27 Şub 2015

FARKLI BİR MÜZE; OYUNCAK MÜZESİ...



Çocukluktan uzun bir zaman sonra, içinizdeki çocuğu uyandırmayı, bir anlamda kendinize ödül vermeyi düşündünüz mü hiç? Hayatın akışı içinde küçük farklılıklar yaratmak insana iyi geliyor. Kış ortasında baharı yaşamak gibi. Savaşların içinde barışı özlemek gibi...


İstanbul Oyuncak Müzesi 2005 yılında Göztepe'de Sunay Akın tarafından kurulmuş. Sunay Akın müzede adeta bir masal dünyası yaratmış. Sadece çocuklar için değil, büyükler de dahil olabiliyor bu sihirli dünyaya. Işıltılı bir dünyanın kapılarını aralıyorsunuz, kocaman bir dünya açılıyor önünüze: Koca bir kent adeta; Terzisi, berberi, lokantaları, okulları,hastaneleri...

Bu yüzyılın ilk yıllarından oyuncaklar var müzede. Müze 6 katlı. Bir sinema salonu var. Oyuncaklar 10 odada, 80 camekanda sergileniyor. Oyuncakları izlerken bir yandan da hayal kuruyorsunuz.; Kim bilir kimler nerede bu oyuncaklarla ne oyunlar kurdular, nasıl bir oyun sergilediler?


Bir market ve pişirme düzenleri. Her şey aslına uygun yapılmış.



Hayali bir yolculuk. En küçük detaylar düşünülmüş...


Sunay Akın'ın hayatında etkin rol oynayan gerçek bir oyuncak öyküsü de var. Yitirilip yıllar sonra kilometrelerce ötede bir başka ülkede bulunan bir geminin öyküsü...


Savaşların korkunçluğunu adeta yaşıyorsunuz. Savaşta askerlerce yazılmış savaş mektupları bile var.



Bir market, içinde satılan ürünler, her şey yerli yerinde...


Bahçede dev bir satranç takımı bile var. Çocuklar için her şey düşünülmüş.

Oyuncak Müzesinden ayrılırken yüzünüzde bir tebessümle ayrılıyorsunuz. Mutluluk tebessümü bu. Biz kapanış saatine kadar oradaydık. İçeride koca bir dünyayı bıraktık. İnsansız ama insan için yaratılmış, oyuncak figürlerle dopdolu renkli bir dünya.
İçinizdeki çocuk kıpır kıpır heyecanlansın, mutlu olsun istiyorsanız İstanbul Göztepe'deki Oyuncak Müzesinin kapısını aralayın...
Teşekkürler Sunay Akın; emekleriniz ve çabalarınız için...

23 Şub 2015

ÜNLÜ ŞAİRLERE KULAK VERMEK...



Belki beğenilerimiz, düşüncelerimiz farklıdır ama hepimizi dizeleriyle, yazdıklarıyla etkilemiş ünlü şairler vardır. Hayatın temposunun düştüğü ya da olağanüstü yükseldiği zamanlarda onlardan dizeler okumak iyi gelir insana.
İçinizde ılık rüzgarlar eser birden, güç kazanırsınız. Şiir diliyle düşünmek, şiir diliyle anlaşmak, şiirin sakinleştirici, yumuşatıcı etkisinden yararlanmak...
Şiirlerin tamamı okunmasa bile aynı etkiyi yapıyor...


                              SİZİN İÇİN

Sizin için insan kardeşlerim,
Her şey sizin için;
Gece de sizin için, gündüz de;
Gündüz gün ışığı, gece ay ışığı;
Ay ışığında yapraklar;
Yapraklarda merak, 
Yapraklarda akıl,
Gün ışığında bin bir yeşil;
Sarılar da sizin için pembeler de
Tenin avuca değişi,
Sıcaklığı,
Yumuşaklığı;
Yatıştaki rahatlık,
Merhabalar sizin için.

Orhan Veli Kanık


MEMLEKET İSTERİM

Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil tarla sarı olsun;
Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun.

Cahit Sıtkı Tarancı


BEBEKLERİN ULUSU YOK

İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu
Bebeklerin ulusu yok
Başlarını tutuşları aynı
Bakarken gözlerinde aynı merak
Ağlarken aynı seslerin tonu
Bebekler çiçeği insanlığımızın
Güllerin en hası en goncası
Sarışın bir ışık parçası kimi
Kimi kapkara üzüm tanesi.
Babalar çıkarmayın onları akıldan
Analar koruyun bebeklerinizi
Susturun susturun söyletmeyin
Savaştan yıkımdan söz ederse biri
Bırakalım sevdayla büyüsünler
Serpilip gelişsinler fidan gibi
Senin benim hiç kimsenin değil
Bütün bir yeryüzünündür onlar
Bütün insanlığın göz bebeği.

