30 May 2013

MUTLULUK YA DA MUTSUZLUK...


Mutluluk ya da mutsuzluk... Anlık mı, ömürlük müdür... Mutsuzluktan mutluluğa geçiş var mıdır? Neye göre, kime göre mutlu ya da mutsuzuz? Mutluluğun ölçüsü nedir? Mutluluk veya mutsuzluk, bireysel olmanın dışında  toplumsal da olabilir mi? Bir toplumun topluca mutsuz olması nasıldır? Mutluluk veya mutsuzluk bulaşıcı mıdır?

Mutlulukla mutsuzluk arasındaki o ince çizginin ayarı nedir? Bir an çok mutlu iken aniden nasıl çok mutsuz oluruz? Bu ince sınırı kontrol imkanı yok mudur? Soruların yanıtları, kişiye ya da kişilere göre değişebilir tabii. Birbirini çok iyi anlayan, seven eşler arasında mutluluk veya mutsuzluk bulaşıcı olabilir. Veya çok iyi anlaşan, kafa dengi arkadaşlar, birbirlerinin duygularına ortak olabilirler. 

Mutluluk sıralamasında ülke olarak çok iç açıcı bir yerde değiliz. Uluslararası Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), 36 ülke arasında Brezilya, Şili ve Meksikadan sonra en sonda yer aldığımızı söylüyor. Bu sıralamada; Avustralya, İsveç ve Kanada ilk üçte yer alıyor. Bilim insanlarımız, genç nüfusun geleceği görememesinin de bunda etken olduğunu belirtiyorlar. Eğitim ve sosyal yaşamda kadın-erkek arasındaki uçurum da bir diğer etken. 

Bazen televizyondaki bir haber, gazetede okuduğumuz bir olay veya gördüğümüz bir fotoğraf, uzun uzun düşündürür insanı. Bir beyin fırtınasına iter kişiyi. Kendi kendinize  sorar, sorgularsınız hayatı. Düşünceleriniz akar gider. Gerçi iyidir böyle anlar, insan olmanın gereğidir bu düşünce akışı. İnsanı yeniden kendine getirir, çıplak gerçekleri vurur yüzümüze. Gözümüzü açar yeniden...

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in eşi Nazmiye Demirel 86 yaşında, 4,5 yıldır bakım gördüğü hastanede vefat etmiş. Son beş yıldır alzheimer hastası. Hastalığının bu son aşamasında artık çevresindeki hiç kimseyi tanımıyor. Zamanında çok iyi koşullarda yaşamış, ülkenin en önemli konumundaki bir insanın eşi (first lady) olarak pek çok şeye tanıklık etmiş bir kişi... 65 yıl süren mutlu bir beraberlikleri olmuş ama hayatının son aşamasında çevresindeki her şeyden habersiz. Çok sevdiği eşini bile artık tanıyamıyor. 'Bir elmanın iki yarısıydık, Nazmiye Hanım gitti, ben kaldım.' diyor Süleyman Demirel...

Tıp ilerliyor, teknoloji gelişiyor ama alzheimer gibi bazı çaresiz hastalıklar da giderek çoğalıyor. Kafamızdaki sorular cevap arıyor: Acaba mutluluk, elimizdekiler kayıp gidivermeden, yaşadığımız anları, günleri iyi değerlendirmek midir? Hayatın hakkını vererek yaşamak mıdır? Dönüp arkamıza bakma ihtiyacı duymadan, kendimizin ve sevdiklerimizin varlığını kabullenmek midir? Mutluluğun değerini anladıktan sonra, mutsuzluğa düşmemek için hayata dört elle tutunmak, kıyasıya çabalamak mıdır...? Kişiye, duruma,zamana göre sınırsız soru ve sınırsız cevap verilebilir belki de...


24 May 2013

HAYALLERİMİZİ UÇURMAK...


