30 Haz 2014

UZUN SICAK BİR YAZ



Mevsimlerden en çok baharı severdi...
Ama, bu yıl da yazı gördüm diyordu kendi kendine,
Bir yaz daha ömre eklendi;
Yakıcı sıcağıyla, nemiyle, tozuyla, coşkulu geceleriyle...
Kışın en çok uzun geceler zorlar beni diye düşündü.
Yazın geceler kısadır ama gün uzun, bitmez.
Burası şehirden uzakta...
Denizin, dalgaların, martıların sesini unuttuk burada.
Öğleden sonraları ağustos böcekleri,
Hiç susmayan, kesintisiz bir koro,
Gün boyu bakımsız havuzdaki kurbağalarla yarışırlar.
Akşam üzeri kırlangıçların konseri başlar cevizin tepesinde.
Sabah horozlar öter ve gün yeniden başlar.
Bazı geceler yaprakların hışırtısı, ağaçların fısıltısı olmasa,
Hayat durdu der insan.
Sessizliğin sesi dinlenir karanlıkta.
Ama bir gün; gökyüzü kızarır,
Yıldızlar görünmez olur.
Bir orman yangını kavurur ağaçları,
İçimiz acır, yüreğimiz yanar...
Ve sonra gün gelir, bu yıl da  sessiz sedasız geçiyor yaz deriz,
Ömürden bir mevsim daha yaşandı deriz...

Makbule Abalı

27 Haz 2014

ÖNDER OLABİLMEK...

   

Belki çoğumuz gazetelerde okuduk ya da haberlerde izledik ve pek çok şey gibi unuttuk, önemsemedik. Oysa onca olumsuz haber arasında fark yaratan bir haberdi; İçimizi aydınlatan, yüreğimizi ferahlatan bir haber. İzmit'in en iyi okullarından birinde, Gazi Anadolu Lisesi mezuniyet töreninde Okul birincisi Işıtan Önder yaptığı konuşmada bir cümleyle Gezi Olaylarını anıyor, Berkin Elvan ve Ali İsmail Korkmaz'ın öldürülmelerini kınıyor, bu tür olayların tekrarlanmamasını diliyor. 

Okul bir anda karışıyor. Konuşmayı onaylayanlar ve onaylamayanlar var. Işıtan Önder Disiplin Kurulu kararıyla "uyarı" cezasıyla cezalandırılıyor. Böylece Işıtan Önder'in "Okul Birinciliği" alınmış oluyor. Okul Müdürü istifa ediyor. 21. yüzyıl Türkiye'sinde eğitim-öğretim, eğitimciler ve gençlik adına düşündürücü. Ortada ne bir sataşma ve şiddet, ne hakaret var. 18 yaşında gençler siyasette seçme hakkını elde ediyorlar.Sosyal hayatta evlenmelerini onaylıyoruz. Ancak "konuşma, düşüncelerini açıklama" hakkını vermiyoruz. Belki "yeri ve zamanı değildi" diyenler olabilir. Ama hep söylenemeyen, biriktirilen düşünceler sonra bir gün patlamalara neden olmuyor mu? Zamanında dinlemezsek sonra daha farklı şeyler duyuyoruz.

Unutulmamalı;"Okul birinciliği" yılların birikimiyle, çabası ve emeğiyle oluşturulan bir derece.Bu gençler yüksek puanlarla Anadolu Lisesi'ne girmişler. İyiler arasında "en iyi" olmak hiç de kolay değildir. Okul birincisi öğrenci bilgisiyle, başarısıyla, davranışlarıyla her yönden değerlendirilir ve ödüllendirilir. "Veda konuşması" 5 dakika ise, Okul birinciliğine giden yol en az 3 yıldır.İlköğretimden itibaren sayarsak uzun yılları kapsar. Takdir edilen ödülü geri almak, bir kurumun kendi kendini inkarı sayılmaz mı?  Eğitimde ödül ve cezanın veriliş amacına da ters düşer. 

