15 Ara 2017

SİYAH BEYAZ ÇOCUKLUK...



İnsan düşünmek için hafızasına yol açtığı zaman ne çok şey hatırlıyor. Bellekte gizlenmiş yüzlerce anı yüzeye çıkmak için sabırsızlanıyor. Dünle bugün arasında kıyaslamalar yaptıkça geçmişin anılar denizinde uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Deniz bazen dalgalı, bazen sakin olsa da beyin jimnastiği sağlayan bu yolculuk iyi geliyor hepimize. İçimizdeki çocukla el ele, kol kola sanal ya da gerçek alemde bir gezinti yapıyoruz..

Kuşaklar X-Y-Z kuşakları olarak adlandırılsa da bu kuşak Internet kuşağı. Bizler kalemlerin, daktiloların hüküm sürdüğü çağda yetiştik. 
Fotokopiler vardı. Kopyalar çoğaltılırdı. Kafa yorardık; imza nereye atılacak, yazım hatası olmamalı, damga pulu nereye yapıştırılacak...? Zamanımız mı çoktu, bizi uğraştırırlar mıydı bilmiyorum. Geçmiş zaman...

Şimdilerde gençler beğenilerini kolayca iki tık tıkla tıklayarak ifade ediyorlar. Onca emek verilmiş çalışmalarda da tık tık... Yazı zor geliyor belki. Zaten kısaltmalar ve emojiler var. (Görsel mesajlar demek doğru olur mu bilemiyorum.) Ama iyice bilmeyince anlamakta zorlanıyor insan. Çiçekler, böcekler, hayvanlar, insan yüzünün türlü çeşitli halleri, eller, parmaklar. Bilgisayarla adeta oynayın dese de çocuklar biz temkinli kuşağız. Ya yanlış yere dokunursam endişesinden kolay kolay kurtulamıyoruz halâ.
 
Yazıyla mesajlaşmada; slm - iki harf eksiğiyle selam. Selam, yarım yamalak oluyor böylece. msj-mesaj demek. İyi akşamların kısaltması yok galiba, uzun kelime. Lütfen, saygıyla sözcüklerinin kısa mesajla dile gelmiş haline ben rastlamadım. Çok da ihtiyaç duyulmuyor mu acaba ?

Emojiler, kısaltmalar anlatmak ya da anlaşılmak için her zaman yeterli midir ? Ben pek emin değilim. Belki bizler henüz Internet diline çok aşina değiliz. Şair "Melali anlamayan bir nesle aşina değiliz." diyordu . Oysa melal değil de çağa ayak uydurma sorunları var pek çok yetişkinin.
 
Örneğin ben, telefonda insan sesi yerine talimatlar veren mekanik seslere halâ alışamadım. Ne kadar hızlı davransanız da saniyelerle yarışırken onların istediği zamanda çözüme ulaşamıyorsunuz. Mekanik ses: "Yanlış tuşladınız." diyor. Bazen çağın gerisinde hissediyorum kendimi.

Bizler zengin insanlar değildik. Ama yoksul da sayılmazdık. O yıllarda zengin-yoksul arasında uçurum yoktu. Gösteriş merakı da yoktu. Orta direk henüz çökmemişti. Çok zenginler çoğunlukta değil, azınlıktaydı. Dolmuşlar yoktu. Toplu taşıma araçları otobüslerdi. Cep telefonları zaten yoktu. O yüzden otobüslerde kimse yüksek sesle anlatılan hayat öykülerini veya farklı sohbetleri dinlemek zorunda kalmazdı. Henüz dinleme-anlama-anlaşma gündemdeydi.

Renkli fotoğraflar yoktu. Dijital fotoğraf  makineleri de. Karanlık odada tabedilirdi fotoğraflar. Düşünüyorum da her işte daha titiz olmak zorundaydı insanlar. "Beğenmedin, at" psikolojisi henüz her alana yayılmamıştı. Tüketim toplumuna henüz geçmemiştik. Üretme eğilimindeydi insanlar. Renkler her zamanki gibi cazibesini koruyordu. İsteyen, fotoğrafçılarda siyah beyaz fotoğrafına renkli düzenleme yaptırabilirdi.

Hayatımız da çok renkli değildi zaten. Önlüklerimiz siyah, yakalar beyazdı. Gösterilerde giydiğimiz şortlar beyaz, kara tahtamız siyahtı. Okulların dış boyaları şimdiki gibi renkli değildi. Televizyonlar bile siyah beyazdı. Ama o yıllardaki filmler bir başkaydı. Filmlerde rolü olan kadın-erkek sanatçılar da farklıydı. Çok sayıda kişi tarafından taklit edilirlerdi. 

Cep telefonları olmayınca iletişim belki kısıtlıydı ama, daha çok hayal kurulur, daha çok özlem çekilirdi. Günlük tutulur, anket defteri doldurulur, mektuplar haberleşme aracı olarak kullanılırdı. İstanbul'da üniversitede okurken yazdığım uzun mektupların hepsini bir kutuda saklamış annem. Bulduğumda nasıl da şaşırmıştım.

Okula giderken kızların makyaj yapma adeti yoktu. Şimdi yeşile, maviye boyanmış saçları görünce çok yadırgıyorum. Tutucu değilim ama, kuralların yer ve zamanla, kurumlarla sınırlı olması gerektiğini düşünüyorum.

Biz "Güzellik sadelikte gizlidir. gençliğiniz güzelliğinizdir" anlayışıyla büyüdük. Ama platonik aşklar vardı. "Hayallerinizin sınırını siz çizeceksiniz" derdi bir öğretmenimiz. Sınırları çizmek, güven, vefa. vicdan, ahlak, namus şemsiyesi altında yer almak önemliydi.

Varlık Dergisi, Varlık Yayınlarından kitaplar, mizah dergileri  okurduk. Bu kitaplar şimdiki kitaplar gibi kuşe kağıda basılı değildi. Parlak, resimli kapakları yoktu ama gözümüz gibi korurduk. Şaka gibi geliyor şimdi. Okul kütüphanelerimiz bile vardı. 