Günümüzde her şey öylesine çabuk olup bitiyor ki, hayal kurmaya zaman kalmıyor. Gerçekleştirme çabasına bile giremeden, hayallerimiz kısacık zaman dilimlerinde yok olup gidiyorlar. Oysa çocukların hayal kurmaya nasıl da ihtiyaçları var. Onlara verilen her şey belli kalıplar içinde sunulunca, adeta hazır lokma gibi , ne olduğu bilinmeyen gıda gibi kolayca tüketiliyor her şey. Sadece ağız açılıp kapanıyor, gözler zaten hep kapalı. Beyine komut bile verilemiyor.

Hayallere izin yok. Yaratıcılığı güdüleyen masallar, hayal gücünü zorlayan oyunlar, düşündüren bulmacalar, güldüren fıkralar, aslında çocukların çok yakınında ama, arada erişimi engelleyen setler var belki de. Okul kalıplarının, okul kitaplarının dışında, çocukların fikir yürütme, hayal kurma becerileri yok. Oysa bir tren, bir vapur, bir uçak, uçan kuşlar neleri çağrıştırabilir, neleri düşündürebilir. Uzak diyarlara hayali yolculuklar başlatabilir. Denizi bilmeyen çocuk, uzak denizler hayal edebilir, kafasında sorular üretebilir. 

Eskilerde oynanan "İsim, şehir, dağ, nehir" oyunu bile zihni ne güzel arayışa yöneltirdi. Çevresini ilgiyle, dikkatle gözleyen bir çocuk, kuşlar, balıklar, böcekler, çiçekler hakkında ne güzel hayali öyküler yaratabilir. 
Leonardo Da Vinci 15. yüzyılda kuşların kanat yapısını inceleyerek, belli bir düzenekle insanların da uçabileceğini savunmuş. O yıllarda imkansız denen bir şey yıllar sonra gerçekleştirilebiliyor. 


Geçen hafta, 16 Mayıs'ta Engelliler Şenliğinde çocuklar ve hayaller vardı. Uçurtmalar da bu hayallere eşlik ettiler. Daha önce ayrı yapılması planlanan Uçurtma Şenliği de birlikte yapıldı. Engeller aşılarak yetenekler sergilendi. "Çocuklar ve uçurtmalar" öyle güzel bir görüntü oluşturuyor ki... Her çocuğun hayatında bir kez uçurtma uçurma deneyimini tatması gerekir herhalde. 

Uçurtmayı uçururken kendi de uçuyormuş gibi hissediyor çocuk. Önce bir kişi uçurtmayı dengeli şekilde tutuyor. Diğer çocuk ip yumağını yavaş yavaş açarak koşmaya başlıyor; koşuyor...koşuyor...  Ve sonra havada süzülen uçurtmasını seyre dalıyor. Havada bir renk cümbüşü yükselip alçalıyor. Çocuklar çığlık çığlığa. Kimin uçurtması en yüksekte ise, en mutlu,en güçlü, en kahraman O... İpi sağlam tutmayanların uçurtması, gökyüzünde ta uzaklarda kaybolabiliyor. Ama bu kayıplar da kazanca dönüşebilir bazen. Uçurtmanın nereye gittiğini düşünmek bile hayal dünyasında yeni bir yolculuk başlatabilir. 

Uçurtma, özgürlüğü, bağımsızlığı, güveni simgeliyor. Çocuğun, büyüklerinin yardımıyla yaptığı bir uçurtma, el becerisini geliştirip, yeteneklerini sergilemesine de fırsat verecektir. Düşündürmekle, akıl yürütmekle, yeni şeyler yaratmaya teşvikle çocukların ufku da genişleyecektir.
"Dünyanın gördüğü her büyük başarı, önce bir hayaldi. En büyük çınar bir tohumda, en büyük kuş bir yumurtada gizliydi."  Allen. 