Ataol Behramoğlu

21 Şub 2015

KAR LAPA LAPA YAĞIYORDU...



Kar lapa lapa yağıyordu
Sokak lambalarının ışığında bir başka güzel.
Köprüler, yollar çatılar, damlar kar altında,
Parklarda banklar, salıncaklar kardan görülmüyor,
Kuşlar çekilmiş, kediler, köpekler yok ortalarda.
O da ne? sadece bir evsiz, bank üzerinde;
Battaniyesiz, korunaksız, aç-susuz...
Mutluluk çok uzakta, el atsan yakalayamazsın.
Evlerin ışıkları solgun, hayal meyal
Bir uzun rüya, uyur uyanık...
Düşle gerçek birbirine karışmış ;
Açken, tokluk üstüne her şey
Dumanı üstünde sıcacık bir çay,
Ya da yeni pişmiş, et suyuna sıcacık bir çorba,
Fırından yeni çıkmış bir ekmek,oysa fırın çok uzakta.
Eller ayaklar buz tutmuş, kirpikler bile karlı,
Rüya, hayal, gerçek birbirine karışır, vücut uyuşurken
Kar lapa lapa yağar hayallerin, umutların üstüne
Beyaz dünya biter, her şey kaybolur bir anda...


18 Şub 2015

BİR KARTOPU CİNAYETİ...



Bazen yaşadıklarımız hayal gibi, şaka gibi, gerçeküstü bir filmin kareleri gibi gelir. Ayırt edemez insan. Üst üste gelen olaylar mantığı da, bilinci de zayıflatmıştır zaten. Bu tür olaylar trajikomik diye de adlandırılabilir. Hem iç yakar, insanın içini acıtır, hem de "bu kadarı da olmaz artık" şaşkınlığına düşürür. 

Henüz Özgecan'ın acısı çok tazeyken, katledilmesinin üzerinden birkaç gün bile geçmeden Antalya'da 3 kişinin bir kadını kaçırıp tecavüze yeltendiğini duyuyoruz. Şiddetin her türlüsü toplumun her kesiminde tüm keskinliğiyle uygulanıyor. Adeta başımızda bir tokmak en yüksek perdeden, en asap bozucu biçimde vuruyor, vuruyor. Ve bizler elimiz kolumuz bağlı, gözlerimiz fal taşı gibi açılmış, ses bile çıkaramadan sadece izliyoruz. Bir korku filmi fragmanı gibi... 

En son olay, bir gazeteci (Nuh Köklü) arkadaşlarıyla akşam eve dönerken yolda içlerinden geliyor kartopu oynamaya başlıyorlar.
Bir kartopu bir dükkanın vitrinine rastlıyor. Özür diliyorlar.  Dükkan sahibini sakinleştirmeye çalışıyorlar. Mümkün olmuyor. Dükkan sahibi önce beysbol topu sonra ekmek bıçağıyla saldırıyor. Gazeteci bir arkadaşını kurtarmak isterken yere düşüyor, yerde sırtüstü yatarken dükkan sahibi kalbine bıçağı saplıyor. Kurtarılamıyor. Bu arada cani bağırıyor; Raporum var, bugün girer, yarın çıkarım. "Kartopu Cinayeti" şaka gibi bir gerçek... 

Potansiyel suçluların kaçı içeride, kaçı dışarıda? Ruhundaki öfke patlamasına, hayvani duygularına sahip çıkamayıp,  kana susamış kaç insan kılıklı cani var aramızda? Bu ülkede yaşayan bir insan olarak, vatandaş olarak sormak istiyor insan; Sayıları artırılan güvenlik görevlilerimiz nerede? Bir toplumsal protesto olayında onca kişi suçlu sayılırken, kimler gerçek suçluların peşinde?

Acıların yaşandığı günlerde toplumsal dengenin, barışın sağlanabilmesi açısından birilerinin sakinleştirici olması lazım. Ancak ne yazık,  aynı günlerde milletin vekilleri de uzlaşmaz bir tavırla birbirlerine zarar veriyorlar.
Bu öfke, bu nefret, bu şiddete yönelik davranışlar nasıl doğdu, nasıl sona erecek? Endişelerimizi, acılarımızı, içimize çöken kabusu kim, nasıl, ne zaman giderecek?