Lisede okul salonunda Moliere'in bir oyununu sergilemiştik. Bir Kız Lisesinde erkek kılığında oynadığım rolümü nasıl da ciddiye almıştım. Doğum günlerinde birbirimize kitap hediye etmek gibi bir alışkanlığımız vardı ve hiç de garip kaçmazdı. Kız çocukları için Barbie bebeklerimiz yoktu. Bez bebekler dikerdi anneler çocuklarına. Ortaokulda Ev-iş dersinde bez bebek yaptığımızı hatırlarım. Sümerbank Dokuma Fabrikası'nın ürettiği pazen kumaşlardan  kullanmıştık.

 Alışveriş Merkezlerinde çocuklara, bebeklere satılan giysiler bile payetli, pullu günümüzde. Şimdiden süslü bebekler yetiştiriyoruz. Satış elemanına soruyorum: Çocuklar bunları hiç mi kirletmeyecek, hiç mi bu giysiler yıkanmayacak? Öyle isteniyor diyorlar. Modayı kimler belirliyor, kimler aldatılıyor, kimler aldatıyor?

Günümüzdeki gibi kafeler yoktu. Pastaneler ve küçük çay ocakları vardı. Yazlık-kışlık sinemalar vardı. Hatta Adana'da tiyatro salonu bile vardı. O yıllarda Yıldız Kenterleri, Müşfik Kenterleri, Genco Erkalları izleme şansımız oldu. 

Dans okulları, jimnastik salonları, diskolar, barlar yoktu, ama İl Halk Kütüphanemiz vardı. Şimdi düşünüyorum da, acaba çok şeyden mahrum muyduk yoksa pek çok yönden kazançlı mıydık? Ama halimizden memnunduk, yakınmazdık. Kendi kendimize yeterdik sanırım. Alışkanlıktan belki de, günlerce evde kalsam sıkılmadan kendime bir uğraş bulabilirim.. Beklentilerimiz çoktu, gene de. Umudumuz, hayallerimiz, ideallerimiz vardı.

Dünyaya bakış açısı olarak kendimizi zengin sayardık. Şimdi de öğrenim görmemiş ama kendini geliştirmiş, yürek zenginliği olan insanı yoksul ya da cahil saymıyorum ben. İnsan isterse çok yararlı, güzel işler yapabiliyor. Beyin kaydediyor, göz görüyor, kulak duyuyorsa çok şey gerçekleştirilebilir. Bunlardan birinin yetersiz olduğu durumda yürek ve beyin imdada yetişecektir.

O yıllarda çoğumuzun fotoğrafçıda çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğrafı vardı. Fotoğraflar siyah-beyaz, anılar rengarenk idi. Doğal değil de poz vererek çekimler yapılırdı. Belki o yüzden hiç sevmem fotoğraf çektirmeyi. Ama çocukluktan kalma bu fotoğraf bilmem neden, baktıkça mutlu eder beni. Belki 23 Nisan çocukları gibi eteklerimizi tutarak yapay gülüşlerle poz vermediğim için. O yıllardan pek çok kişinin öyle bir fotoğrafı vardır sanırım.

Küçük şeylerle mutlu olan, elindekiyle yetinmesini bilen bir kuşak,  yaşadığı döneme ayak uydurmaya çalışıyor şimdi... Bazen sanal alem denen bir okyanusta boğulmamaya çalışarak, bazen gençleri anlamaya, bazen de kendini anlatmaya uğraşarak...

Eski kuşak teknik konularda çok yeterli olmasa da kendini yeniliyor. Hayat boyu öğrenme devam ediyor. Mutlulukla mutsuzluk arasındaki uzun ince yolun ucu nerede başlar, nerede biter hiç bilinmiyor. Hayat bilinmezlerle dolu. Ne zaman... nerede... nasıl...? Teknoloji bu kadar ilerlemişken renkli hayatlarda hayatın sonunu kim tahmin edebilir? 
Bilgisayarlar sadece ona yanıt veremiyor...

Makbule ABALI- 2017







8 Ara 2017

BİR DÜNYA MASALI...



İnsan yaşamında anıların, hayallerin büyük rolü var. 
Çoğu zaman anılar hayatımızı yönlendiriyor. Anıların bıraktığı izler
.olaylara ya da kişilere bakış açımızı etkiliyor.Hiçbir ay veya mevsimi olumsuz saymıyorum. Ama, herkesin geçmiş algıları faklıdır elbette . Bazen bir ad bile ne çok şey çağrıştırabilir insana. Bir tarih, bir şehir, bir kitap adı ya da bir şiir. Her birinin belleklerde ayrı bir yeri vardır...

Aralık Ayı bizim için zor bir ay, geçmişte olumsuz anıların olduğu bir ay.Farklı yıllarda 8 Aralık'ta annemi, 12 Aralık'ta kız kardeşimi, 
daha sonra da dayımı kaybettik.Tabii ki hayat devam ediyor. Anılarla yol alıyor insan.Bir süre hayatın yükü daha çok biniyor omuzlara.Ve sonra normal yaşantıya dönüyor insan...

Annem Alzheimer hastası idi. Aslında sosyal medyada yazı ya da fotoğraflarla özel hayatlardan söz edilmesini yadırgıyorum. Ama bu konu farklı geliyor bana. Günümüzde Alzheimer, kalp hastalıkları ve kanserden sonra en sık rastlanılan 3. hastalık. Dünya Alzheimer Günü 21 Eylül. Önemli bir günü tek bir güne indirgemek yerine farkındalık yaratarak zaman zaman düşündürmek çok daha yararlı. "İNSAN'ın olduğu yerde hiçbir şey şaşırtıcı gelmiyor bana." diyor bir düşünür.

Zor bir hastalık Alzheimer. Hastanın yanında her şeye tanık olan hasta yakınları için daha da zor. Anne, baba, eş ya da bir yakınımız sevdiğimiz insan gözümüzün önünde adeta bir başka insan olurken çaresiz kalmak, bir şey yapamamak... Alzheimer'de tedavi şansı yok, ancak ilaçlarla hastalığın ilerlemesini yavaşlatabiliyorsunuz.
Alzheimer evreler halinde görülen bir hastalık. Hastanın muhakemesini, hafızasını  zayıflatıyor, uyumunu bozuyor, dil gelişimini aksatıyor. Son evrede artık söz de bitiyor.