22 May 2013

TAŞA HAYAT KAZANDIRMAK


Çok eskilerde, bilgisayarların olmadığı zamanlarda oyunlar da farklıydı." beş taş" oyunu en sevdiğimiz oyunlardan biriydi. Önce taşlar seçilirdi; yuvarlak, parlak, irice fındık büyüklüğünde beş tane taş... Taşlar havaya atılarak tutulur, ya da parmaklarla köprü yapılarak, belli kurallarla oyun devam ederdi. Her oyunun taşı ayrıydı. Sek sek oynarken gereken taşların taşların büyüklüğü de, biçimi de farklıydı. Her oyunun değişmez kuralları vardı. Çocuklar kurallara uygun davranmayı, ya da mızıkçılık edenleri dışlamayı önce oyunlarda öğrendiler belki de.

Taş, çok eski zamanlardan beri hayatımızın içinde yer almış, çeşitli yerlerde, çeşitli şekillerde kullanılmış: Taşlar vardır, ev yapımında kullanılır. Eski taş evler günümüzde hala tercih edilir, restorasyonları yapılır. Yazın serin, kışın ılık tutar. Taşlar özellikle dekorasyonda kullanılıyor. Bazı yörelerde "dilek taşı" denir, atılır, dilek tutulur. Bazı yörelerde "bereket taşı" diyerek saklanır. Bazen" değirmen taşı" olur, buğday öğütür, bazen "mezar taş"ı olur, ağıtları dinler. "Sabır taşı" olup çatladığı bile söylenir halk arasında. 

Taş sözcüğünün dilinizde her zaman çok olumlu bir anlamı yoktur. "Taş yürekli" deriz, "Taş kadar katı", "taş gibi sert" deriz. "Taş taş üstünde koymadı" deriz, "taş yerinde ağırdır" "ekmeğini taştan çıkarmak" deriz...
Ahşaba, cama, plastiğe şekil verilip, yeni bir şekle girmesi sağlanabilir taşa şekil vermek zordur. Taşa yeniden bir form kazandırmak, taşa "hayat kazandırmak" gibidir adeta. 

Büyük kayaları, taşları en estetik biçimde yontup sanat eseri haline dönüştüren heykel ustalarımız var. Mersin sahil şeridi bir "açık hava müzesi" gibi, çeşitli zamanlarda usta hocalarca yapılmış heykellerle dolu.Ulusal ve uluslararası hocaların yapımı yaklaşık 120 heykel var." Mersin Uluslararası Hüseyin Gezer Taş Heykel Sempozyumu" birkaç kez tekrarlanmış. 


Sanat eserlerinin takdiri, her zaman aynı düzeyde beklenemez tabii. Değerlendirmek, yorumlamak, bakış açısına göre değişir. Sanatçının çok uzun bir sürede taşı, mermeri, kayayı yontarak yarattığı eser, kültür ve eğitim düzeyine göre, değişik şekillerde aktarılabilir. Çocuklar ve gençler bazen harcanan emeği takdir edemeyip, heykelin üzerine boyalarla yazılar yazabilir, şekiller çizebilir, görüntüyü bozabilirler. İlköğretim Okullarından başlayarak öğrencilere sanat eserlerini korumanın önemi anlatılabilse, sanatçılar ve sanat eserleri daha iyi bir konumda olmaz mıydı? 


Geçenlerde Mersin Kumsalında bir sanatçı heykel ustası, Mehmet Dirier Mersin'in simgelerinden caretta caretta su kaplumbağasının taştan heykelciğini yapıyordu. Uzun bir uğraşıdan sonra caretta adeta denize inmeye hazır hale geldi. Yakıcı güneşin altında, bir küçük şemsiye, küçücük bir tabure üstünde, yanında bir bidon su, saatlerce, günlerce taşa şekil vermeye çalıştı.


Çocuklar, gençler, yetişkinler iyi ki bu zorlu çalışmaya yakinen tanık oldular. Usta hocayla sohbet ettiler, sorular sordular. Yapılan iş tam anlamıyla "ekmeğini taştan çıkarmak" idi. Yarınlara daha güzel, daha aydınlık bir dünya kalması için el birliğiyle onu korumak ve kollamak, devamına katkıda bulunmak ne kadar önemli. 
"Taşa hayat vermek" gibi uğraşılar, yıpranmış, yorgun dünyamıza da belki can verecek, yeni bir görünüm kazandıracaktır. 