15 Şub 2015

KARA GÖZLÜ BİR CEYLANA KIYDILAR...





Eskilerden ne güzel bir şarkıdır;"Leyla bir özgecandır, kara gözlü ceylandır..." Bazen kötü bir haber, bazen iyi bir haber bir şiiri, bir şarkıyı hatırlatır. Düşündürür, duygulandırır. Bazı adlar, bazı şarkılar hafızanızdaki kaydı yeniler, çağrışım yaptırır. Özgecan ne güzel bir isimdir. "Adıyla yaşasın" derler yeni doğanlara.  Adıyla yaşayamadı Özgecan. Yaşamasına fırsat vermediler. Şarkılar ağıtlara dönüşür bazen. İç yakan, yürek burkan ağıtlara... Acının destanı yazılır en umulmadık zamanda, beklenmedik biçimde.

Üç tanıdık insan birlikte korkunç suçlar üretebilir mi? Ne yazık, olabilirmiş. Korkunç suçlar, organize suçlar işlenirken insanlar akıl yoluyla birbirini caydırıcı olamaz mı? Ne yazık olamamış. "İnsanın hayvani yanı" diyorlar. Hayvanlar bile bu kadar aşağılık işlere yönelebilir mi? "Baba oğul suç ortağı" diyorlar. Baba oğlunu eğitemediyse bile  o anda engelleyemez mi?

Şiddet vahşete dönüşürken, ülke cehennem yeri görünümünde. Canavara dönüşmüş insanlar bir kadına akıl almaz şekilde, insanlık dışı saldırıda bulunuyorlar. İnsanın insanı imhası adeta.
Ne oldu güzel ülkemizin merhametli, iyi niyetli, yardımsever insanlarına? Nerede kötülükleri görebilecek gözler, çığlıkları duyabilecek kulaklar, yanlışlıklara karşı çıkabilecek cesur yürekler... 



13 Şub 2015

Bir yazar için geriye kalan dikkatli, iyi okuyuculardır.


SADE VE DERİN'e "GERİYE KALAN" adlı kitabımın tanıtımında gösterdiği çaba ve anlayış için çok teşekkürler.

Aşağıda bloğunun linki bulunmaktadır:

www.sadevederin.blogspot.com.tr.


10 Şub 2015

AKKUYU... KARA KUYU...









AKKUYU... KARA KUYU...

Yarar-zarar hesabını tam yapamadı mı uzmanlar ?
Ne kadar yarar, ne kadar zarar?
Akkuyu bir kara kuyu adeta,
Dipsiz bir kuyu...
Uzantısı nereye kadar belli değil,
Sonu nereye varacak, belirsiz.
Santral deyince tüyler diken diken,
Çernobil henüz daha dün gibi.
Yıllar ötesinin sorumluluğunu kim üstlenecek?
Yıllar öncesinin bilinmezliği gibi,
Kim sorgulayacak?
Bir kara kuyu ki çok bilinmeyenli bir denklem gibi.
Bir gizli kuyuydu Akkuyu, kendi halinde, sessiz-uyuklayan,
Uyandırdılar,  bir canavara dönüştü; dumanlar, ışıklar saçan...



7 Şub 2015

ÖTEKİ...


           

Soğuk bir kış günüydü. Hafiften yağmur çiseliyordu. Havada hüzün vardı. "Ya sağanak başlarsa " dedi mavi kot ceketli kadın. Ürkek, çekingen adımlarla başladığı yürüyüşte mola vermiş gibiydi. "Burada ne işim var" diye durakladı bir an. Bir yol ayrımında olduğunun farkına vardı. Yeni yola sapıp sapmamakta tereddüt yaşadı birkaç saniye. Aniden karar verdi, ürkek, çekingen adımlarla dar yolda ilerledi.

"Eskiden olsa risk almazdım" diye düşündü. Sabah meteoroloji haberlerini dinlemişti oysa. Bölge parçalı bulutluydu, sağanak yağış görülebilirdi."Şemsiyemi bile almadım, tedbirsizlik" dedi. Birkaç damlayı yüzünde, elinde hissetti, durdu... Karar vermekte gecikmedi; "Aptal ıslatan" dedi.Yöre insanı olarak alışkındı zamansız yağmurlara...

Arazinin bilinmezliği onu farklı bir yere getirmişti. Gözlerini kısarak uzaklara baktı, derin bir nefes aldı. Bulunduğu yer uçsuz bucaksız bir alan görünümündeydi.Tek tük ağaçlar... Yerde önceki yağmurdan kalmış su birikintileri. "Görünürde kimse yok" diye mırıldandı. Uzaklardan bir siluet halinde görünen koca bir kent. "Ne kadar farklı, ne kadar başka görünüyor." diyen kendi sesi bile yabancı geldi. Bir yabancı gibi. Kendine yabancı, kente yabancıydı o an...

