31 May 2015

ŞAŞIRMAK YA DA HAYAL KIRIKLIĞI...



Bazen şaşırır insan.  Sonuçta mutluluk veya hayal kırıklığı yaşar. Küçük veya büyük. Beklenmedik bir durum,farklı davranışlar, ani değişimler şaşırtır insanı. Veya kafamızda beliren sorulara cevap bulamamak, farklı cevaplar bulmak, yanlış anlaşılmak şaşırtır bizi. Hayal kırıklığı yaratır.

Neden şaşırdığımızı keşke her zaman açık yüreklilikle açıklasak. Karşılıklı konuşabilsek, dinleyebilsek, doğruları tartışarak bulabilsek. Yanlış anlamalarla , farklı yorumlamalarla incitmesek birbirimizi. Yanlışı düzeltmek kişiliği zedelemekten daha kolay."Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez" diye boşuna denmemiş.

Şaşırmak sürprizleri beraberinde getirirse mutlu ediyor insanı. Ama hayal kırıklıklarıyla ortaya çıkarsa tam bir çöküntü yaşatıyor kişiye. İnsanın bir başka insanla bilgi alışverişi, görüş alışverişi ne güzeldir. Ama tartışma kırıcı, yıpratıcı, zedeleyici boyutlara ulaşırsa insanın insana saygısı kalmıyor, bağlar kopuyor.




Beklenmedik sürprizler ise bir şaşkınlık ve  mutluluk yaratıyor. Beklemediğimiz bir anda gelen bir telefon, bir mesaj hele de sevdiğimiz bir dosttan, arkadaştan geliyorsa nasıl da iyi gelir insana. Şaşırır, mutlu olursunuz. Tam tersi durumlarda ise hayal kırıklığı kaçınılmazdır. Bazen tuttuğumuz bir takım, değer verdiğimiz bir arkadaş, önemsediğimiz bir yakınımız gün gelir hayal kırıklığı yaratabilir. Nasıl da şaşırır, üzülürüz. Duygularımız, mantığımız, beklentilerimiz tepetaklak olmuştur. Kendimizi yenilemek biraz zaman alabilir.

Birbirine zıt iki olay; güneşin doğuşu da, batışı da şaşırtır beni. Mutlu eder. Bir günün bitişiyle her türlü olumsuzluk gidiyor ve yeni günün ilk ışıklarıyla umut taşınıyor diye düşünürüm. İkisini de gözleyebilirsem  mutlu olurum. 
Mayıs Ayının ortalarında bir gün bilgisayarımı açtığımda güzel bir sürprizle karşılaştım: Google logosu, alışılmışın dışında pastalar ve mumlarla süslenmiş bir resimdi. Resmin hemen altında, sağ alt köşede adım da belirtilerek "Doğum Günün Kutlu Olsun" yazıyordu. Mutlaka sürekli bir uygulamadır ama ben çok şaşırdım ve mutlu oldum. Google'a bu jestinden ötürü çok teşekkür ediyorum.



İnsan her şeyden mutluluk duyabilir. Kaktüsler de hep şaşırtmıştır beni. Dikenler arasında açan çiçekleriyle sevindirir, mutlu eder. Hayal kırıklığına uğratmaz. O elinize batan sivri dikenlerin arasında bir gün ince yapraklı narin çiçekler görürsünüz. "Görün bizi, istersek biz böyle de olabiliriz" dercesine... Ne zaman, nereden çıkmıştır o güzelim çiçekler, bilemezsiniz. Kaktüsler çok su sevmez, su almadan nasıl gelişmişlerdir anlaşılmaz... Bir de taşların  kayaların arasından baş veren çiçekler vardır. Nasıl yaşama savaşı verirler, hayran olurum. Oysa en elverişli ortamlarda fark yaratmayan nice çiçek vardır.