18 May 2013

GENÇ OLMAK...

İnsanlar hayatlarını bir sinema şeridi gibi gözlerinin önünden geçirseler, çocukluktan bu yana hangi anları siler, hangilerini "iyi ki yaşanmış" diye yeniden kaydederlerdi acaba? Yaşlılar şimdi genç olabilseler, hangi davranışları hata olarak kabul ederlerdi? Ve gençlere sorulsa; "Nasıl bir yaşlılık hayal ediyorsun?" Düşünebilirler miydi? Düşünmek, hayal etmek bile istemezlerdi belki de.
"Gençler bilebilse, yaşlılar yapabilseydi" deyişi boşuna söylenmemiş.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2012 sonunda Türkiye nüfusunun yüzde 16.6 sını gençlerin oluşturduğunu açıkladı. 15-24 yaş arasındaki genç nüfusun yüzde 69.6 sı  2011 de mutlu olduğunu dile getirirken, 2012 de bu oran 64,6 ya gerilemiş. 2012 de yüzde 9.4 genç, mutsuz olduğunu dile getirmiş. Belli bir yaştan sonra anne babaların çocuklarıyla daha iyi iletişim kurması gerekiyor. Gençlik çağında tutulan günceler içlerinde ne çok şey barındırır. Yetişkinler kendi gençliklerini unutmamışlarsa empati kurmak (kendini onun yerine koymak) da kolaylaşıyor. 

Gençlik, ışıl ışıl aydınlık görüntüsüyle nasıl içini açar insanın. Yaş aldıkça hayatın görüntüsü de, renkleri de değişir. Canlı renkler yerini solgun, pastel renklere bırakır. Gün doğuşu ile gün batımı arasındaki fark gibi neşe yerini hüzne bırakır. Başlangıç ne kadar enerji doluysa, bitiş o kadar durgundur. Yaş aldıkça; davranışlar, duygular, düşünceler değişime uğruyor, hayat ağır çekimde devam ediyor. Adımlar yavaşlıyor, konuşmalar yavaşlıyor, düşünceler yavaşlıyor. 

Ünlü şair Firdevsi ne kadar anlamlı söylemiş: "Gençlik ilkbahar gibidir, yaşlılık ise kışa benzer, öyle bir kış ki arkasından bahar gelmez."
Gençlikte insan daha kısa yoldan sorunlarını çözmek ister. Sabırsızdır, beklemeye tahammülü yoktur. Öğütlerden hiç hoşlanmaz. Arkadaşça yaklaşımlar sorunları çözmeyi kolaylaştırır. Genç kız veya delikanlı  ani kararlar alabilir, kısa bir süre sonra vazgeçebilir. Davranışlarında heyecanlı ve telaşlıdır. 

Çocuk olmak, bazı davranışların hoş görülmesini  sağlıyor. Genç olmak da bazı konularda dokunulmazlıklar sağlıyor. Örneğin: Anne babaların şöyle konuşmaları duyulabilir; "Ergenlik çatışmaları var, üstüne varmayın." "Sınava hazırlanıyor, rahatsız etmeyin." "Aşık olmuş, o yüzden ne yaptığını bilmiyor." "Hangi okulu, hangi mesleği seçeceğine karar veremedi, kafası çok karışık."... Yaşlılıkta ise dokunulmazlık zırhı yaş ve saygı ile donatılmıştır. Yaşından ötürü, saygıdan ötürü kişinin davranışları hoş görülür. 

Gençlikte her şey güzel ve kusursuz mudur? Elbette hayır. Gençlik hatalar, pişmanlıklar dönemidir. İsyankarca davranışlar  vardır, sakarlıklar gözlenir. "Her şeyi bilirim, her şeyin üstesinden gelirim" iddiasında olabilirler. Kimseye akıl danışmaya ihtiyaçları yoktur. Otoriteye, disipline karşı çıkarlar. Müzik en yüksek perdeden dinlenir, zevklerine karışılsın istemez. 