Milli Eğitim Bakanımız Nabi Çelik olayla ilgili bir yorumda bulunuyor; "Neyse ki öğrencimiz düşündüğümüz kadar olumsuz etkilenmemiş" diyor. Çünkü Işıtan Önder Okul birinciliği alındıktan sonra şöyle diyor: "Ben sınavlar sonucunda gene istediğim fakülteye girerim ve çalışarak oradan da birincilikle mezun olurum." 
Aslında okul birincilerinin LYS'de (Lisans Yerleştirme Sınavı) sonucu oldukça etkileyen bir ek puanları oluyor. Bu durumda Işıtan ondan yararlanamayacak. Bu sonucu bildiği halde kendine böylesine güven duymak, bilinçli olarak kendinden emin olmak ne güzel.

Işıtan Önder psikolog olmak istiyormuş. Bu ülkenin iyi psikologlara öylesine ihtiyacı var ki. Ne istediğini, ne söylediğini bilen, düşüncelerini uygun biçimde aktarabilen, kaba kuvvetten, şiddetten arınmış gençler, yetişkinler çoğalmalı. Söylenemeyen, bastırılmış duygu ve düşünceler farklı biçimde, türlü yollarla bir gün rahatsız edici boyutta ortaya çıkıyor. Dil susar, gözler görmezse, kulaklar duymazsa, önlem alınmazsa yara daha da büyüyor. 

Çok yakında LYS sonuçları açıklanacak. Gazeteler ve televizyon haberleri dışında hiç tanımadığım Işıtan Önder'in istediği bir üniversitede iyi bir eğitim almasını çok isterdim. O pek çok kişinin gönlünde hala "Okul Birincisi". Eski bir "eğitimci" olarak eminim, gelecekte de aklını ve mantığını iyi yönetecek, güzel işler yapacaktır. Yolu açık olsun.



21 Haz 2014

BİR ZAMANLAR GENÇTİK...

                                                 

      Yıllar öncesiydi. "Evvel zaman içinde" diyerek başlamayacağım elbette. O kadar eski değil. Ama "yakın bir geçmişte" diyecek kadar da yeni değil. Okullar tatile girdi. Gençlerin geleceğini belirleyecek sınavlar ardı ardına yapılıyor. kendi gençliğini düşünmeden edemiyor insan. Cesaret, güç, hayal zenginliği, sevgi arayışı, değişime açık olma, coşku, canı tez olma gibi özellikler açısından gençlik dönemi en yoğun duyguları, en güzel yılları barındırmaz mı içinde? 

Damarlarda akan kanın hız kazandığı, güneşin insanı kolay kolay yakmadığı, ayazın, karın dondurmadığı korunaklı yıllar. Daha büyük görünmek arzusuyla kızların makyaj denemeleri, erkeklerin delikanlı sayılmak çabasıyla sakal tıraşı denemeleri. Giysilere önem verme, güzel görünme çabaları. Eski veya yeni ne fark eder? Tarih şeridinde yılların, tarihlerin değişimine göre bazen romantik bakışmalar, bazen mektuplaşmalar, bazen mesajlaşmalar, şimdilerde bazen hang up'lar, bazen tweet atmalar, bazen Whats Up...Teknolojinin gelişimine göre haberleşme biçimleri de değişiyor. 

Yıllar ne kadar eskirse eskisin, geçmişte de sevda vardı, gelecekte de olacak. Sadece sevginin anlatım yolları farklı. En karmaşık formülleri, en zorlu denklemleri çözmek de sevginin gücüne, sihrine bağlı. Belki gülüşlerin, bakışların ne anlattığı da onları çözecek akıllı beyinlerde cevap buldu her zaman. Gençler dünyanın hızla dönüşüne çabuk ayak uydurabiliyorlar. Karşılarına setler çıkarılmazsa, engeller olmazsa sağlıklı bir yol izliyorlar. 