Bazı davranışlara, bazı olaylara üzülüp şaşırdığımızda tabii sonuçta hayal kırıklığı da yaşıyoruz. O zaman olayların bir analizini yapmak iyi oluyor. Nedenler çeşitli olabilir. Bazı kurumlara, değerlere farklı önem veriyor olabiliriz.  Saygı, sevgi, namus, onur, vicdan, itibar gibi. Bazen aldığımız yaş'lar olayları kendi cephemizden farklı algılamaya neden olabilir. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki alışık olmadığımız şekilde duygu yoğunlukları yaşıyoruz. Küçücük olaylarda mutluluk duyarken bazen de yine küçücük olaylar bizi mutsuz ediyor. Mersin'in bir yaylasında Mayıs Ayının sonunda bütün meyveli ağaçların soğuktan çiçeklerini döktüğü bir zamanda görkemli ayva ağacının çiçeklerle donanmış hali nasıl da mutlu eder insanı. Oysa dışarıda fındık büyüklüğünde dolu yağmaktadır. Küçük mutluluklar değil midir hayata tat katan ?



Hayal kırıklığı yaratan ciddi büyüklükteki olayları saymıyorum. Onlar direncimizi zorluyor, sabrımızı test ediyor. Kontrollü bir öfke ile her şeyin üstesinden gelinebilir çoğu kez. Dünya neden bu kadar hızlı dönüyor diyoruz bazen. Başımız dönüyor, yoruluyoruz, çöküntüye uğruyoruz. Oysa dünyanın hızı aynı, biz tökezliyoruz, yetişemiyoruz. Herhalde en uygunu kendimizi fazla zorlamadan ayak uydurmaya çalışmak. Ve başarabildiğimiz ölçüde ayakta kalabilmek... Elimizde olsa, ne çok fazla hayal kırıklığı yaşamak ne de çok şaşırmak. Kendi tempomuzu çok zorlamayan insanca bir yaşam...

28 May 2015

HENÜZ 8 YAŞINDA...



Canım yanıyor anne...
Rüyalar bu kadar kötü müdür?
Gündüz bile rüya görüyorum artık.
Gözlerimi kapatıyorum zifiri karanlık.
Önce canavarlar görüyorum 10 kollu,
Sonra timsahlar, yılanlar, aslanlar,
Ağzından ateşler saçan, salyalar akan.
Her yanım ağrıyor anne,
Her yanım yara-bere-ezik
Ağzımın içi zehir dolu sanki...
Kocaman eller görüyorum düşümde,
Benim elimin belki 10 katı.
Bağırıyorum... bağırıyorum...
Kimseler duymuyor sesimi,
Sen bile duymuyorsun
Sesim çıkmıyor anne...
Gül diyorlar gülemiyorum,
Onlarsa hep gülüyor anne,
Midem bulanıyor, başım dönüyor.
'Koruyacağız seni' dediler
Kim, nasıl, nerede koruyacak...?
Anlatmadılar...
Hakim amca halimden anlar mı anne?
İçimde kuşlar vardı, umut gibi,ışık gibi
Hepsi uçtular uzak diyarlara.
Ben tek başıma, onlar sürüyle,
Ben yapayalnız, onlar hep birlikte.
Elimi uzatıyorum, boyum yetmiyor,
Ben nasıl büyürüm anne...?


25 May 2015

ZAMANLA DEĞİŞİR HER ŞEY...



Zaman her şeyi eskitiyor, yıpratıyor; İnsanlar, eşyalar, binalar, ağaçlar... Hepsi başlangıçtakinden farklı. Miadını doldurmuş eşyalara bakınca insanları düşünürüm hep. Aradan geçen yıllar nasıl da yıpranmaya neden olmuştur. Uzmanlar elektronik eşyalarda dayanma süresini 10 yıl olarak belirliyorlar. 10 yıldan sonra eski gücü, çalışma kapasitesi düşer diyorlar. 