Genç kuşak özellikleriyle, becerileriyle mutlaka bir önceki kuşaktan daha ilerde olacaktır. Ancak eksiklerinin olduğu da bir gerçek. Gençler teknolojik gelişmeye çok çabuk ayak uyduruyorlar; bilgisayarı, cep telefonlarını, elektronik araçları eskilerden çok daha rahat kullanıyorlar. Ancak her şeye kısa yoldan, çabucak ulaşmak istiyorlar. Bilgisayar ekranından uzaklaşıp, kitaplara dokunmaya ne zamanları, ne tahammülleri var. Düşüncelerini yazıyla ifade etmeyi yeterince bilmiyorlar. Kısaltılmış sözcüklerle oluşturdukları mesajları çözmek, şifre çözmek kadar zor. Her şey en kısa yoldan hallediliyor, uzun yollara geçiş yok. 

Şiddete, kabalığa, hoyratlığa haklı olarak tepkililer. Huzursuzlar, çünkü gelecek güvenceleri yok. Okul ve meslek seçimleri çok sağlıklı ve bilinçli olmadığından yanlış kararlar alabiliyor, pişmanlıklar yaşıyorlar. Kendinden emin, öz güvenli , sağlıklı kuşaklar için gençliğin iyi yönlendirilmesi ne kadar önemli. Genç nüfusa değer veren ülkeler, geleceklerini de garantiye alıyorlar.

15 May 2013

OKUYUP YAZABİLMEK...


Bir ülke için okullaşma oranı elbette önemli. Ancak okuma yazma bilme oranı da henüz istenen düzeyde değil.  Türkiye diğer ülkeler arasında okur yazarlık sıralamasında 60. sıralarda. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünün 2010 Aralık Ayı raporuna göre; 900.000 erkeğe karşılık 4 milyon kadın okuma yazma bilmiyor. 6-24 yaş grubunda okuma-yazma bilmeyen 220 bin kadın bulunuyor. 

Anadolu'da da rastlarsınız, ancak daha çok büyük kentlerimizde ne kadar zor durumda oldukları fark edilir. Otobüs durağında beklerken, bir kadın çekinerek, utanarak yanınıza yaklaşır, "Falanca yere giden otobüs acaba hangisidir?" der. Onca otobüs ve insan kalabalığı arasından seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen biri için nasıl da zordur, karmaşıktır. Anadolu'da otobüs sayısı azdır, insan kalabalığı o denli ürkütücü değildir. Şoföre sorsanız sesinizi duyurmanız daha kolaydır. Ama herkese de sorulmaz ki...

Anneler için "asker mektubu" beklemek nasıl da zordur. Ya okuma yazma bilmiyorsa... Gerçi köyde mektup okutacak birileri her zaman bulunur. Ancak her özel şey paylaşılabilir mi? Kişiye özel mektuplar aleni okunur mu? Sözlüsü ya da nişanlısına bir diyeceği bulunur elbet. Aslında anneler bir süre sonra o mektupları da ezberlerler. Tıpkı henüz okuma yazma öğrenmemiş çocukların uykuya geçmeden önce annelerinin okudukları tüm masalları ezberlemeleri gibi... 

Köylerde ilköğretim okullarında çalışan öğretmenler okuma yazma bilen annelerin çocuklarının, okula çok daha rahat uyum sağladıklarını ve okuma yazmayı daha erken öğrendiklerini söylüyorlar. Kadın erkek, insanın eğitimi tabii ki çok önemli ancak özellikle kız çocuklarının okutulması kendileri ve toplum için hayati önem taşıyor. Eğitilmiş kadın; daha iyi bir anne, daha iyi bir eş, daha iyi bir arkadaş ve daha iyi bir birey oluyor. Okulu terk ederek eğitimini yarım bırakan, evlenen veya hayata atılan kızlar, zamansız bir akışın içinde akıntıya kapılmış gibi sürükleniyorlar, uyumsuzluk çekiyorlar. 

