27 Eyl 2014

MUTLU YA DA MUTSUZ OLMAK...


Rehberlik çalışmalarında çocukları tanımak amacıyla sorardık;" Seni en çok mutlu eden şey nedir?"Çocuk yaşta dilekler hep anne- baba, ev veya somut şeylerle ilgili olurdu; "Annemin-babamın kavga etmemeleri." "Babamın bir iş bulması." "Çok paramızın olması." "Yeni bir televizyonumuz olsa..." 

"Seni en çok mutsuz eden şey" sorusuna verilen cevaplar ilk soruya verilen cevaplara çok benzer olurdu. Bazı şeylerin yokluğu çocuklar için mutsuzluk kaynağı olabiliyor.; "Annemi veya babamı kaybetmek..." "Annemle babamın kavga etmesi." "Okulda başarısız olmak." "Arkadaşsız kalmak." 
Çocuklar kendi iç dünyalarında ve çevrelerinde kazançlarla kayıpları tartıp içtenlikle cevap veriyorlar.

Ergenler daha "ben merkezli" düşünüyorlar. Kişilik sorunları yaşıyorlar. Gelecek kaygıları oluyor. Henüz yetişkin değildirler ama kimliklerini kabul ettirme çabasındadırlar. Güvensizliklerini hissedersiniz. "İyi bir okula girebilmek" büyük mutluluktur, tersi ise mutsuzluk. "Sınavı kazanabilmek", "arkadaşları arasında kabul görmek, "iyi bir iş sahibi olmak"  mutluluktur. "Çocuk yerine konmak" mutsuzluktur. 

Yetişkin insan için ise mutluluk- mutsuzluk kaynakları ne kadar çeşitlidir. Kişiye göre ne kadar başkalaşım gösterir. Hayaller uzun yıllar ötesine uzanır. Mutluluk paylaşılabilir mi, kimlerle ne ölçüde paylaşılır?" Tek  başına mutlu olmak... Ne denli doğrudur tartışılır. Kişi mutluluğuna sevdiklerini de ortak edebilmeli. Tıpkı mutsuzluğun paylaşılmasıyla acının azalması, dinmesi gibi.

Duyguların aktarılmasında sözcükler yetersiz kalır bazen. Trafik kazalarında kayıplar sonrası yüzlerdeki acı, elem fotoğraf karelerinin dışında nasıl anlatılabilir? Bir maç sonrası galibiyet sevincini resmeden bir fotoğraf karesi kaç sayfa yazıya sığabilir? Mutluluk ya da mutsuzluk kaynaklarımız ne kadar uzağımızda, ne kadar yakınımızda?

İyi ve güzel şeyler gerçekleştirmeyi hedeflediğimizde, koşullar uygun olduğunda, çaba harcamak ve umutla beklemek sonuçta bizi mutluluğa götürmez mi?



25 Eyl 2014

MELANKOLİ







Herkes sonbaharı yaşarken
O son baharını bekliyordu.
Son baharı son umut gibiydi.
Beklemek boş bir umutla,
Beklemek boş gözlerle,
Beklemek soluk bir yüzle,
Umutsuz bir düş gibi...
Sarı karanlıktı her şey,
Renkler alaca, karmakarışık
Renkler kayıp, renkler uçuk,
Bir veda gibiydi akşamın hüzünlü karanlığı,
Zaten bir ömür alaca karanlıktı.
Sonunda tümüyle karardı her şey,
El ayak çekilince,
Ortalık süt liman oldu.
Acısız, tasasız, yüksüz bir sondu beklenen;
Öyle de oldu,
Bir sonbahar günü her şey sona erdi,
Geride korkunç bir yalnızlık ve sessizlik kaldı...






20 Eyl 2014

YİTİK HAYATLAR...


(21 Eylül Dünya Alzheimer Gününde tüm hastalara iyilik, hasta yakınlarına sabır dileyerek...)

Modern, çağdaş dünyada

Yeni buluşlara el attı tıp dünyası,
Daha uzun ve daha sağlıklı bir yaşam için.
Daha uzun ömürler gerçekleşti,
80 yaşın üstüne çıktı insanlar.
Aynı zamanda daha sağlıklı mı, hayır henüz o olamadı.
Unutkanlıklar başladı, sorunlar arttı;
İnsanlar uyumsuz, sinirli, öfkeli,
Kendinden habersiz, sorular yanıtsız.
Demans, alzheimer, parkinson,
Yaş ilerledikçe sorunlar çığ gibi,
Yaşlılar mutsuz, gençler umutsuz. 
Dünyanın düzeni değişti, Ömür bir su gibi aktı geçti,
Tarihler, takvimler eskidi, saatler ilerledi.
Baharlar yaza, yazlar kışa döndü.
Yıllar ilerledi, yaş ilerledi.
Her şey unutulmuş, beden eskimiş, kafalar karışmış...
Aşı mı, iğne mi, tablet mi,
Çare tükenmez elbette;
Yeni buluşlar, araştırmalar sürüyor laboratuvarlarda,
Oysa insan çürüyor modern dünyada...
Ve çığlıklar yükseliyor: "Umut, biraz daha, biraz daha umut..."