"Metal yorgunluğu" denen şey bu belki de. Metal yorulur da insan beyni, insan sinirleri yorulmaz mı, yıpranmaz mı? Ama öte yandan insan eskidikçe, olgunlaşıyor, sakinleşiyor, olaylara daha çok yönlü bakmayı, bağışlamayı öğreniyor. Bazı eşyalar da insanlar gibi yıllar geçtikçe değer kazanıyor, antika sayılıyor. 

Pek çoğumuzun bilmediği bazı eşyalar... Örneğin elle çevrilen dikiş makinesi, ateş ütüsü. Geçmişte çok işe yaradıkları halde giderek kullanımları azalıyor hatta ortadan kalkıyor. Ama eski kuşakların çok zor koşullarda emekle, çabayla gerçekleştirdikleri bazı işlerin işe yarar araçlarını yeni kuşakların da tanıması ne iyi olur. O zaman daha değer bilir, daha insani, emeğe saygılı  kuşaklar yetişecektir.


Geçmişte neler yapılmış, nasıl yapılmış, o günlerin koşullarında ilkel sayılabilecek araçlarla neler üretilmiş, ne katkılarda bulunulmuş. Bugün tahılı dışarıdan ithal ederken o yıllarda o ilkel araçlarla kendimize yeter tahıl üretilmiş, ve katkılarda bulunulmuş. O araçlar ibretlik olarak belki sergilenebilir bugün müzelerde. Emeğe saygı, insana saygı, iş bölümü, paylaşım gibi hasret kaldığımız, yitirilmemesi gereken güzel özelliklerimiz de sergilenmiş olur. Anadolu insanının fedakarlığı, cefakarlığı, vefası  da bir kez daha anlaşılır.


Eşyanın da insanın da ömrü bir yere kadar. Yıllar eşyaları eskitiyor ya insanları...? Eski enerji, eski iş gücü, dayanma gücü... hepsi değişiyor. O yüzden mi son teknoloji harikası makineler her gün geliştirilerek insanların hizmetine sunuluyor. Eskiyen araçlar miadını doldurdukça bir yerlere kaldırılıyor. Ama insan değer bilir bir toplumda ise, iyi şeyler yapmışsa yaşlılığında daha farklı bir yer elde ediyor, saygınlık kazanıyor.
Mersin Arslanköy'de olağanüstü iş gücüyle, enerjisiyle çalışan örnek bir Anadolu Kadını Teslime Abla. Keçi ve ineklerini sağdıktan sonra kendi kurduğu tezgahında savan, sofra örtüsü, çulfalık- kilim dokuyor. Renk ve desenleri çok zevkli. Mersin Halk Eğitim Merkeziyle işbirliği yapıyor.Küçük bir üretim merkezi adeta.



Benzerlikler olsa da doğada her şey farklı eskime-yaşlanma belirtileri gösteriyor. Makineler ya birden duruyor ya da çalışma sesi değişiyor.Bakıma alınıyor veya parçalara ayrılarak onarılıyor. İnsanda hareketler yavaşlıyor, hayatın temposu düşüyor. Daha çok dinlenme ihtiyacı duyuyor. Binalar, evler eskidikçe çatırdıyor, sıvası dökülüyor. İnsan vücudu da yaşlandıkça, rahatsızlanınca iç çığlıklarını duyuyor ama kulak veremiyoruz çoğu zaman. Aslında yılların birikimiyle oluşan yorgunluklar, ağrılar, acılar ses veriyor çoğu kez.

 Zamanın kayıplarını  kazançlara dönüştürmek mümkün. Hiçbir şey aslı gibi olmayacaktır, geriye dönüş imkansızdır ama küçük önlemlerle hayat daha yaşanabilir hale getirilebilir. Olabildiğince stresten, tartışmalardan  uzak, sevdiğimiz insanlarla birlikte bir hayat, yaşadığımız dünyayı  da daha çekilebilir kılacaktır....




19 May 2015

BİR KİTAP TANITIMI- ALBÜMDEKİLER...