Gazetelerdeki 3. sayfa haberlerinin pek çoğunun temelinde yanlış eş seçimleri, yetersiz eğitim, boşa harcanmış  yıllar olduğunu görüyoruz. İmzasını atamayan, kendini kanıtlamak için resmi belgelere elleri titreyerek parmak basan kadınlarımız var. Nisan 2013 verilerine göre; 15 yaş üstü erkeklerde okuma-yazma bilmeyen oranı:1.74 kadınlarda 8.40. Özellikle kız çocuklarımızın okula, okumaya özendirilmesi ne kadar önemli.

Bu konuda sivil toplum kuruluşlarımıza da ne denli büyük bir görev düşüyor. İyi ki var güçleriyle, özveriyle çalışan sivil toplum kuruluşlarımız var: Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Ana Çocuk Eğitim Vakfı, Eğitim Gönüllüleri Derneği, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği... ve daha niceleri... Bu kurumlarda gönüllü çalışmak, enerjisini paylaşmak isteyen kim bilir daha ne çok insan var.

Çin Düşünürü Kuan Tzu bundan yüzyıllarca önce (M.Ö 650) ne güzel söylemiş:

Bir yıl sonrası ise düşündüğün, tohum ek.
Ağaç dik, on yıl sonrası ise tasarladığın.
Ama düşünüyorsan yüz yıl ötesini, halkı eğit o zaman.
Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın.
Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün alırsın.
Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen milleti.

Ülkemizde ve dünyanın her yerinde "insan" eğitimine emek veren, yetişmesine katkıda bulunan tüm anneleri, tüm eğitimcileri saygı ve minnetle anıyoruz.

11 May 2013

BİR ANNE GİBİ...


Her anneler günü yaklaşırken bu konuda hazırlanmış reklamlar özellikle ilgimi çeker. Bazıları öylesine güzel, ince fikirlerle donatılmış olur ki yaratıcısına saygı duyarsınız. Ama bazen de "ah bu reklam kim bilir kimleri nasıl olumsuz etkileyecek, kimleri nasıl incitecek" diye düşünürsünüz. 

Bir kargo şirketinin birkaç yıl önceki bir reklamı geliyor aklıma: Hamile bir annenin boydan resmi ve altında tek bir cümle: "Sizin gibi özenle taşıyoruz." Nasıl da güzel ve anlamlıydı. Bir kurabiye reklamı gene güzel bir reklamdı: "Anne eli değmiş gibi..." Kısa, öz, ama etkileyiciydi. 

Düşündürücü, üzücü reklamlar da öyle çok ki: Annesine son model araba hediye eden çocuklar, pırlanta gerdanlık vermek isteyen çocuklar, altın firmasının adını belirterek babasıyla alışverişe gitmek isteyen minikler... Kaç baba o satın alma gücüne sahiptir acaba? Ve kaç çocuk o hediyeyi verebilir? Amaç reklamsa başka türlü dile getirilemez mi; "Bu kolye de anneme çok yakışırdı baba." "Harçlığımı biriktirsem bir gün anneme böyle bir hediye verebilir miyim" Acaba bu deyişler daha yumuşak olur muydu?

Hediye vermek gerçekten incelik ister. Emek harcanmış, özenle hazırlanmış, "el yapımı" bir hediye, alanı nasıl da mutlu eder. Bir demet papatyanın üzerine iliştirilmiş küçük bir yazı, en içten duyguları dile getirir. Böyle hediyelerin maliyeti belki çok azdır ama, kalıcılığı yıllar sürer. Bir çocuğun annesine kargacık burgacık el yazısıyla yazdığı birkaç mısralık küçük şiir, belki eleştirmenlerden tam not almaz ama, annesi için değeri "paha biçilmez."

Kutlanılan, anılan özel ve belirli günler, haftalar öylesine çok ki. Çoğunun anlamını yeterince veremiyoruz. Ya da bir "tüketim toplumu" haline dönüşürken, günlere yüklediğimiz anlamlar da değişiyor, değer kaybediyor. Kıyasıya bir rekabet ortamında en değerli, en büyük, en görkemli hediyeyi alma yarışı sürüp gidiyor. 