Yıllar yıllar öncesi liselerde Gençlik Bayramı hazırlıklarını hatırlıyorum. Günler, belki aylar öncesinden hazırlıklar başlardı. Özellikle beden eğitimi dersleri bu hazırlıklar üzerine planlanmıştı. O yıllarda Adana'da karma lise yoktu. Her türden sadece bir okul vardı. Adana Kız Lisesi, Erkek Lisesi, Endüstri Meslek Lisesi, Kız Meslek Lisesi, Öğretmen Lisesi, İmam Hatip Lisesi... Gösteriler Şehir Stadyumunda yapılırdı. Tören remi geçitle başlar, sonra hareketlere geçilirdi. Zorluk derecesine göre kızlar ayrı, erkekler ayrı hareketlerini tamamlardı. Çok iyi hatırlıyorum, ortaokul ve lise yıllarımızda tüm gösterilere beyaz şort, beyaz tişörtlerle katıldık. Rahatsız edici, kötü bir davranışla karşılaştığımızı hiç hatırlamıyorum. 

Gösterilerdeki ritmik hareketlere renk ve zenginlik katmak amacıyla; kurdeleli  flamalar, balonlar, renkli  mendiller, lobut ve sopalarla katıldığımızı hatırlıyorum. O kalın lobut ve sopalar şimdi bile düşününce ürkütücü geliyor. Öğretmenlerimiz olay çıkabileceği ihtimalini akıllarına bile getirmezlerdi sanırım.Hiçbir şey olmazdı da. Aramızda sevgi-saygıya dayalı koruyucu bir bağ vardı sanki. Gösterilerin sonunda Düziçi Öğretmen Okulu çıkardı. Akrobatik gösterilerle tören tamamlanırdı. 

Zaman zaman düşünürüm; Gençlere güvenildiği için mi, cinsiyet ayrımlı okullarda okumaya rağmen kardeş gözüyle görmekten mi, çevrede olumsuz örnekler çok fazla sergilenmediği için mi, çok rahatsız edici davranışlar görülmezdi. Neden şimdilerde bu kadar olumsuz örnekler, zarar vermeler, yaralamalar, öldürmeler sergileniyor? Neden...? 

Eğitim-öğretim açısından da o yıllar farklıydı. Hatalar, kusurlar elbette vardı. Örneğin Adana Kız Lisesinde katı bir disiplin anlayışı vardı. Öğrenci öğretmen diyaloğu istenen düzeyde değildi. Sınıflar kalabalıktı. Ancak öğretmen kadrosu bir yüksek öğretim veya fakülte kadrosunu aratmazdı. Dersi derste öğrenirdik. Edebiyat bölümünden mezun bazı arkadaşlarımız Tıp Fakültesine girmişlerdi. Yetenek dersleri en yetkin biçimde işlenirdi. Tiyatrolar sergilenirdi. Okulda mutsuz değildik. Bilgiyi okulda öğrenirdik. Şimdi bilgi yarışmalarını izlerken fark ediyorum. Kalıcı bilgiler kolay kolay unutulmuyor. 

Üniversite eğitimi;  dünyaya bakış açımızı, kişiliğimizi değiştirdi elbette, ama asıl temeli orta öğretimde aldık. Yıllar geçince bunu daha iyi anlıyor insan. Tartışmaya, fikir paylaşımına açık temeller atıldığında beyin daha bir işlerlik kazanıyor. Düşünmenin öğrenilmesi zaman alıyor elbette. Tabii ki insanız, kişilik farklılıklarıyla değişik özellikler sergilenebiliyor. Ancak temel eğitimde, lisede sınıfta söz hakkı verilen öğrenciler gelecek hayatlarında da daha farklı oluyorlar. Eleştiriye açık olup kolay kolay öfkeye kapılmıyorlar. Olaylar ve insanlar hakkında daha pozitif düşünüyorlar. Sosyal ilişkilerinde daha kendinden emin ve güvenli oluyorlar. Kişiliğe saygı sınırları içinde doğruyu savunan, hakkını arayan insanlar karşımıza çıkıyor.
                                                            

                                                 

15 Haz 2014

BABALAR VE ÇOCUKLARI...