Albümdekiler uzun zamandır başucumdaydı. Okumak için uygun bir zaman bekledim. Olmadı, çeşitli nedenlerle okuyamadım. Üzüldüm, canım sıkıldı. Ve bir gün Albümdekiler' in kapağını araladım. O günlerdir okuyamadığım kitapta hiç duraksamadan 80. sayfaya kadar gelmişim. Okumaya başladığınızda kitap insanı sarıp sarmalıyor, sürüklüyor...

Albümdekiler, büyük bir ailenin birkaç kuşaklık hikayesi. Aile büyüklerinin, eşlerin, çocukların, torunların aile içi ilişkileri, hayat mücadeleleri konu ediliyor. Varlıklı  günleri de yokluk günlerini de yaşayan, her iki duruma da uyum sağlayan bir aile. Karakterler öyle güzel ve sağlam betimlenmiş ki kitabı okurken sanki bir albümün yaprakları arasından çıkıp, birer ikişer ete kemiğe bürünerek can kazanıyorlar. 

Romanda kadın kahramanlar çoğunlukta. Ailedeki kadınlar genellikle sağlam karakterde, ayakları üzerinde sağlam durabilen, kendini ezdirmeyen, yeri geldiğinde kuralları aşabilen, ama eşlerine sadık, dürüst  kadınlar. Eminim herkes her kahramanda kendinden bir şeyler bulacaktır. Elbette tıpatıp benzerlik değil ama yakınlık, yatkınlık, sempati duyma, benimseme... Ben en çok romanın başında konu edilen kızların annesi Mihriban Hanım'ı sevdim. Ve bir başka güçlü kahraman, Gülse. Roman kahramanlarının sevinciyle mutlu oluyor, acılarıyla üzülüyorsunuz.

Gülsen Varol her zamanki ustalığıyla kalemini çok iyi kullanmış. Çok düzgün ve duru bir Türkçe ile romanını tamamlamış. Her bir karakter ince ince işlenmiş, kişilik özellikleri çok özenle belirlenmiş. Herkes okurken farklı yorumlayabilir belki ama ben daha çok "anaerkil" bir ailenin bireylerini düşündüm. Babaların da ailede saygın bir yeri var, babalar da etkin ama annelerin daha çok sözü geçiyor, düşündüklerini gerçekleştiriyorlar. 

Ailedeki müzik tutkusu kuşaktan kuşağa ud, piyano gibi farklı enstrümanlarla sürüyor. "Albümdekiler" ; aile kavramını, kadın-erkek ilişkilerini, anne- baba- çocuk birlikteliğini, insana yeniden düşündüren, sorgulayan, her konuda ders alınacak bir roman. Kitabın kapağını kapattığınızda; çok renkli bir "hayat" albümündeki değişik karakterler de tekrar eski yerlerine yerleşiyorlar sanki...
Elinize, yüreğinize sağlık Sevgili Gülsen Varol...

Kitaptan bazı alıntılar:

"Sanem gittikçe şişmeye başlayan ayaklarıyla artık zor yürümeye ve yürürken sık sık düşmeye başlamıştı. Bir an bile aklından çıkmayan sıkıntısını hep içine ata ata delirme raddelerine gelmişti. Birikiyordu... Ağlayamadığı için gözyaşları, konuşup dertleşemediği için üzüntüleri, yanında yöresinde kimse olmadığı için yalnızlığı...Ne zaman ve nerede patlayacağını bilmediği bir yanardağ gibiydi." (sayfa 146)

"Çok sonraları, her biri ayrı ayrı "Ne iyi etmişiz gitmekle" diye düşündüler. Çünkü böyle bir beraberlik bir daha hiç yaşanmadı... Ancak, sıralı ya da sırasız , "Ölüm" denen yokluk kapılarını çalıp, bir bir kalanları götürmeye başladıkça; neşeyi gönüllerinden atıp, yerine hüznü doldurarak bir araya geldiler. Ve her bir araya gelişlerinde , yoklama hep, 'bir' eksik çıktı!.. (sayfa 161)