Anneleri ve dünyaya bir can kazandırmasını çağrıştıran ne çok şey var: Tohumun topraktan baş vermesi gibi, bir ağacın meyve vermesi gibi, ipek böceğinin kozadan çıkışı gibi, kuşun yuvadan uçuşu gibi... Doğanın düzeni içinde yeni bir can, yeni bir varlık... Ve Onun oluşumuna canıyla, kanıyla katkıda bulunmak, bir mucizeye eşlik etmek...

Bugünlerde çevremizde ne kadar çok "anne adayı" var. Gencecik, kıpır kıpır, heyecan dolular. Eğitimli genç anneler artık çok daha bilinçliler. Baba adaylarının da desteğini alarak; bebeğin beslenmesi, bakımı, doğum ve sonrası konularında her türlü kaynaktan, internetten yararlanıyorlar. Daha sağlıklı, daha şanslı bir yeni kuşak geliyor. Bilinçli, eğitimli anneler, toplum gelişmesinde de en önemli etken. 

"Annelik" ya da "anne olmak" kutsal bir kavram. İçinde pek çok duyguyu barındırıyor: Sevgi, şefkat, merhamet, koruma, kollama, sorumluluk... Biyolojik olarak anne olmanın yanında bir de "anne" olmadığı halde, anne gibi davranan, anne gibi yaklaşımları, duygulanımları olan güzel insanlar var: Örneğin çok uzak bir kentte idealist bir doktor. Çevreye yardım için koşturan, var gücüyle çocuklara yardım elini uzatan, halinden yakınmayan, pek çok çocuğu hastalıktan kurtaran, adeta bir "anne" gibi yardım eden...

Veya uzak bir köyde genç bir öğretmen: Çocuklara okuma yazmayı öğretmeye çalışıyor. Sayılarla, oyun içinde, bulmaca çözer gibi matematik çözümlemeleri yapıyor. En büyük denetimcisi vicdanı. Çocukların akan burunlarını siliyor, uzamış tırnaklarını kesiyor. Anne gibi içten, anne gibi candan. Çocukların "öğretmenim" deyişi, "annem" deyişine eşdeğer. 

Bir başka şehirde, Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne bağlı bir Yetiştirme Yurdunda bir sosyal hizmet uzmanı ya da bakıcı annelerden biri. Gazetelere yansıyan olumsuz örneklerinden öylesine farklı ki. Çocuklar da farkı fark ediyorlar zaten. Yanlarında, yakınlarında O varken şanslı olduklarını biliyorlar. Ona dokunmak, kucaklamak istiyorlar. Çocuklar için "sevgi" öyle büyük bir ihtiyaç ki. Anne diye sesleniyorlar; anne...anne... Ses koridorlarda yankılanıyor, sahibine ulaşıyor. Hep birlikte sohbet odasına ilerliyorlar; birbirlerini dinlemek, anlamak ve sorunlarını çözümlemek için. Yalnız olmadıklarını biliyorlar. Önemli olan da bu...

"Anneler Günü", sadece tek bir gün gibi algılanmadan, hatırlanmaya değer insanların düşünüldüğü, hatırlandığı bir gün haline dönüşse keşke. İnsan olmanın tüm özelliklerini taşıyan iyi niyetli, iyi huylu o güzel insanları tek gün değil, her gün yüreklendirip yalnız olmadıklarını söyleyebilsek...
Tüm annelerin, anne adaylarının, anne gibi insanların günleri aydınlık olsun.




5 May 2013

UMUTLA GELEN BAHARLAR...

Bir zamanlar çalıştığım kurumda, çeşitli yaştaki çocuklarla iletişim kurmak ve onları tanımak amacıyla sorardık: -Karşına masallardaki gibi bir peri çıksa ve sana "dile benden ne dilersin?" dese ondan ne isterdin? Çok ilginç cevaplar olurdu;" Renkli, çok hızlı bir bisiklet", "Babamın çok, çok,çok parası olsun", "Öğretmenimin beni de çok sevmesi", "Arkadaşım gibi çalışkan olmak", "Babamın anneme kızmaması"...