Annem bir zamanlar Faruk Nafiz Çamlıbel'in, Tevfik Fikret'in, Mehmet Akif'in, Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın uzun şiirlerini ezbere okurdu. Dikiş öğretmeniydi .Çevresinde çok sevilirdi. Fedakar bir insandı. Hastalığında bir bebek gibi bakıldı. Zor günlerdi tabii. Sabahlara kadar birlikte uyuyamadığımız zamanlar oldu .Eşimin yardımlarını unutamam. 
O yıllarda, yaşadıklarımızın bir bölümünü kağıda döktüm. Bazen şiir bazen yazıyla dile getirdim. 
Bunlardan bazıları Uçun Kuşlar adlı bloğumda yayınlandı. Geliri Türkiye Alzheimer Derneği Mersin Şubesine kalan "Geriye Kalan" adlı bir kitabım çıktı. Yazmak ya da sevdiğiniz bir işle ilgilenmek rahatlatıyor insanı. "Bir Dünya Masalı" adlı şiirimi ölümünden bir yıl önce yazdım.

BİR DÜNYA MASALI...

Bir anneanne, bir anne, bir de çocuk
Değişim kuralına uydu üç kuşak;
Yıllar değişirken onlar da değişti...
Yüzler, eller, gözler değişti,
Çağ değişti, insanlar değişti,
Hastalıkların adı bile değişti...

Bir gün ansızın bir "konuk" geldi eve, 
Kapıyı bile çalmadan, sessizce...
Evdekiler hep konukseverdi, 
Ama bu yabancı da bir başkaydı.
Davetsiz konuk yerini kendi seçti,
Anneannenin beyninde bir köşeye yerleşti...
Korkuttu, incitti, üzdü evdekileri,
Adını öğretti, belletti, yineledi;
Demans, Bunama ya da Alzheimer.

Yeni konuk altüst etti düzeni;
Çanta, para, anahtarlar hep kayıp, 
Anneannenin kafası karmakarışık...
Anneanne şaşkın, anneanne çaresiz;
Kimdir, kiminledir, nerededir...?
Unuttu; günü, ayı, yılı
Unuttu; nerede, nasıl, kiminle olduğunu
Unuttu; ne yediğini, nasıl, kiminle yediğini
Unuttu, unutmak istemediklerini bile...

Roller değişti durmadan,
Kimlikler karıştı birbirine;
Kızı "annesi", ya da ablası, damadı "babası"
Oysa sahne aynı, oyuncular aynı,
 Değişen yalnızca insandı...
Anneanne huy değiştirdi onca yıl sonra;
Sinirli, öfkeli, uykusuz,
Kırılgan, alıngan, huzursuz...

Bir güzel düş oldu çocukluk,
Film hep geriye sarılıyor artık;
Yakın geçmiş silindi bitti,
Uzak geçmişe köprüler döşendi.
Dünya kocaman, dünya soğuk,
Gün bitti, güneş batıyor artık...

Anneanne başını dayadı sevdiklerine;
Elini tuttular sımsıkı, okşadılar usulca,
Dünya küçüldü birden, dünya ısındı...
Acıyı paylaştılar üç kuşak;
El ele, yürek yüreğe, omuz omuza
Direndiler hastalığa sevgiyle,
Tutundular yaşama umutla...
Yorgun belleklerden silindi pek çok şey ama ;
"Unutulmaması gerekenleri" unutmadılar...

Ülkemizde ve tüm dünyada Alzheimer hastası olup, "ikinci çocukluğunu yaşayanlara" saygıyla...

Makbule ABALI- Eğitimci



3 Ara 2017

ENGELLENEN HAYATLAR...



Hepimizin hayatında davranışlarımızı farklılaştıran, ket vuran engeller var. Bu engellerin topluma yansıyan kısmı bazen normal koşullarda, bazen en uç noktalarda yaşanıyor. Üzülüyor, kırılıyor, sitem ediyoruz. Öfke kontrolü yapamayanlar, zihnindeki ön yargılarla baş edemeyenler ya da iç dünyasında kin, öfke, nefret biriktirenler kendilerine de çevrelerine de aşılamaz engeller çıkartıyorlar. Öfke patlaması yaşayanlar,çok sevdiği insanı vahşice katleden, çocuklarının yanında öldüresiye eşini dövenler, trafik kazalarında ölüm saçan, bazen kaçan, hoşlanmadığı durumlarda kaba kuvvete baş vuran, yasal olmayan işler yapan insanlar.

Bu insanlar toplumun her kesiminde. Engel yaratanlar, zarar verip düzeni bozanlar. Hep şöyle düşünmüşümdür; Bu insanlar yürekten engelli tipler. Yüreğinde merhamet, acıma duygusu olmayan insanlar. Bunlar genellikle beyinlerine, yüreklerine sanki engel konmuş insanlar. Öfkelendiklerinde herkese, her şeye zarar verebiliyorlar.

  Gerçek engelliler asıl konumuz. Doğuştan veya sonradan bir kaza ya da hastalık sonucu engelli olan insanlarımız.Onların durumu çok farklı.Ülkemizde onlar için çok uygun koşulları sağlayamadığımız halde tepki göstermeyen,isyan etmeyen insanlarımız: Görme engelliler, işitme engelliler, bedensel engelliler, zihinsel engelliler, otistik çocuklar, down sendromlu çocuklar... Hepsinin hayatı farklı açıdan engellenmiş ama pek çoğunun kocaman yüreği var. Çoğu iletişim kurabiliyor, bazı konularda başarı zor yakalansa da didiniyorlar, çırpınıyorlar sonuçta başarıyorlar. Takdir etmemek mümkün değil.