"Ömür yapraklarına benzettiği albümlerde ne kadar resim varsa, yaşayan veya göçüp gitmiş bütün yakınlarının , sevdiklerinin, özlediklerinin resimlerini hepsini çıkartmıştı hapsoldukları yerden. Albümde yıllardır kapalı kalıp, sayfalar açıldığı zaman hava aldıklarını düşündüklerinin, panoya çıktıkça yüzlerine renk, gözlerine fer gelmeye başladığını düşündü. Nefes almışlardı sanki!.
Resimdekilerle göz göze gelmeye çalıştı, beceremedi. Neden sonra ağladığını fark etti..." (sayfa 183 )

Beyninize, gönlünüze, gözlerinize, yüreğinize sağlık Gülsen Varol...

Makbule Abalı- Eğitimci 
19.05.2015-Mersin



19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA GENÇLİK ve SPOR BAYRAMI...






Gençler geleceğimiz, gençler umudumuz. Onların çağdaş fikir ve düşüncelerine ne çok ihtiyacımız var. 
Onların da konuşmaya, fikirlerini dile getirmeye büyük ihtiyaçları var. Sözlerini dinlemek, anlamak gerekiyor.
Çeşitli eğitim kurumlarında, okullarda, üniversite kampüslerinde haklı isteklerle düşüncelerini dile getirmek istediklerinde, söz almak istediklerinde
ya susturuluyorlar, ya gazla uzaklaştırılıyorlar.
Oysa uygun yaklaşımlarla çok daha farklı çözümler üretilebilir.
Gençlerin beyin gücünden, iyi enerjilerinden, güzel duygularından çok şey bekliyoruz.
19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramımız kutlu olsun. 


16 May 2015

ENGELLERİ AŞMAK VE EMPATİ...



Önce ritmik bir biçimde yere vuran bir cisimden gelen sesleri duydu; Tık-tık...tık-tık-tık....tık-tık... Birden irkildi. Sabah erkenden yürüyüşe çıkmıştı. Dönüş yolunda yorulunca küçük parktaki bir banka oturmuştu. Ses arkadan, parkın parke taşlı yolundan geliyordu. Arkasını dönüp baksa sesin kaynağını görebilecekti. Ama bekledi... Hemen dönmedi. Ses devam etti; Tık-tık... tık-tık-tık... Daha fazla sabredemedi. Biraz korkmuştu da. Birden döndü ve onları gördü;

40 yaşlarında bir erkek ve yanında 10 yaşlarında bir çocuk. Adamın elinde bir baston vardı, ses ondan geliyordu. Adamın giysilerinin yoksul bir görüntüsü vardı. Belki yamalı, yırtık değil ama yıllarca giyilmiş görüntüsü veriyordu. Ütüye gerek duyurmayan bir pantolon, kravatsız yaka ekose bir gömlek, başında spor bir kasket.
Çocuğun giysileri biraz daha farklıydı. En azından yoksul bir görüntüsü yoktu. İkisinin de giysileri temizdi. 

Park sakindi. Üçünden başka bir bankta oturan bir çift daha vardı. 
Genç kadın sesin kaynağını görünce endişesinin yersiz olduğunu anlamıştı. Gözü bastonda "Yardımcı olabilir miyim" dedi. "Yanımda çok az miktarda var ama..."Cümlesini tamamlayamadı. 
"Biz dilenci değiliz bayan" dedi bastonlu adam. "Hayır öyle demek istemedim" diyerek bir şeyler söylemeye çalıştı kadın.
"Biz zor geçinen ama onurlu ve namuslu insanlarız" dedi adam. 

Utandı, başını öne eğdi genç kadın. Spor ayakkabıları bildik bir markaydı. Çok sade, mavi bir eşofman giymişti. Bastonlu adamın görmediğini fark etti birden. Bakıyor ama görmüyordu. Yanındaki çocuk canlı baston gibiydi. Birbirlerini öyle güzel tamamlıyorlardı ki. İçi ısındı birden bu ikiliye. Sevgiyle gülümseyerek baktı. Her gün dönüş yolunda sabah çayını içtiği kafe 5 dakika uzaklıktaydı. 
İçinden geldi, çekinerek sordu; "Ben çay içeceğim. Size de bir sabah çayı ikram edebilir miyim?" Sanki cevabın "hayır" olacağından emindi. 