Bir "Babalar Günü" daha geride kaldı. Turgenyev'in "Babalar ve Oğulları" adlı kitabını yıllar önce, gençliğimde okudum. İnsan tahlilleri yapan kitapları oldum olası sevmişimdir. Hayatın gerçeklerine değinir, düşündürür. Ruhsal çözümlemeler insanı başka dünyalara sürükler bazen. Çağan Irmak'ın yönettiği, değerli oyuncuların rol aldığı , Ulusal ve Uluslararası çeşitli dallarda ödüller alan "Babam ve Oğlum" filmi konusuyla, müziğiyle, oyuncularıyla nasıl da tutuldu, ne çok izleyici tarafından izlendi. Hayatın içinden konular insanları çekiyor.


Çocuklarla babaları arasındaki bağları anlatan bir başka kitap, Türkiye'de Emre Kongar'ın "Kızım ve Ben" adlı kitabıydı. Çok severek okumuştum. Oğlu da olduğunu öğrenince; "Oğluna acaba haksızlık mı yapmış Emre Hoca" diye düşünmüştüm. Sonraki yıllarda "Babam, oğlum ve torunum" kitabı da çıktı. 
Çocuklar ve babaları arasında annelerinden daha farklı bir duygusal bağ vardır diye düşünürüm hep. Çok açıklanmayan ama içten içe var olan bir sevgi halesi. Hele kız çocukları babalarına nasıl da düşkündürler. Biz de babamıza çok düşkündük. 

İyi bir baba kız-erkek çocukları arasında ayrım yapmaz ama genellikle gönlü kızından yanadır. Onun o ince, kırılgan yapısından kaynaklanan, koruma-kollama duygusu uyandıran durumundan ötürü böyle düşünür belki de.Bazen yolda giderken babaların çocuklarıyla diyaloğunu hep hayranlıkla izlerim. Çocuklar bitmez tükenmez sorular sorar. Sabırlı babalar usanmadan yanıtlar. Baba ile çocuklar arasında sağlıklı bir ilişki varsa; erkek çocuklar benimsedikleri babaları gibi olmak isterler. Kız çocukları eş olarak seçecekleri erkeğin babalarına benzemesini isterler".İyi Baba"  olmak zordur. Ancak gönüllerde taht kurmak da kolay değildir, emek ister...


2014 Babalar Gününde;  Soma Maden Faciasında hayatını kaybeden babaları saygı ve rahmetle anıyoruz...

10 Haz 2014

ANNEMİN DEFTERİNDEN... GEÇMİŞİN DAMAK TADIYLA...

Geçmişten kalan her izi seviyor ve sürdürmek, yaşatmak istiyorum. Geçmişe bağımlılık gibi değil. Köklerden güç almak, anıları yaşatmak, deneyimlerden yararlanmak düşüncesi belki de... Geçmişin o gizemli havasında kendi çocukluğundan izler, parçalar yakalamak kişiyi mutlu ediyor, rahatlatıyor. 
Eski tatlar, eski kokular da ne çok anlam yüklüdür. Her güzel koku, ister çiçek kokusu, ister yemek kokusu, ister parfüm kokusu olsun, her biri ayrı bir hikayeden izler taşır. 

Hayatımda en sevdiğim koku taze ekmek kokusudur. Taş fırında, tandırda, küçük ev fırınında veya sac üzerinde pişsin, hiç fark etmez. Mis gibi ekmek kokusu ta uzaklardan buram buram tüter insanın burnunda. Aç veya tok olmanız da önemli değildir o anda, içinizden iştahla yemek gelir. Eşleri bu durumdan çok hoşnut olmasa da  erkekler genellikle annelerinin yemeklerini ararlar.  Çocukluktaki damak tadından kolay kolay vazgeçilmiyor. Yıllar önce ne yediyseniz gene onları arıyorsunuz. Listeye eklemeler yapılıyor elbette ama ana tatlar pek değişmiyor. Annemin ağır hastalık döneminde, en iştahsız zamanlarında da o tatları aradığını biliyorum.