Ampute Milli Futbol Takımımız Avrupa şampiyonu oldu.Bedensel engellerine rağmen ellerinde ikili bastonları ya da tekerlekli sandalyeleriyle adeta destan yazdılar. İlk bakışta sanki üzülmüştüm ama izledikçe büyük saygı duydum, gururlandım... Ertesi gün gazete başlıklarını TV.de izlerken özellikle iki başlık dikkatimi  çekti;" Engellere sığmaz taşarız." Ve bir diğeri; "Şampiyonluğa engel yok." Her türlü engelde karşımızdaki insanı anlayabilmek, durumunu kavrayabilmek için empati yapabilmek yani kendimizi o insanın yerine koymayı denemek gerekir.

Örneğin; Zifiri karanlık bir odada bir saat işinizi yapmayı düşünseniz.Ya da kulaklarınıza pamuk tıkayıp belli bir süre sadece dudaktan okumayı deneseniz.Veya bir tekerlekli sandalyeye binerek işlek bir ana caddede,yanınızdan kurallara uymadan son hızla araçlar geçerken yol almayı düşünseniz... Otistik ya da down sendromlu bir çocuğunuz olduğunu varsayıp onunla bir  alışveriş merkezinde birkaç saat geçirmeyi planlasanız... 
Zor hayatlar yaşanmadan tahmin edilemez.Acılar derindeyse pek bilinmez, anlaşılmaz.

Engelli kişilerin dünyasında sevgisizliğe yer yok. Acıma, hakaret, aşağılama, kaba davranışlar, ilgisizlik... Her biri yeni bir engel yaratabilir.Bunların hepsi normal bir dünyada da aranmaz mı?
Engellilerle ilgili başarı öyküleri keşke gazetelerin 3. değil de 1. sayfalarında yer alsa. Her biri azim, çaba, öz güven, sistemli ve planlı çalışma ile alınan güzel sonuçları ellerimiz çatlayıncaya kadar ayakta alkışlasak, o koşullarda o sonuçları elde eden çocuklarımızı, gençlerimizi yürekten kutlasak...

Kendini kanıtlamış ünlülerin sözlerine kulak verirsek:
"Ne olursa olsun, hayat yine de güzel. Daha yapacak, okunacak, öğrenecek ne çok şey var."
Stefan Zweig 

"Kişi kendini kurtaramazsa onu başka kimse kurtaramaz." diyor Cesare Pavase.
Aklımızda iz bırakan kendini kanıtlamış engelliler var.Aşık Veysel denince önce görme engelli oluşu değil, sazı, sözü, türküleri geliyor aklıma. Dünyaca ünlü fizikçi Stephan Hawkings'i nasıl unutabiliriz? Hareket kabiliyeti yok denecek kadar az ama beyni hala bilim üretiyor. Yatağa bağımlı olmasına rağmen karamsar değil.

Engelli insanların büyük çoğunluğu duyarlı, hassas ama o ölçüde kırılgan, naif insanlar. Duyu organlarının eksikliğini gönül gözü karşılıyor belki de.Engelinden çok, yetenekleriyle, insanlığıyla, duyarlılığıyla anılan insanlara büyük saygı duyuyorum. İyi ki varlar. Varlıkları pek çok insana ışık tutuyor. Tüm engelli kardeşlerimize daha iyi  koşullarda hayatlarını sürdürebilecekleri sağlıklı, mutlu, aydınlık günler diliyorum...




24 Kas 2017

BİR ZAMANLAR BİZ DE ÖĞRENCİYDİK...



Belirlediğimiz günler gereği gibi kutlanıyor ya da anılıyor mu? Yoksa...? "Kullan-at" mantığıyla günlerin tüketilmesine karşıyım. Bir gün övgüler yağdırmak, törenler düzenlemek, ertesi gün tüm sorunlarla baş başa yalnızlığa terk etmek.

Fotoğraflarıma bakarken yıllar öncesinin ilkokul fotoğrafıma rastladım. Müdür yerine baş öğretmenli yıllardı o yıllar. Özel okullar henüz yoktu. Varsa da biz bilmezdik. Sınıfımızda yaşı epey büyük arkadaşlarımız da vardı.Okula gecikmeli başlamışlardı. Okulumuz bulunduğum kentin en iyi okullarından biriydi. Eve yakındı. Ama sınıflar arasında daha iyi-daha kötü ayrımı yoktu. 

Önlüklerimiz tek tipti. Zengin-fakir ayrımı hissedilmezdi. Yardım yapılacaksa, maddi durumu uygun olmayan arkadaşlarımıza kimse bilmeden yapılırdı. Gazeteciler çağrılıp da bu öğrenciler teşhir edilmezdi, kimse bilmezdi. Yerli Malı Haftası kutlar, ülkemizde üretilmiş şeyleri tüketirdik. 

Kitaplara açlık duyardık adeta. Okumak bir tutkuydu. Öğretmenimiz yaşça büyüktü belki ama çok iyi bir öğretmendi. İlk görüşte ağlamıştım, çocukluk işte...
Çok güzel şiir okurdu, şairdi.Celal Sahir Muter. Adı İnternet sayfalarında yok. Sunulan onca seçenek arasında adı yer almıyor. Ama ben unutmadım, unutamadım. Şimdi düşünüyorum;İnsana saygılıydı, hümanistti, demokrattı. Bunlar bir öğretmen için ne kadar önemli özellikler.

İnkar edemeyiz, okul bize ailelerimizin dışında çok şey verdi; Tasarrufu öğrendik. Kumbaralarımız vardı.Sınıfta Ev-İş dersinde kartondan kumbara yaptığımızı hatırlarım. Her hafta temiz tırnak kontrolü yapılırdı. Saçlarımızı ya iki örgü örer, ya da kulak memesi hizasında kestirirdik. Eğitim sistemi şekilciydi belki ama, güzel ve kalıcı şeyler de çoktu. Hep "iyi insan" olmak için çabaladık.

Kalemlerimiz çıt çıt kırılan kalemlerden değil, gerçek kalemlerdi. Çok açmamızı önermezdi öğretmenimiz. Hatta kalem açacağı pek çok kişide yoktu.Kalem küçülürse uzatmak için kalem başlıkları vardı. Ayrıca yazı derslerimiz vardı. Anlatmak istediklerimizi sembolize edecek, kısaltacak emojiler yoktu. Bilgisayarlar yoktu ki onlar olsun.Şimdilerde zamandan kazanalım derken insan elden gidiyor. Biz konuşurduk, yazardık, birbirimizi anlamaya çalışırdık. "En kısa" yoldan anlatmak değil, "anlamak" da önemliydi.