Çocuk babasının yüzüne baktı, kolunu sıktı. Belli ki O çok istekliydi. Adam çok net bir sesle "Neden olmasın" dedi. Konuşurken kafeye ulaştılar. İçeriye baktılar, çay demlenmiş, taze poğaçaların güzel kokusu sokağa yayılmıştı. Dışarıda bir masaya oturdular. Kırmızı pötikare örtüler vardı masaların üzerinde. Küçük toprak vazolarda çiçekler bile konmuştu masalara. Adam çiçekleri göremiyordu ama küçük vazoyu eline aldı, evirdi, çevirdi, kokladı.
"Yasemin koymuşlar" dedi." Ne güzel kokuyor, sabah ve gece daha keskin kokar. Bilir miydiniz?" Dalgındı ama soruyu duydu genç kadın. "Hayır"dedi.

Çaylarını yudumlarken konuşmaya başladılar. Uzun zamandır konuşmaya hasret kalmış gibi önce  adam konuşmaya başladı; "Bu benim oğlum Onur. O benim her şeyim. Öğleden sonraları okuluna gider. Ben evde kalırım. Birbirimizi idare ediyoruz. İki yıl önce bir trafik kazasında eşimi ve gözlerimi kaybettim. Onur okulda idi. O kurtuldu. Çok zorluklar yaşadık. Ama artık alıştım." Derin bir nefes aldı, arkasına yaslandı. Kısa bir sessizlik oldu. Sonra devam etti;

"Doğuştan değil, sonradan görme engelli olduğum için renkleri biliyorum. Sulu boya resim yapıyorum. Renklerde engel tanımıyorum. Yeni hayatımda çok şeye alıştım, pek çok engeli aştım. Oğlumla benim asıl engelim toplumdaki duyarsız insanlar. Çarparak yürürler, yol vermezler, yer vermezler. Bir Engelliler Evimiz var. Ev dışında orada çok mutlu olurum. Müzik dinleriz, gençler bize gazete, kitap okurlar. Yardımcı olurlar, tavla, satranç oynarız. İhtiyaç olduğunda bir araba gönderirler, doktora gideriz. Belediye Başkanımız engellilerle çok ilgilidir. 

Genç kadın ilgiyle dinliyordu. Babası duraksayınca Onur söze başladı; "Babam ve arkadaşları bazen okullarımıza gelirler. engellilere nasıl davranılması gerektiğini anlatırlar." 
Genç kadın "Benim için farklı bir sabah oldu bu sabah" dedi. "İyi ki kahvaltımı sizinle yaptım. Ne çok şey öğrendim." "Biz de"dedi Onur. "Nasıl mutlu olduk. Uzun bir zaman sonra kahvaltıda üç kişiydik." Gerçekten üçü de kendi çapında mutluydu o anda. Üçünün de gülümseyen yüzlerinden belliydi. 

Yeni, farklı insanlar tanıma, kendini yeterli görme, özgürlük, işe yarama, yardımcı olma, engelli olma, engellenme, öz güven kazanma, ön yargılı olma, peşin yargılardan arınma... Bu tanışmadan herkes kendine göre bir şeyler kazanmıştı. Uygun iletişim için önemli olan yol, önce empati kurmakla başlıyordu...





13 May 2015

BİR YIL SONRA SOMA...