Makbule ABALI- Eğitimci 
2014




14 Eyl 2014

BİR İLKOKUL ÖĞRENCİSİNİN DÜŞÜNCELERİ...


Yarın okullar açılıyor...
Defterim, kalemim, çantam;
Hepsi hazır. Eski, ama olsun. 
Çantam omuza asılanlardan değil.
İçinde beslenme çantası da yok. 
Babam, ücreti artarsa yeni çanta alacak.
İki askılı, dört gözlü,
Her gözde bir kitap, bir defter olacak o zaman.
Bir de yeni ayakkabılar gıcır gıcır.
Yürürken ayaklarıma bakacaklar.
Ayağımı sürümeden, koşarak okula giderim o zaman. 
Ama o sonra alınacak.
"Beklemesini bil küçüğüm, her şey sırayla" der annem.
Ayakkabıya sıra gelmedi henüz.
Ben beklerim, alıştım. Beklemek zor değil ki.
Yarın okullar açılıyor...
Büyümeyi bekledim, büyüdüm.
Ama bitmedi;
Çocukları seven iyi öğretmenler beni okutsun istiyorum.
Anlamadığım zaman bir daha anlatsın istiyorum.
Boyum uzasın, güçlü olayım istiyorum. 
Sonra okul bitsin, doktor olayım...
Adam gibi adam olayım...
Olayım, olayım, olayım...
Yarın okullar açılıyor, gün aydınlanıyor... 




8 Eyl 2014

SIRADAN BİR İŞ KAZASI (!)


Zamanla pek  çok şeye nasıl da alıştık. Eskiden "şaşırma, yadırgama, kabullenememe" huylarımız vardı. Davranış değiştirdik, kanıksadık pek çok şeyi, şaşırmaz olduk. Ne oldu bize, ne oldu da böylesine değiştik? Değişmeyi kabullendik. Haberleri izlerken içimiz titriyor, "sonrası nedir" diyerek ürpererek izliyoruz.
Her olayın perde arkasını araştırdığımızda ne çok olay, ne çok insan çıkıyor. Çarpıcı olaylar şok etkisi yapıyor. En merhametsizimiz  bile gözlerinin yaşarmasını engelleyemiyor. 

İstanbul'da bir gökdelen inşaatında 35. kattan bir asansör düşüyor, şiddetle yere çakılıyor. İçindeki 10 işçi anında ölüyor. Türkiye'de ne yazık bundan sonrası bellidir: "Kim haklı, kim haksız, kimler sorumlu, kimler değil, kim suçlu, kim suçsuz..." Doğrularla yanlışlar, önyargılar, genel doğrular birbiriyle çelişir, kafalar karışır. İş güvenliği uzmanları denetimlerin nasıl kusursuz işlediğinden söz ederler. Makine mühendisleri odaları sağlıklı işleyişten söz ederler. 

Herkes söz alırken birileri suskundur; belki acıdan, belki işini kaybetme korkusundan, belki ne konuşacağını bilmediğinden. Oysa asıl söz alması gerekenler çalışanlar, 5 dakika önce birlikte çalıştıkları arkadaşları ölen işçiler. Tepki gösterdikleri için üstlerine güvenlik güçlerinin yürüdüğü çalışanlar. Oysa toplum psikolojisi, insan psikolojisi o anda her türlü insani tepkiyi haklı bulur. 

Acı çekmeyen insan acı çekenin halinden anlamaz. O hayatların içinde hiç bilemeyeceğimiz insan hikayeleri, farklı kişisel dramlar olabilir. Her ölüm ardında nice kayıplar bırakıyor. "Ölenle ölünmez" dense de birer yaşayan ölü haline geliyor geride kalanlar. Giden her can geride bacası için için yanan evler bırakıyor:
Henüz hayatının baharında gencecik delikanlılar, evlenmek için para biriktirenler, üniversite öğrenimi için tehlikeyi göze alarak çalışanlar, yeni doğmuş çocuğunu görmek için memleketine gidemeden can verenler, iki kardeş umutla geldikleri bir büyük kentte, aynı anda, aynı kazada can verenler...

Hepsi de hayatlarında bir daha belki de hiç binmeyecekleri bir asansörü çalıştırmaya çalışırken, asansörün çalışmadığını canlarıyla test etmiş oldular. Geride parçalanmış aileler kaldı.. Gözü yaşlı çocuklar, analar, babalar. Yitik hayatlar; her biri ayrı birer öykü, belki uzun birer roman.
Ve raporlar...raporlar...raporlar...Uzman görüşleri, beklentileri...
Ama insan olarak asıl büyük beklentimiz; bu tür kazaların tekrarlanmaması, sorumluların bulunması ve insanın değerinin bilinmesi.





2 Eyl 2014

BİR BAŞKA BAHAR...