İşleyen eğitsel kollarımız vardı. Seçimlerimizi biz yapardık.Kitaplık kolundaydım. Sınıf kitaplığımız vardı. Kitaplar insanlar konusunda seçici olmayı ilk gençlikte, çocuklukta aileden ve okuldan öğrendik. Herkesin özel yaşamına saygı duyardık.Hangi arkadaşımızın kökeni nereden, babası kim, ne iş yapar, bilmezdik. Sormak ayıp sayılırdı.Ama öğretmenimizin tuttuğu, gelişimlerimizin, psikolojik ve sosyal yapımızın kaydedildiği ruhsal dosyalarımız vardı.Sınıfta herkesin merak ettiği kilitli bir çekmecede dururdu.

23 Nisanlarda renkli krapon kağıdından elbiseler hazırlanırdı. Kağıt olunca yağmurlu bayramlarda çok kötü olurduk. Ama çocukluk, o bile güzeldi.Eriyen kağıtlar bile coşkumuzu bozamazdı.
İyi ahlaklı olmak önemli idi.Din dersinde (Adı öyleydi o zaman) iyi insan olmak özellikleriyle vurgulanırdı.
Merhametliydik, paylaşımcı, vefalıydık. Ama onurluyduk, kişiliğimizden ödün vermezdik.Anılarımda yer etmiş çok örnek hatırlıyorum.

Öğrencileri arasında ayrım yapmayan, sevgi dolu, çağdaş,  görev bilinci içinde, sorumluluğunu bilerek çalışan tüm öğretmenlerimize selam olsun.Tüm günleri aydınlık, huzurlu olsun.

(Yukarıdaki fotoğrafta en önde oturan iki öğrenciden soldaki benim.)







15 Kas 2017

YARIM KALAN BİR FOTOĞRAF... (ÖYKÜ )



Yaş aldıkça insanın değişimi beni hep kaygılandırır, düşündürür ve duygulandırır. Yaş almanın belli göstergeleri var. Yüzdeki kırışıklıklar yılların izlerini taşır çoğu zaman. O izler değil midir ki hayatın bir panoramasını düşündürür. Eller de yaşı gösteren en geçerli kanıt gibidir. Kahverengi lekeler, kırışıklıklar, bazen romatizmal hastalıklara bağlı kıvrılmalar.

Bazen hayat ne kadar acımasız diye düşünürüm. Cahit Sıtkı Tarancı 35 yaş şiirinde;
 "Zamanla nasıl değişiyor insan,
 Hangi resmime baksam ben değilim" diyordu. Gözler ruhun aynasıdır derler. Gerçekten de çocukluktan yetişkinliğe çok değişmeyen tek şey gözler değil midir? Sanırım iyimser ya da karamsar bakış açımıza göre yüz ifademiz değişiyor.

Cahit Sıtkı'nın değişimle ilgili o nefis şiirini içimden mırıldanıyorum; 
"Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
 Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
 Ya gözler altındaki mor halkalar?
 Neden böyle düşman görünürsünüz,
 Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?"


Çocuk ya da insan yüzüyle ilgili fotoğrafları o yüzden çok seviyorum. O yüzlerde insanın iç dünyasıyla ilgili ne çok izler var. Her yüz bir öykü yazıyor, kişinin iç dünyasını yansıtıyor sanki. Ama an'ı yakalamak ustalık istiyor. Gözlerin her hareketi ne çok şey anlatıyor; Konuşurken gözünüzün içine bakamayanlar, gözlerini sürekli kaçıranlar, duvarlarda gezdirenler... Eller de öyle değil midir? Bazen ellerini nereye koyacağını bilemez insan. Bazen eller ter içindedir. İnsanız... Hepsi doğal... Ve insana dair bir öykü anlatılsa söylenecek ne çok şey var. 

Dışarıda yazdan kalma bir gün vardı. Güneş ısıtmasa da ışınlarını yeryüzüne gönderiyordu. Deniz kenarına doğru yürüdüm. Sahil yolundaki inşaat devam ediyordu. Yürüyen az sayıda insan vardı. Yüzlerini incelediğinizde her yüzde farklı bir yaşam öyküsü gizli. Birden fotoğraf makinemi evde unuttuğumu hatırladım. Eski makinemin objektifi kırılınca aldığım bu yeni makinemle henüz anlaşamamış, uyum sağlayamamıştım.

Başımı kaldırdığımda birden onları gördüm. Bir ağaç altında, bir çiçeğin yanında eski bir bankta oturuyorlardı. 70 yaşlarında olmalılardı. Acemi ama çok istekli amatör bir fotoğrafsever olarak içimden gelen bir dürtüyle onlara doğru yöneldim. Önce yanlarındaki banka sonra izin isteyerek bankta yanlarına oturdum. Günlük konular çerçevesinde konuşuyorlardı. Bu arada onları göz ucuyla inceleme fırsatım oldu; Birbirlerine nasıl da uyumlulardı. Saçları muntazam kesilmiş, koyu mavi bir eşofman giymiş güzel bir kadın. 

İlerlemiş yaşının verdiği bir asalet, çok anlamlı izler vardı yüzünde. İri gözleri ve elleri önce dikkatimi çekiyor.  Çok şey yaşadığı buğulu ela gözlerinden belli. Denize bakarken gözler renk değiştiriyor, rengi yeşil oluyor. Kumral, hafif kırlaşmış boyasız saçlar, makyajsız bir yüz, kısa kesilmiş tırnaklar. Ellerini iç içe geçirerek oturuyor, arada sırada açıp kapatıyordu. Naif, kırılgan bir ruh halinin işaretiydi sanki bu duruş. 