Bir katliam yaşandı Soma'da
Saymakla bitmedi cenazeler... 301 can
Üstünden sanki yüzyıl geçti...
Evlerin erkekleri yok artık, çok çok uzaklarda,
Çocuklar ve kadınlar kaldı geride.
Her evden ağıtlar yükseldi önce,
Sonra ürkütücü bir sessizlik başladı. 
Kahkaha hiç duyulmadı.
Çocuk sesleri sessizlikte kayboldu,
Oyun hep vardı çocukların dünyasında
Ama oyunlar bile farklılaştı;
"Madencilik" oyununda baretler takıldı kafalara,
Yüzler, eller kömür karasına boyandı.
Siyah-beyaz resimler çizildi kara kalemle,
Giysiler toz-toprak içinde,
Ellerinde bir somun-ekmek, eve gidecek
Yanı başlarında gülen yüzlerle çocukları...
Oysa "gerçek" bu değil, hepsi rüya, hepsi hayal
Hepsi resimlerde, hepsi düş gibi...
Soma çok yakın, hayaller çok uzak.
Çocuklar büyümeden olgunlaştılar,
Gördükleri, duydukları, yaşadıklarıyla...
Maden yanı başlarında, mezarlık az ilerde,
Eve dönüş kolay değil, ağıtlar bitmedi.
Bir yıl önce bir facia yaşandı,
Bir yıl sonra acılarıyla baş başa
Sanki üstünden yüzyıl geçmiş gibi değişti insanlar...





10 May 2015

YILLARIN DEĞER KATTIĞI HEDİYELER...



Hediye vermek bir sanattır, incelik ister. Hediye, veren için de alan için de mutluluktur.Verilen hediyenin pahalı olması gerekmez, verilen için değerini de yükseltmez. Zevke uygun olması, bir ihtiyacı karşılaması önemlidir. Ve yılların ötesinde vereni hatırlatması, bir yönüyle çağrıştırması beklenir. Hediye, alan için bir ödül gibidir. Sevginin dile getirilmesidir. Değer bilen biri için anlamlı bir hediye giderek daha da anlamlı hale gelir. Hediyenin hacmi, ağırlığı, büyüklüğü, küçüklüğü çok önemli değildir. (Ya da ben öyle düşünüyorum.)

Eski mektupları, kartları hep saklarım. Hayatımızın önemli yapı taşları, geçmişin izleridir onlar diye düşünürüm. Verilen hediyeden çok ona iliştirilen pusula önemlidir benim için. Tarih belirtir, duygu aktarır, sevgiyi dile getirir. Hediyeyi kalıcı ve anlamlı kılan o küçücük pusuladır belki de. Beyinlerden kalplere uzanan bir köprü gibidir o pusulalar. Hediye verenden hediye alana değerli mesajlar taşır. O mesajların bazısı kısacıktır ama bir roman içeriğine sahiptir. 
Yıllardır hiçbirini atamadım. Bazen üzüntülü bir anımda onları sakladığım "sevgi kutucuğunu" açar, yeniden-yeniden okurum. Can bulurum adeta.

Her birinin ayrı bir değeri var benim için. Her birinin anlamı ayrı. O anlamlar değil midir ki bir hayatı anlamlı kılan, yaşanabilir yapan... O küçücük kağıtlarla birlikte bazen bir kitap, güzel bir defter, işe yarar bir mutfak eşyası, seramik bir kuş, bir demet kır çiçeği... güzel dileklere eşlik eder. Önemli günlerde yakınlarımdan cep telefonuma gelen güzel mesajları da silemiyorum. Telefon numaram değiştiğinde hiç üşenmeden eski mesajları bir deftere geçirmiş, kalıcılığını sağlamıştım. 



Eski mektupları, kartları atamam, hep saklarım. Hayatımın önemli yapı taşları, geçmişin izleridir onlar diye düşünürüm. Antikayı korumak, insana değer vermek, anılara sahip çıkmak... İşin özü bu sanırım. 80' li yılların ortasında  PTT bir çalışma başlatmıştı: "10 yıl sonrasına mektup yazın." Bir adres yazıp mektubu PTT'ye veriyordunuz. Çok ilginç bir çalışmaydı, gönderilen mektuplar 10 yıl sonra elimize geçmişti. Ne güzeldi. Düşünüldüğünde 10 yıl önemli bir zaman dilimi... zaman ne getirip ne götürecek... kimler yanınızda olacak, kimlerden uzaklaşacaksınız...



