bir bahçede sebzesi, mısırı ekilmiştir. Dedikodusu yoktur. Güvenilir ve iyi niyetlidir. Gençle genç, yaşlıyla yaşlıdır. Kezban Ablayı ben hep "yoksulluk içinde bir gönül zengini" olarak anarım. Ve her zaman  Ondan öğreneceğimiz çok şey olduğunu düşünürüm...

Bu kadınlar bence Anadolu'yu, Anadolu kadınını temsil ediyor; Bereketi, çalışkanlığı, paylaşımı, üretkenliği, vefayı, cefayı, sevgiyi, dostluğu, insanlığı... Varlıkları güç veriyor, insanı hayata bağlıyor. Ve kim bilir, ülkemizin daha nice yerinde tanımadığımız, bilmediğimiz nice kadın var... Ocağının bacasını tüttüren, küçük imkanlarla mucizeler yaratan  "adsız kahramanlar".  Alın teri ile emek ve çaba harcayan tüm kadınları saygı ile anıyor, sağlıklı, mutlu bir ömür diliyorum. Enerjileri hiç eksilmesin...

Makbule ABALI
Arslanköy 2014






1 Mar 2014

FARKINDALIKLARIMIZ...


Yaşamak bir nevi "farkındalık" değil midir? Çevremizin,insanların, canlıların, çiçeklerin, ağaçların, hayvanların farkında olmak. Onların da varlığına duyarlı olmak, tepkilerini yok saymamak. Acılarını, ağıtlarını duyabilmek, kulak vermek, gözlemek, gönül vermek... Bazen yanı başımızdaki güzelliklerin farkında olmayız: Bir tomurcuk açarken, bir fidan boy verirken, bir yağmur damlası düşerken değişimin farkında olmak. İyinin-kötünün, doğrunun-yanlışın, güzelin-çirkinin bilincine varmak. Estetik bir sanat eserinin ya da zevksiz bir görüntünün ayrımında olabilmek...

Bakmak-görmek-dikkat etmek-farkında olmak... Ruhsal yapımıza göre bir gün fark ettiğimizi bir başka gün fark etmeyebiliriz. Bir gün bir anda dikkatimizi çeken bir şey, bir başka zamanda hiç de ilgi alanımıza girmeyebilir. Algılamalarımızda seçici davranırız, bize "anlamlı" geleni algılarız. Çocuk bekleyen bir anne adayı çocuk arabalarını gözleriyle tarayabilir. Düğünü olacak bir genç kız vitrinlerdeki gelinliklerden gözlerini alamaz. Bazen bizim fark ettiğimiz bir şey bir arkadaşımızın hiç de gözüne çarpmaz. 

"Yol boyundaki erikler, şeftaliler çiçek açtı mı" diye sorarsınız; "Hiç dikkat etmedim ki bilmiyorum" diyebilir. Her gün yanından geçmiş ama binaların arasından boy veren o güzellikleri önemsememiştir bile. 
Bir hastalık sonrası birkaç kilo veren, görüntüsü değişen bir arkadaşımızın bu durumunu fark etmemek  ona üzücü gelebilir. Ev dekorasyonunda güzel değişiklikler yapmış bir komşunuzun evinde bu değişimleri görmemeniz, ona kendisini önemsemediğiniz anlamına gelebilir. Farkı fark etmenizi bekliyordur. 

Yıllarca öğretmenlik yaptıysanız "emekli" olduğunuzda bile, çalan zillere kulağınız hep aşinadır. Hastanede zor günler yaşadıysanız ya da bir hastanız varsa, her ambulans sireni içinizi titretir. Bir şarkı sizi duygulandırırken bir başkasına hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Duygulu bir insansanız içten yapılan her davranış yüzünüzde güller açtırır. Karanlık bir gecede kaç kişi başını gökyüzüne çevirip ışıldayan yıldızları fark eder ya da önemser? Yüksek sesle, bağırarak yapılan bir konuşma neden kimilerini hiç rahatsız etmez ama bazılarına da çok itici, huzursuz edici gelir. 

Nezaketi, saygıyı özleyen bir insan çevresindeki kavganın farkında olurken nasıl da rahatsız olur. Oysa bu durumu kanıksamış bir insan belki kavganın farkında bile olmaz. Televizyon ekranında bile olsa , yerde sürüklenerek götürülen bir genç, duyarlı bir insanın nasıl da içini acıtır.
 Farkındalıklarımız bizi biz yapan etkenler değil midir aslında? Farkında olmamız gerekirken farkında olamadığımız öyle çok şey var ki yaşantımızda . Bazen de bir ses ve görüntü bombardımanına uğruyoruz. Duymak istemediğimiz sesleri duyuyoruz, görmek istemediğimiz görüntüleri görüyoruz, algılıyoruz. Zihinlerimiz yorgun düşüyor. 

Hayat akıp giderken, saatler, dakikalar, saniyeler hızla tükenirken farkında oluşumuz kişilere, kişiliklere, zamana, duruma göre değişiyor. Hayatın farkında olmak belki pür dikkat olmak değil. Ama her konuda duygularımızı mantığımızı dengeleyerek; çevremizi, dünyamızı gören gözlerle,  sağlam bir yürekle, düşünebilen bir beyinle, gördüklerini algılayabilen bir zihinle izlemeyi bilebilmek... Yolda bastonuyla yürümeye çalışan yaşlı bir insana yardımcı olup karşıya geçirmek kaçımızın aklından geçer? Bir parkta 1 m. ileride çöp kutusu varken yere atılmış sigara izmaritleri kaç kişiyi rahatsız eder?


Farkında oluşumuz ne kadar artarsa, çevremize uyumumuz ya da olumsuzluklara tepkimiz o denli isabetli oluyor. Çevremizde olup bitenlerin farkında değilsek, ülke ve dünya gündeminden haberdar değilsek yaşamın ne anlamı olur?