 

Annemin ölümünden sonra anısını yaşatmak amacıyla bazı eşyaları sevdiklerine verildi. Beni en çok mutlu eden eski fotoğraflar, mektuplar ve defterler oldu. O eski anılar yığını derya gibiydi benim için. Hepsi sanki bir hazinenin yitik parçaları... Ne kadar eskise de, yıpransa da eskimiş yıllardan taze haberler getiren, zamanlar arasında köprü kuran bir anılar yumağı. 

Fotoğraflar, yazılar unuttuğunuz birçok şeyi de hatırlamanıza vesile oluyor. O dönemlerde yazın sıcaklarda iki aylığına çıktığımız Adana'nın Bürücek Yaylasında babamın bahçede yaptırdığı taş fırında annem ne harikalar yaratırdı; Tam buğday unundan ekmek, pizza benzeri lahmacunlar, pideler, kurabiyeler...O yıllarda biz çocukların gözdesi "vanilyalı ay kurabiyesi" idi. Pişince mis gibi kokardı. "Kokusu gitmiştir, nefis çeker" diyerek en yakın iki komşumuza da birer tabak götürürdük. Herhalde o yıllardan kalma alışkanlıkla şimdi de yediğimizi paylaşmaktan hoşlanıyoruz. Kuşaktan kuşağa güzel şeyler aktarılıyor.



Yaylanın o doğal kır havasında bile sade ve zevkle kurulmuş sofralarımız hem göze hem damağa hitap ederdi. Soframız, evimiz konuksuz kalmazdı. Çiçeksiz sofra kurulmazdı. Sofra örtüsü özenle seçilirdi. Semaverde çay demlemek büyük keyifti. Yayla dönüşü şehirde bayram yemekleri farklı olurdu. Bayramlarda özellikle iç pilavla doldurulmuş tavuk olurdu. Babamın deyişiyle; "Hiçbiriniz anneniz kadar güzel pilav yapamazsınız." Doğruydu, o pilavın tadı bir başkaydı. Ama o yılların tavuklarının lezzeti, kokusu bile bir başkaydı.
Çocukluktaki alışkanlıklar insanda devam ediyor. Güzel, özenle hazırlanmış sofralar bugün de mutluluk verir bana. Yeni yemekler yaratmayı, yemek programlarını izlemeyi o yüzden seviyorum galiba. 

Yıllar öncesinden kalmış, kenarları yırtılmış, sararmış ama gene de yılların eskitemediği" tarifler defteri" bugün benim elimde. El değiştirdi. Ama eskiye ihanet etmeyeceğim. Ben de bu defterin bir sonraki kuşağa kalmasını sağlayacağım. Artık kurabiye, kek yaparken 3 beyazdan vazgeçtik, ama yasaklar bir kere delinebilir sanırım.
Vanilyalı ay kurabiyesi evimizde tekrar buram buram kokmalı.


Bütün tariflerdeki miktarlar gramla yazılmış, detaylı olarak anlatılmış. Yıllar sonra annem alzheimer hastası olunca sofrada birlikte yediğimiz her şeyin tekrar tekrar tarifini yazdırır, sonra aldığını unutup "sen bunu nasıl yapmıştın?" diyerek tekrar sorardı. Sabırla nice tarifi tekrar tekrar yazdığımı hatırlıyorum. Zamanında O ustaydı, biz çırak. Ama bizler hiçbir zaman Onun kadar usta olamadık...

                               VANİLYALI AY KURABİYESİ
Malzeme:                                                               
275 gr. un (yaklaşık 2 su bardağı)
100 gr. soyulmuş badem(1 su bardağından az)
200 gr. tereyağ
 130 gr. pudra şeker (yaklaşık 1 su bardağı) 1 paket vanilya
yarım limon kabuğu rendesi. 

Un elenir, tereyağıyla  kıyılır.Badem soyulur, makineden geçirilir. Pudra şeker, vanilya, limon kabuğu rendesi eklenir.Bir hamur yapılır, fındık büyüklüğünde parçalara ayrılır.Ay şekli verilir, hafif fırında pembeleştirilir. 
İçine vanilya konmuş pudra  şekerine bulanır.