Anılar yolculuğunda daha kısa zamanlı umut ve beklentilerimiz de var; Geçen yıl kızımdan aldığım çok ilginç bir hediye benim için çok değerliydi; Bir kart ama anlam yüklü bir kart. Kızım, kızının diliyle bana bir "anneler günü" kartı hediye ediyordu. Kızı o dönem henüz 1 yaşında bile değildi. Üzerinde bir çam ağacı resmi ve ona yapışık tohumlar olan bir kart. O kartı bir saksıya yerleştirdiğinizde  bir süre sonra tohumlar yeşerip bitkiye dönüşüyordu. 



Özenle her gün suladım o tohumları. Yeşerdi de. Ama çiçeğe dönüşmedi. Umutlarımız da öyle değil midir? Her zaman beklentimize uygun olmayabilir. O yeşillik bile benim için çok değerliydi. Uzun zaman yeşil kaldı. Bir karttan tohumlar boy verip bitkiye dönüşmüştü. "Sevgi tohumları" Hayatımızda sevgiyi dile getiren, sembolleştiren bu tür küçük şeyler değil midir? 

İnsanlar gidiyor, geriye anılar, izler kalıyor.  O anılar besliyor insan ruhunu. Ve yaş aldıkça eskilere daha mı çok gönül veriyor insanoğlu. O küçük güzel kağıtları, kartları kıyıp da atamıyorum çünkü o an ben mutlu olmuşsam, bu mutluluk geleceğe de taşınsın, kalıcı olsun istiyorum. Hüzünlü bir günde yaşanan küçük mutluluklar hayatı dengeliyor. Mutluluk dalgaları çevrenize, sevdiklerinize de yayılıyor. 
Tüm annelere ve "anne yüreği" gibi yüreği kocaman insanlara saygıyla...Ve "sevgi" yeryüzündeki küçük- büyük  tüm çocukları sarıp sarmalasın...Bir anne gibi...



6 May 2015

İMKANSIZI İSTEMEK...



Mutlu anlarda zaman dursa,
Kesintisiz an'lar olsa
Saatler çalışmasa, saniyeler akmasa,
Gölgesiz sevinçler olsa.
Acılar, tasalar itilse bir kenara,
Kin, öfke, nefret saklansa,
İnsan insana kıymasa.
Yaş'sız dönemler olsa bazen,
Güzel yıllar tekrar yaşanabilse.
Karlı, puslu kışlar ertelense,
Dört mevsim bahar yaşansa.
Düşler uzun, upuzun olsa
Tan yeri ağarırken uyanılsa,
Günü uzatsak gün batımına kadar,
Olmazları olur kılabilsek...


2 May 2015

YUNUS EMRE'DEN DEYİŞLERLE...


Zaman zaman yüzyıllar öncesinden söylenmiş ve iz bırakmış sözleri yeniden hatırlamak hafızayı tazelemek gibi. Yunus Emre Anadolu'da yaşamış Tasavvuf ve halk şairi, Türk- İslam Düşünürü olarak biliniyor. Sözleri, şiirleri günümüzde de değerinden hiçbir şey yitirmemiş. İnsan olan herkese karşı fakir-zengin, Hristiyan-Müslüman ayrımı yapmadan engin sevgiyle bağlıdır. Anadolu'da Türkçe şiirin öncüsü olan mutasavvıf ve filozof olarak bilinir.

Yunus Emre'ye kulak vermek iyi geliyor insana...












Çocuklarınıza zengin olmayı değil, mutlu olmayı öğretin.
Böylece hayatları boyunca sahip oldukları şeylerin fiyatını değil, kıymetini bilirler... 
                                                              Yunus Emre                                    
 


İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendin bilmez isen, ya nice okumaktır. 
                                                              Yunus Emre