Tam o anda fark etti onu. Az ileride çöp yığınları arasında adeta kaybolmuş gibiydi. 8-10 yaşlarında bir çocuk. Mavi-beyaz çizgili bir kazak vardı üzerinde.Başında onun değilmiş duygusunu uyandıran kocaman bir kasket. Ayaklarını göremedi önce, biraz yaklaştı. Ayağına iki numara büyük gelen mavi lastik ayakkabıları fark etti sonra. Yüreği cız etti,"merhaba" demek istedi, el salladı. 

Çocuğu ürküteceğini hiç düşünmemişti. Birkaç adım geri attı. "Tam fotoğraflık" diye düşünmekten kendini alamadı."Konu mankeni gibi" diye mırıldandı usulca. Tekrar baktı, çocuk sırtını dönmüştü. "Keşke son teknoloji harikası görünmez adamlar gibi olabilsem" diye düşündü.Zaman da azalmıştı. Acele etmesi gerektiğini fark etti. 

Fotoğraf makinesini yokladı yeniden, yerindeydi. Gün bitmeden, günün en güzel ışık veren saatlerinde birkaç fotoğraf çekebilmekti amacı. "Eski bir dünyalının bakış açısıyla yeni dünya fotoğrafları" diye düşündü. "Yüreğinde insan sevgisiyle yola çıkan amatör bir fotoğrafçıyım" diye mırıldandı.Gözleri artık yeterince uzakları göremese de yürekten dokunmak istiyordu deklanşöre. Vizörden bakınca farklı görüyordu dünyayı...

Bazen gülüp geçiyordu kendi kendine. Eşya veya canlı, çevresine zarar vermemeye öylesine odaklanmıştı ki; hızlı çarpmadığı için kapanmayan araba kapıları, var gücüyle çekemediği için açılamayan pencereler gibi yavaş bastığı için makinesi de çekim yapamıyordu bazen. "Makineler bile incinirse bozulur" diye düşünürdü hep... "Deklanşörü incitmemek lazım." dedi içinden.

Bu arada küçük yabancı ona aldırmadan yoğun bir çalışmaya koyulmuştu. Katlayarak önüne yığdığı kutuları adeta incitmeden, usulca kirli elleriyle üst üste dizmesini, bağlayışını sonra da sıralayıp yerleştirmesini hayranlıkla, merak ve sabırla izledi. Yaşından umulmayacak bu beceriyi nasıl, ne zaman kazanmıştı.

Elleri dikkatini çekti birden. Uzun, ince parmaklarının güzel görüntüsünü çöplerin kiri bile yok edememişti. Tırnaklarını görmezseniz, kille, seramikle uğraşan bir sanatçı eli bile denebilirdi..O yörenin belki de tüm kiri, pası kazağına, tulumuna bulaşmıştı. "Ya yüreği, ya beyni ne kadar doludur kim bilir" diye düşündü  kadın. "Beyinden geçenleri gerçek anlamda okuyan bir makine icat edilmedi henüz." dedi yavaşça.

Çocuk ona aldırmadan seri hareketlerle işine devam ediyordu. İşini bu kadar özenle yapan, ciddiye alan bu çocuğa içi ısındı birden. En sevimli haliyle gülümsedi. Çocuk-daha adını bile bilmiyordu- aldırmadı, işine devam etti. Ancak kaçamak bakışlarını üzerinde hissetti bir süre. "Senin ne işin var buralarda" der gibiydi... Birbirleri için iki yabancıydılar.

Doğru, zordur bilmediğiniz, yeterince tanımadığınız bir dünyaya ayak uydurmaya çalışmak. Çekinirsiniz, kaçmasanız bile uzak durursunuz. Sözsüz iletişimden vazgeçmedi yabancı konuk.Tekrar gülümsedi. "Bazen dilin hükmü kalmaz zaten" diye düşündü. El salladı. Bu girişim de başarısızlıkla sonuçlandı. Çocuk sırtını döndü bu kez.

Kimsenin olmadığı bu ıssız yerde iki kişi arasındaki mesafe giderek azalıyor ancak iletişim kurulamıyordu henüz. Yılmadan, pes etmeden beklemeye karar verdi bir süre. Fotoğraf çekmeyi sürdürmeye karar verdi Çevresinde öyle çok malzeme vardı ki bakmasını bilene. Fotoğraf makinesi son teknoloji harikalarından değildi. Bu alanda kendini çok da yeterli görmüyordu. Vizörden bakmasını bilmek ustalık istiyordu.