5 Haz 2014

ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA...


Gün gelecek , anneler çocuklarına anlatacaklar; bir masal gibi, bir efsane gibi... O zamanlarda çevre nasıl, ne durumda olur, kim bilir. Önce kadınların sesi yükseldi. Önce kadınlar bir adım ileri çıktılar.Başları dik, omuzları ilerde. 50-80 yaş arasında bir grup köy kadını. Karşılarında oğulları yaşında güvenlik görevlileri.(jandarmalar) Ellerinde copları, silahları... Kumandan "Haydi!" dedi. Emir kuluydu gençler.. Emir aynen uygulandı. Yaşlı kadınların bacakları morardı dövülmekten.

Emir uygulanırken jandarmanın gözü yaşlı, yaşlı kadınların gözü yaşlı... Karşılıklı gözlerden yaşlar süzüldü. Ana gibi, bacı gibi, kardeş gibi, oğul gibi... Kadınlar yakındılar: "Bir uyarı bile yapılmadı." 

O gece uzak bir köyde kadınlar bütün gece sayıkladılar, rüyada bile;
"Ağaçlarımızı kesmeyin." "Suyumuzu kesmeyin, kirletmeyin." Doğamızı zehirlemeyin." 
Bütün gece sayıkladılar rüyada bile... Kimseler duymadı. 

Ama yıllar sonra bilindi ki; Duyarlılıklarıyla, anne yüreğiyle, vatan sevgisiyle kadınlar bir adım öndeydi "Dünya Çevrecilik Günü'nde..."


1 Haz 2014

UMUTLA YAŞAMAK

Umuda, umutlanmaya nasıl da ihtiyaç duyarız bazen. Her şey öylesine ardı ardına gelmiştir ki, karanlıkta gün ışığını ararsınız adeta. Uzun bir tünelin ucundaki ışığa ulaşmak gibi. Biraz soluklanmak istersiniz. Sadece kendiniz için değil, çevrenizdekiler için de yürekten istersiniz bir umut molasını. Ben özellikle böyle zamanlarda fark ederim hep umut kaynaklarını. Aslında bitmez tükenmez kaynaklardır onlar ancak çoğu kez fark etmeyiz, görmeyiz, önemsemeyiz, o an değerini bilmeyiz. Kısaca hem var, hem yokturlar. Oysa umutlanacak ne çok şey var. Hayatın karamsarlığı, ağırlığı altında ışıltısıyla içimizi aydınlatan öyle çok umut kaynağı var ki...


Bebekler ve çocuklar her zaman bana umudu çağrıştırır. Masumiyetleri, doğallıkları, saf ve katıksız sevgileriyle nasıl da güzeldirler. Dünyayı onların değiştirebileceklerini düşlemek bile rahatlatır insanı.
Gökyüzüne fütursuzca havalanan her uçurtma da bana umudu düşündürür. Sanki çocuklar uçurtmanın peşinden koştukça yeni diyarlara özgürce yelken açarlar.
Çocukluğumuzda müjdeci böceği (Başka adı var mıydı bilemiyorum.) evin içine girince öyle mutlu olurduk ki , hiç çıkmasın isterdik. Umut bu ya, onun ardından müjdeli haberler gelecek diye düşünürdük. 
Baharla gelen üstü benekli kırmızı küçük böcekler de bir sevinç kaynağı olurdu. Onların gelişiyle eve sanki ferahlık, aydınlık dolardı. Uğur böceği ya da uç uç böceği derdik onlara da. Ters çevrilmişse hemen düzeltip rahatlardık. Küçükken her şey hayallerle zenginleşiyor. Umutlarınız hayallerinize sağlam iplerle bağlı adeta.