"Acaba mesleği neydi" diye düşündüm. Elleriyle yaptığı çalışmalar var mıydı, bu ince uzun parmaklar bir zamanlar bir enstrüman mı çalmıştı yoksa ?
İnsan bir kere hayal kurmaya başlamasın hayaller peş peşe beynimize üşüşüyor. Eşi daha konuşkan ve girişkendi. Uzun bir yüz, kalın kaşların altında  gözler, üstünde onu daha genç gösteren spor bir kazak. Sakalı yoktu ama herhalde o gün traşsız haliydi. Gençliğinde çok yakışıklı olduğunu düşündüm.
Şairin Ümit Yaşar Oğuzcan'ın dizeleri geldi aklıma;

"Unuttum yüzünü kadının,
Adamın gözleri aklımda..."

Sanki yanlarında oturmak, yavaşlatılmış bir aşk ve yaşam filmini izlemek gibiydi. Hayatın ta içinden karelerdi bunlar. Akşam serinliği başlıyordu. Denizden esen rüzgar etkileyiciydi. Eşinin ürperdiğini hissedince adam hemen kolunu onun omuzuna attı. Üstündeki hırkayı çıkarıp onun omuzlarına sardı. "Daha yeni hastalıktan  kalktın. Tekrar bir hastalık çıkarmayalım" dedi. 

Mutluluk tablosu gibiydi görünümleri. Bir kez daha baktım, fotoğraflarını çekmek için dayanılmaz bir arzu duydum. Bu huzur görüntüsünü ölümsüzleştirmek, böyle insanların da varlığını kanıtlamak istedim. Tüm cesaretimi toplayıp sordum: "Sakıncası yoksa bir fotoğrafınızı çekebilir miyim? "

Önce şaşırdılar, neden der gibi birbirlerine baktılar. Sonra "Neden olmasın "dedi adam. Ve mırıldandı "Güz gülleri..." Ne diyeceğimi bilemedim, "Estağfurullah" dedim. Kadın ekledi; "Alınmayın, bizim şarkımızdır." Üçümüz de gülümsedik. Biraz sonra küçük çapta poz vermeye bile giriştiler. Kadın başını eşinin omuzuna dayadı, el ele tutuştular. Elleri kenetlendi adeta. Belki sevdaları fotoğraflar üzerinde de kalıcı olsun istiyorlardı. 

Uzun zamandır yakalamak istediğim pozu nihayet bulmuştum. Bir akşam üstü günün en güzel saatinde
açık havada, sahilde, çiçeklerin arasında... 
Mutluluğun resmi değil belki ama, sevginin, huzurun resmini yakalamıştım. Aslında bir konusu, bir öyküsü olan fotoğrafları seviyorum. Ama insanla ilgili her çalışma ustalık ve sabır istiyor.

Emektar fotoğraf makinem yanımda değildi. Olsa da kullanamazdım artık. Onarılamaz bir kırığı  vardı. Neyse cep telefonum imdadıma yetişti ve bu güzel görüntüye tanıklık etti. Ama sanırım içlerindeki o yaşama sevinci, gözlerindeki aşk ekrana sığmadı. Yarım kaldı çekimim...

Makbule ABALI







8 Kas 2017

HOŞGÖRÜ...



Son yıllarda "hoşgörü" sözcüğünü çok kullanır olduk. Ama ne yazık, davranışlarımıza doğru biçimde yansıtamıyoruz. Çabuk sinirlenen, alıngan,her an tartışmaya hatta kavgaya hazır ne çok birey var aramızda. Daha gürültülü, daha bencil, daha merhametsiz bir toplum haline dönüştük.Neden saygı ve sevginin, vefanın, dostluğun, insanlığın yerine başka kavramları yerleştirdik? Değerlerimiz altüst oldu.

Bu değişim toplumun tüm yaşamına yansıdı. Televizyonda hiçbir diziyi sonuna kadar izleyemiyorum. Başlayıp yarım bıraktıklarım var. Bazen "senaryo keşke şöyle yazılsaydı" dediklerim oldu. Bir zamanlar merakla, keyifle izlediğimiz yerli yapımlar vardı. Gençlere "rol model" olabilecek kişilikler canlandırılırdı. 

Kavga, çatışma sahnelerinde gerçekmiş gibi rahatsız oluyoruz. Bazen acaba diyorum toplum değiştikçe, şiddete yönelik eylemler çoğaldıkça filmler, diziler de mi onlara uyuyor? Hep "Halk öyle istiyor." denmiyor mu? Kabalık, bencillik, hilebazlık, yalancılık üst düzeyde.

Oysa bizim insanımız böyle değildi. Daha vefalı, daha insancıl, merhametli, hatırlı, güzel insanlardı. Sanki kin ve nefretle, yalanla kuşatılmış insanlar yetiştiriyoruz adeta. Nerede hata yaptık? Ekonomik sıkıntılar yuvaları yıkarken insanlar da bölündü. Çocuklar parçalanmış ailelerde çaresizlik içinde nerede duracaklarını bilemediler.

Eğitimde yanlışları düzeltmek isterken doğruları da kaybettik. Yıllar eksikleri gideremedi. Hatalarla, yanılgılarla savaştık, yenildik. Sanki şimdilerde normalle anormal yer değiştirdi. Yolda bulduğu parayı teslim eden kişi alkışlanıyor, ödüllendiriliyor. Haklı olarak" Ben bir şey yapmadım ki, doğrusu buydu" diyor.

TV.' de yarışma programlarının sayısı 2-3 taneyi geçmezken evlenme programları veya ülke çapında dedikodu programları sayılamayacak kadar çok. Sanata bakış açısı en hoşgörüsüz biçimde sürüyor. Öte yandan acımasızca insanlar, hayvanlar katlediliyor. 

Bir zamanlar masallar mutlu son'la biterken "hoşgörü" diye bir değerimiz de vardı. Karşılıklı kusurları hoş görmeyi bilirdik. Küçükleri, yaşlıları, tecrübesiz insanları, hastaları, zayıfları hoş görmek gerektiğine inanırdık. Çok farklı davranışta olanları mahcup etmek, utandırmak aklımıza gelirdi bazen. Utanmak insana özgüydü. Yüz kızarması diye bir davranış biçimi vardı.

Hoşgörülerimiz tavan yapsa; sevgi, saygı, anlayış, merhamet, vefa, insanlık da biraz kıpırdanıp yer değiştirir miydi acaba?