Mevsimler birbiri ardından gelip geçiyor. Günler, aylar birbirini kovalıyor. Bir yıldaki dört mevsimde herkes kendine göre bir şeyler bulur.Her mevsim nice anıyı barındırır içinde. Her yeni yıl, 4 mevsimi ve 12 ayıyla birlikte gelirken hayaller işler var gücüyle.Geçmiş yıllarda gerçekleşmesi istenip de gerçekleşmeyen neler varsa yeniden sıralanır.Beklemek zordur ama umut varsa, beklemek neden zor olsun?

Ama artık eskimiş bir yılın bitimine 3 ay kala, düşler hayal kırıklıkları üzerine kurulur. Zaman geçmektedir, bölük pörçük hayaller yeniden inşa edilir ustaca. Sonbahar elbette insan yaşamındaki "son bahar" değildir ancak ilkbahar ne kadar coşku doluysa sonbahar o denli hüzün yüklüdür. İlkbahar cıvıl cıvıl seslerden, parlak renklerden oluşur. Oysa sonbahar soluk renklidir, sarı-kahverengi renklerle hüküm sürer. Ama asildir, ağırlığı vardır.



İlkbaharda dallardaki çiçekleri, tomurcukları gözlerken, sonbaharda yere düşen sarı yapraklar kaplar doğayı. Ama yazın kavurucu sıcağı, kışın dondurucu soğuğu yoktur bu mevsimde.Yaz sestir, harekettir, canlılıktır, bir bakıma çocuksu bir neşeyi barındırır içinde. İlkbahar enerjisiyle gençlik ise, kış durağanlığıyla, olgunluğuyla sanki orta yaştır. Sonbahar ise durgunluğuyla, hüznüyle, sessizliğiyle belki ileri yaşlardır, yaşlılıktır. Şiirler, şarkılar ne güzel anlatır sonbaharı. Ama hep hüzün vardır onların içeriğinde de. 

Belki "son" sözcüğü de biraz hüzün taşır. Bitiş ve tükenişi simgeler. Son umut, son çırpınış, son çağrı, son vuruş...gibi. Oysa ilk'ler nasıl da güzeldir, anlamlıdır; İlk aşk, ilk sevgi, ilk adım, ilk yıldönümü ... gibi. Hep ilkler heyecan vericidir. İlkbaharın renkliliği, canlılığı, kokusu gibi. 
Ancak hayatın akışı içinde karamsarlığa yer yok. Mevsimler ne kadar değişime uğrasa da, sıcaklar, soğuklar, yağışlar yer değiştirse de, mutlu ya da mutsuz olmak insanın elinde.

Eskiden insanlar mevsimlere ya da havanın soğuk veya sıcak oluşuna bakarak, ağaçların meyve miktarına göre hava tahmini yaparlardı. Örneğin; O yıl ayva çok olursa kış çetin geçecek, kuşburnu fazla olursa gene kış zorlu olacak gibi.Bu yıl soğuk verdiği için ayva ağaçları hiç meyve vermedi. Kuşburnu da eski bolluğunda değil. Ama artık mevsimler de bizi yanıltıyor. Bazen sanki birbirlerinden gün çalıyorlar.Yazın sağanak yağmurlarla sellerin içinde yüzüyor, kışın bahardan bir gün yaşıyoruz.



Mevsimler ruh sağlığımızla da ilgili. Ani iklim değişiklikleri insanı sarsıyor. Sonbahar genelde depresyonun daha sık görüldüğü bir mevsim olarak belirtiliyor. Doğa kabuk değiştirirken ruhumuz da çöküntüye uğruyor, yeniden canlanıp enerji depolamak istiyor. Her şey bizim çabamıza bağlı. Yaşadığımız sürece dört mevsimin değişimine uyum sağlayabilecek gücümüz olmalı.Asıl gerçek baharlar içimizde oluşmalı. Hayat her şeye rağmen güzel ve yaşamaya değer... 



1 Eyl 2014

BARIŞA ÖZLEM...


Savaşlar tüm şiddetiyle devam ederken
Savaş teknolojisi çocuk oyunlarına bile el atmıştı.
Her şey savaş üzerine kurgulanmıştı çocuk oyunlarında...
Bilgisayarlar, tabletler, filmler, 
En yeni modellerle,
Savaş taktikleri, silah kullanımı öğretiliyordu çocuklara...
Oyun dünyasında, hayal dünyasında bile barışa yer yoktu. 
"Savaş-dövüş-öldür-ve kazan" idi slogan.
Barış Gününde bile büyükler savaştılar, 
Dünyanın çeşitli yerlerinde.
Çocuklar savaştılar ekranlarda, en gelişmiş teknolojiyle.
"Dünya Barış Günü" kutlandı uzun nutuklarla,
Öte yandan savaş tüm hızıyla sürüyordu.
Sonunda çocuklar savaşa yenik düştü.
Oysa barışı nasıl da özlemişti dünya çocukları.