Kendini usta sananlardan değil de gerçek ustalardan öğreneceği ne çok şey olduğunu düşündü birden. Oysa o kendini çırak bile saymıyordu henüz. "Bir fırın ekmek yemem gerek" diye düşündü mecazi anlamda. Anılarla gerilere gitti birden. "Bir fırın ekmek yemek" babasından duyduğu bir sözdü. Çocukça sorardı babasına- "O kadar ekmek yeyince karnı çatlamaz mı insanın?"

Çocuğun gittiğini sandı birden... kaygılandı, başını çevirdi; Yok, gitmemişti. Yönü kendisinden tarafta, belki daha yavaş ama aynı özenle işini sürdürmekteydi. Önünde boyunu geçen koca bir karton kutu yığını oluşmuştu. Onu ürkütmeden makineye dokunmak geldi içinden.  Ama yapay fotoğraf ne kadar gerçeğe yakın olabilirdi. Neyi ne kadar aktarabilirdi tek fotoğraf? 

Çocuğun değişen konumunu fark etti ansızın. İşini bitirmiş, şaşılası biçimde ondan yana, onu izlemeye başlamıştı. Bir adım attığını gördü...bir adım daha... bir adım daha. Adımları büyüttü yapabildiğince. Yanındaydı artık. -"Yoksa ağlıyor musun?" dedi şaşkınlıkla. Duygu dolu saatler yaşamıştı ama ağladığının pek farkında değildi kadın.Yanağına dokundu, ıslaktı. Yağmurdan mı, akan göz yaşlarından mı bilemedi...

Bildik , ortak bir duygu, bilinmeyene, ötekine, yabancıya bir yolculuk başlatmıştı. Gülümsemeye çalıştı, akan gözyaşlarını sildi tekrar elinin ucuyla. Düşündü, mendil de almamıştı yanına. O anda çocuk anlamış gibi bildik bir markadan bir paket mendil uzattı. -"Al kullan bunun içinden" dedi. Kadın kendine geldi birden, annelik içgüdüsüyle sordu: "Bunları sen satmıyorsun değil mi? Yoksa okula da gitmiyor musun?" 

Gülmeye çalıştı çocuk. Gülmek nasıl da değiştirmişti yüzünü, gözlerini.Yüzü aydınlanmıştı adeta. "Öyle mi sandın, yok yok annem satar" dedi. "Her gün okul dönüşü ikimiz de çöp toplamaya çıkarız. O bugün ev temizliğine gitti. Her gün cebime mendilimi koymayı unutmaz."  Kadın mendili alıp almamakta bir tereddüt yaşadı. Sonra aldı, elini, yanağını sildi.

Çocuğu, annesini, kendini, kendi çocuklarını, yakınlarını, uzaktakileri, okula gidebilen-gidemeyen dünya çocuklarını düşündü o küçücük zaman diliminde. Bir şey diyemedi, içi acıdı önce. Utandı, sıkıldı, terledi. Boğazı düğümlendi. Ağzını açsa ne diyecekti. Adını bile bilmediği bu  çocuk neden burada çöp toplamak zorundaydı? O buradaysa, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı, çocukları esirgeyen kurumlar, kuruluşlar neredeydi?

Sendeledi-belki farkında olmadan- çocuk ona doğru bir hamle yapınca anladı. Bir an korkusundan, endişesinden utandı. Kirli oluşuna aldırmadan çocuğun elini tuttu, buz gibiydi. İçi titredi. Düşmemeye çalışarak oracıktaki dala tutundu. Duygularını daha fazla dizginleyemeden,  çocuğun şaşkın bakışlarına aldırmadan hıçkıra hıçkıra ağladı. 

Yağmur hızını arttırmıştı.İlk kez fotoğraf makinesini değil, çocuğu koruması gerektiğini düşündü. "Hadi gidelim artık, hava kararıyor" dedi. Çocuk karşı çıkmadı. Uzun, upuzun, ıssız ve insansız bir yolda iki kişilik bir görüntü ortaya çıktı. Uçsuz bucaksız koca dünyada bir küçük adam ve bir yetişkin kadın. Birbirlerinin adlarını bilmeseler de, artık birbirlerini anlamakta zorlanmıyorlardı. Hızını artıran yağmura aldırmadan yokuştan aşağı el ele indiler. O soğuk havada ikisinin de elleri sıcacıktı...