4 Kas 2017

SADAKAT



Sözcükler vardır, içeriğinde pek çok anlam yüklüdür. Bazen anlamını öğrenmek için sözlüğe bakarız. Ama anlamı öylesine zengindir ki yaşadıkça farklı  yönlerini keşfederiz. Sadakat ya da onur, güven, vefa sözcükleri de böyle değil midir?

Sadakat tüm canlılar için söz konusu olabilir. İnsandaki gibi çok kapsamlı olmasa da bazı duygulara hayvanlarda da rastlıyoruz. Sahibi öldükten sonra günlerce mezarı başından ayrılmayan köpek öykülerini duyarız. Kilometrelerce yol katedip evini, sahibini bulan kediler. Yaralandıktan sonra vurulacağını anlayan atların gözyaşı döktüğü söylenir. Evcil olmayan hayvanlarda bile şaşırtıcı bağlılık öyküleri vardır. Ormanda yaralı bulunup tedavi edilen ayı yavruları gibi.

İnsanın sadakatinde zaman önemli rol oynar. Anlayış, vefa, güven kavramları da sadakatle yakından ilgilidir. Ama sevgiyle sadakatle esareti kalın çizgilerle ayırmak gerekir. Sadakat düşünmeksizin  itaat değildir. Adeta gözü bağlı bağlanmak hiç değildir. Belki ülkemizde pek çok evlilik kısa zamanda bu anlayışlar yüzünden sonlanmaktadır. "O ne derse o olur" mantığı bir süre sonra çatışmayı getirmektedir. Çocukluğunda anne babanın aşırı disiplini, korkusuyla büyüyen çocuk, ergen olduğunda evlilikten çekinmekte ya da eşinden çekinerek korkuyla dediklerine uymaktadır.

Sadakat karşılıklı olur. İnsan eşine, dostuna, arkadaşına, komşusuna, beslediği canlılara sadakatle bağlanabilir. Bu duygunun içinde sevgi, anlayış, bağlılık, güven, vefa vardır. Onu kaybetmenin kendisine ne kadar acı vereceğinin bilincindedir. Oysa sevdiklerine ihanet eden insan sadakati yaşamamıştır ki. O bir başka dünyada bencilliğiyle oyalanmıştır belki de. 

Sadık olmayı, sadakat göstermeyi farklı algılayanlar olabilir. Sadakat körü körüne bir bağlılık değildir. Benimsediği insanın her yanlışını alkışlamak, her söylediğini onaylamak da değildir. 
Sadakat; bilinçli insanların bir can yoldaşı arayışı, karşılıklı vefa, güven, sevgi beklentisidir.
Bir düşünür-Campbell- şöyle diyor: "Arkada bıraktıklarımızın yüreklerinde yaşamak, ölmemektir."



30 Eki 2017

ÇOCUKLUKTAN GELECEĞE...



"Bir çocuğun aldığı ilk izlenimler bütün ömrünce sürer."
                                            Heinrich Sclimann

Ekim Ayının son günlerine geldik.Sonbahar tüm yurtta hükmünü sürüyor. Cumhuriyetimizin 94. yılını da yaşadık. Yaş aldıkça Bayramların içimizde yarattığı coşku ve heyecan katlanarak büyüyor. Altı yıl sonra 100. yıl kutlamaları. Düşünmesi bile insanı duygulandırıyor. 

Tüm Milli Bayramlarda özellikle çocuk ve gençlerle birlikte olmak, onların davranışlarını gözlemek beni çok mutlu ediyor. Geleceğe yönelik umutlarım tazeleniyor, yeni hayaller kuruyorum. Yaşlıların yeri elbette ayrı ama onlarla birlikte olacağımız o kadar çok özel gün var ki. Çocuk ve yaşlıların birlikte oldukları günler de bir başka güzel.


29 Ekim günü Mersin- Mezitli'de Bircan Tüfekçioğlu Çocuk Bakım Evi kutlamalarındaydık. Anaokulu, okul öncesi çocuklarda özlediğimiz bir eğitimi sürdürüyor. Mezitli Belediye Başkanı Sn. Neşet Tarhan ve Okul Müdürü öğretmenimizin konuşmalarının ardından Tören başladı. O heyecanı, sorumluluk duygusunu, coşkuyu anlatmak çok zor. Eski bir eğitimci olarak dilerdim ki bu güzel çocukları bu farklı duygularıyla yılların ötesine çok değişmeden ışınlayabilsek.Yıllar onları törpülemese, aldıkları değerleri yitirmeden yeni değerler kazandırsa...


Fotoğraflar elbette çok şey anlatır ama duyguların tamamını aktarabilmek ne mümkün. O gün yağmur havası vardı ama öğleden sonra yağmur olacağı duyumu alınmıştı.Tören saat 10.00 da idi. Ansızın başlayan yağmur şaşırttı tabii. Bir gece önceden sipariş edilen yağmurluklar imdada yetişti. Görüntü öylesine ilginçti ki.Yağan yağmura rağmen elde şemsiyeler, sırtta yağmurluklarla  çocuk-büyük, hep birlikte coşkuyla izlenen bir tören.

 Her yüz farklı bir öykü yazıyordu adeta. Babaların kucaklarında gelen henüz 1 aylık bebekler vardı. İnsan davranışları nazik ve ölçülüydü. 

Biz törenin sonuna kadar kalamadık ama o gün, belleklerimizde çok farklı anılarla yer edecek. Kutlamada emeği geçen tüm adsız kahramanları yürekten kutluyoruz. Kuşaklar boyu bu tür güzel etkinliklerin aynı coşku ve heyecanla devam etmesi dileğiyle...




22 Eki 2017

İÇİMİZDEKİ ŞİDDET...