Sabah kuş sesleriyle uyanmak nasıl da rahatlatıcıdır. Olağanüstü bir koro kulaklarınıza, beyninize ilaç gibi gelir. Dünyanın onca gürültüsü arasında yüreğinize su serpilir, hayallerinizde umuda yolculuk başlatırsınız. 
Yeni doğan ayı gözleyip içinizden güzel şeyler dilemek. Ya tutarsa. Tutabileceğini düşünmek bile iyi gelir insana. Beklemek umutlanmak değil midir?
Sabah erken uyandığınızda yeni doğan günü karşılamak. Güneşin yavaş yavaş dünyamızı aydınlatmasını, kocaman bir kırmızı tepsi gibi çıkışını izlemek. Her yeni gün;  yeni umutları, yeni başlangıçları simgeler. .



Hayatın içinde her şey nasıl da ders vericidir. Bir hastane odasında yoğun bakımdaki hastanızın gözlerini açması, gülümsemesi "umut dopingi" gibidir yakınları için. Kemoterapi sonrası saçları dökülen bir hastanızın saçlarının yeniden daha gür çıkmasıyla hayata yeni köprüler kurulur umutla. Felç geçiren bir arkadaşınızın atacağı ilk adımlar "umuda yolculuk" başlatmaz mı?
Hayatta bazen "mucize" diye nitelendirdiğimiz olaylar da vardır; Hurdahaş olmuş bir arabanın içinden sağ çıkabilenler veya 7. kattan düşüp sağ kalabilen çocuklar. Önlem almadan sadece umuda sığınmak tabii ki kabul edilemez.

Geçmiş yıllardaki bir deprem sonrası bir hayırseverin yıllarca maddi yardım yapıp adının açıklanmasını istemediğini öğrendiğinizde "böyle insanlar da var" diye nasıl da umutlanırsınız. 
Uzun süreli evliliklerde eşini hiç incitmeyip, sevgi-saygıyı bir ömür boyu sürdüren çiftleri tanıdığınızda "umut çiçekleri" açar gönlünüzde. 
Birbirine muhalif olanlarda, karşıt görüşlü olup anlaşamayanlarda bir ortak nokta bulunduğunda , anlaşma sağlandığında umut duymaz mısınız?

Deniz kenarında denizdeki dalgaların sesi, denize yansıyan ışıklar, sudaki yakamozlar dünyanın kirliliğinden bizi uzaklaştırıp içimize umut salmaz mı?
Soğuk vurmuş, meyvesinin çoğunu kaybetmiş ağaçlarda tek tük açmaya başlayan çiçekleri gördüğünüzde umut ışığı yüzünüze yansımaz mı?
Dikenli kaktüslerin incecik nadide çiçekler açması bana hep olağanüstü gelmiştir. Onca can yakan dikenin arasında bir güzellikler yumağı. En karamsar günde bile umudunuzu tazeler. 



Yerin yüzlerce metre altındaki bir maden kazasından kurtulduğuna sevinemeden, arkadaşını kurtarmak için tekrar madene inen işçinin haberini okuyunca "insanlık" adına siz de umutlanıyor musunuz? 
Doğal afetlerden, büyük kazalardan, acılardan günler sonra duyulan ilk sesli gülüş; her şeyin henüz bitmediğinin, hayatın devam ettiğinin, yeni bir başlangıç yapılabileceğinin müjdecisidir. İnsanın içinde bir tutam enerji varsa, umut da tükenmemiştir.
Uluslararası yarışmalarda ;sinema, müzik, sanat, spor alanında dereceye girmek, ülkemizin adının geçmesi geleceğe dair nasıl da umutlandırır, gururlandırır hepimizi. "Bir kış uykusu" ile uykudan uyanır, tekrar bahara hazırlanırız adeta. Umut tohumları yeniden yeşerir içimizde.



Bazı zamanlar yaşantımızda  kabullenemediğimiz, benimseyemediğimiz öyle çok davranış ve olayla karşılaşırız ki. Karamsar olup "pes etmek" mi, "mücadele etmek" mi? Umut yanı başımızda. Bazen beklemek, bazen yakalamaya çalışmak gerekiyor: Kendimizi daha iyi hissetmek için, enerji depolamak için, güç kazanmak,  yeniden yola devam edebilmek için...