Çocukların istekleri öylesine içten, öylesine saf olurdu ki. Hiçbiri ulaşılmaz değildi, onlara göre isteklerinin gerçekleşmesi için hiçbir engel yoktu. Çocuklar "evcilik" oyunlarında bebekleriyle konuşurken ya da çeşitli rollere bürünürken de aynı doğallığı görürüz. Hayal dünyaları uçsuz bucaksızdır. O yıllarda hiçbirinin sağlık, mutluluk ya da huzurla ilgili bir beklentisi yoktur. Oysa belli bir yaştan sonra tüm dilekler ağırlıklı olarak bunlar üzerinde odaklaşıyor. "Önce sağlık, sonra huzur" diyoruz.

Her Hıdrellezde çocuklarla yetişkinleri düşünürüm: Farklı yaşlar, farklı özellikler, değişik beklentiler getiriyor. Dünyaya farklı gözle bakınca yaşamın amacı da değişiyor elbette. Hıdrellez Şenlikleri, dünyanın çeşitli ülkelerinde Mayıs Ayının 5'ini 6'sına bağlayan gece kutlanıyor. Yazın başlangıcı olan bu günde, Hızır ve İlyas Peygamberlerin yılda bir defa buluşup, bereket getirdiklerine inanılıyor. 

Çeşitli kültürlerde istemenin, beklemenin şekli, yolu değişir ama çoğu zaman ortak noktalar da görülür. Kağıda şekiller (ev, araba, bebek...) çizip gül fidanının dibine gömmek, sonra o kağıdı gün ışırken denize atmak, şenliklerde ateş üstünden atlamak gibi etkinlikler, umuda giden yolda sadece birer aracıdır insanlar için.

Gelenekler fazla değişime uğramadan kuşaktan kuşağa aktarılır yıllar boyu. "Umuda yolculuk" da sürer bütün gizemiyle, sırlarıyla. Dileğiniz gerçekleşmiş, ya da gerçekleşmemiş, ne fark eder? "Beklemek" gibi bir amacınız varsa, hayat da daha bir anlam kazanır. Beklemeye değer bir şeyi olmamasıdır asıl insanı kahreden. Çorbanın tadı-tuzu gibi hayatın tadı da bu küçük ayrıntılarda gizlidir belki de...

2 May 2013

EL EMEĞİ, GÖZ NURU...

Emekle, istekle, zevkle oluşturulmuş her iş öylesine huzur verir ki insana. Böylesi işler nasıl da farklıdır, güzeldir. Emek takdir edilirse daha bir değer kazanır, insanı motive eder. Aradan yıllar geçse de değerini yitirmeyen, daha çok değer kazanan, artık antika sayılan ne güzel işlerimiz vardır.


Anadolu'nun pek çok yerinde artık "girişimci kadınlar" var: Kafası çalışan, çalışmaktan yılmayan, umutla kendi işini kurmak isteyen kadınlar... Kredi alarak birkaç yılda yükselişe geçiyorlar. Kadınlarla ilgili yüzlerce kötü öykünün yanında yüz güldüren böylesi başarı öyküleri de var. 

Tıpkı baharın getirdiği güzellikler gibi. Bozkırda açan çiçekler gibi... Dayanışma içinde emeklerini, güçlerini, akıllarını, becerilerini birleştiren kadınlar harikalar sergiliyorlar, elde ettikleri sonuçlarla şaşırtıyorlar. Ve yarınlarını garantiye alıyorlar, içlerinde yeni umutlar yeşertiyorlar. Tıpkı bahar gibi...

Dün televizyonlarda izlediğimiz görüntüler ne kadar iç karartıcıydı. Umarız gelecek 1 Mayıslarda insanlarımız, gaz solumak yerine bir bahar ortamında çiçek kokusu solurlar.

"Hiç düş kırıklığına uğramayanlar, hiç umut beslememiş olanlardır." Bernard shaw.