Nasıl oldu da toplum giderek şiddeti daha çok benimsedi, başkasına zarar vermeyi kanıksar hale geldi? 
Yolda giderken aniden duyduğunuz bir sesten irkiliyor musunuz?
Gece havai fişek seslerini silah sesleri gibi algılıyor musunuz?
Bir çocuğun başını okşamak istediğinizde aniden başını çekiyorsa, tokat atılacağını sanıyorsa,
Her gün gazetelerin üçüncü sayfasında birkaç cinayet haberi okunuyorsa,
Televizyon dizilerindeki şiddet sahneleri aynen gerçek hayatta da uygulanıyorsa,
Filmlerde insanın insana yaptığı bütün acımasızlıklar vahşice sergileniyorsa,
Aileler arasındaki çatışmalar, kavgalar bütün acımasızlığı ile ekranlardan teşhir ediliyorsa...

Şiddeti kınarken giderek şiddete alıştık adeta. Günlük hayatımızda şiddetle iç içe yaşıyoruz. Çok yüksek sesle konuşmalar, fren ve korna sesleri, iş makinelerinin gürültüsü. Yüksek ses ya da küfürlü konuşma, hakaret, aşağılama hep şiddet örnekleri değil midir?

Bir harfi yazamadı diye 1. sınıftaki öğrencisini cetvelle döven öğretmen, küçük bir hatadan ötürü çırağını kıyasıya döven esnaf, ayrılmak isteyen eşini iki akrabasıyla birlikte döverek hastanelik eden koca...

Televizyonlarda bir şiddet fırtınası eserken çocuklar-gençler bu olumsuz örnekleri hafızalarına kazırken rol-model olarak benimseyebilecekleri kişilikler neredeyse yok denecek kadar azalmışken şiddet tüm boyutlarıyla sürmez mi?

Toplumca sakin, mantıklı, nezaket kuralları içinde, hakaret içermeyen konuşma ve davranışlara ihtiyacımız var. Sesler, çığlıklar sadece kulaklarımızda yankılanmıyor. Yüreğimizde, beynimizde, içimizde adeta patlamalar yaratıyor.


17 Eki 2017

HAYAT DA BİR SINAV DEĞİL MİDİR ?



Son günlerde gene hep sınavlardan söz eder olduk. Sınav uygulamalarını bir türlü rayına oturtamadık. Gençler için yaşamın içinde önemli bir adım; geleceğini planlamak, bir meslek ve okul seçmek, bunun için hazırlanmak... Gençler adına kararlar alınıyor, planlar yapılıyor, yeni bir sistem oluşturuluyor. Ama asıl konuyla ilgili gençlere, uygulayıcı öğretmenlere hiç danışılmıyor. 

Yükseköğretime girişle ilgili yeni bir sistem oluşturuldu ama kafalardaki pek çok sorunun cevabı yok. Birkaç ay sonra sınava girecek öğrenciler değişimi yeni öğreniyorlar. Sorduklarında öğretmenleri de yeterince açıklama yapamıyorlar. Onlar da önce öğrenecekler, sonra öğrendiklerini aktaracaklar.Açıklamalardaki boşluklar nasıl doldurulacak, henüz bilinmiyor.

Önce "Sınav kalkacak" denmişti. Sonra "Hayır, sınav var " dendi. 
O zaman tam bir karmaşa yaşanırdı. Adaylar hangi ölçülerle belirlenecekti? Son uygulamada 4 yanlış 1 doğruyu götürmüyordu. Rastgele şansına işaretleyenler oluyordu. Acaba şimdi nasıl olacak?
Bu konuda henüz bir açıklama yapılmadı.

Sınavın kısaltılmış adında harfler yer değiştirdi. Önceden LYS (Lisans Yerleştirme Sınavı) ve YGS (Yükseköğretime Geçiş Sınavı ) idi. Şimdi YKS (Yükseköğretim Kurumları Sınavı) oldu. Bir günde sabah ve öğleden sonra iki sınav yapılacak. Sabah oturumunda 40'ar sorulu Türkçe ve Temel Matematik soruları olacak.Öğleden sonra oturumunda 40'ar soruluk 4 test (Türkçe-coğrafya-Sosyal Bilimler- Matematik ve Fen Bilimleri olacak. 
1.Oturum sınava %40, ikinci oturum %60 oranında katkı sağlayacak.Okul başarısının katkısı (O.Ö.B.P) eskiden olduğu gibi uygulanacak.

Hayat da bir sınav değil midir? Sadece okul ya da meslek seçerken değil, güvenilir bir hayat arkadaşı seçerken, imkanlar varsa ev veya araba alırken, arkadaş seçerken, hastalığınızda doktor belirlerken, çocuğunuza öğretmen ya da okul seçerken şartları hazırlıyoruz ama sonuçta nelerle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. İyi ya da kötü sonuçlar, bizi mutlu veya mutsuz eden girişimler, hepsinde bir   sınav deneyiminden geçmiyor muyuz? Hayat da bir sınav değil midir? Ama koşulları bilirseniz ona göre önleminizi alırsınız, her sınavda asıl sorumlu biziz.

Hayat sınavlarında başarılı olabilmemiz için gelecekle ilgili öngörülerimizin olması, plan-program yapılması, olumlu-olumsuz örneklerden yararlanılması düşünülebilir. Henüz sınav tarihi bile belli değil, ana hatları netleşmemiş. Kimse tam bilgi sahibi değil.
Oysa bizler gençlerin sağlıklı kararlarla başarılı olmalarını bekliyoruz.Daha güzel bir ülke için onlara güvenmek istiyoruz.


10 Eki 2017

FARKINDA OLMAK...



Kocaman bir dünyada küçücük bir yer kaplıyoruz. Hepimiz bir başka yerde, bir başka konumda ayak uydurmaya çalışıyoruz dünyaya. Hiçbir şey durağan değil. Etrafımızda olup bitenin farkında olmaya çalışıyoruz. Belki bazen görmüyoruz, bazen duymuyoruz. Oysa her şey yanı başımızda. Çoğu şeyi biliyoruz belki, çoğu şey tanıdık geliyor. Ama fark etmediğimiz, bakıp da göremediğimiz, görüp de anlamadığımız bir sürü şey var. 

Dünyamıza, yaşadığımız çevreye yabancılaşıyoruz adeta. Yıllardır orada olup da yadırgadığımız, şaşırdığımız, sindiremediğimiz, belki de sonra alıştığımız, kanıksadığımız ne çok şey var; İyi- kötü, güzel-çirkin, acıklı- komik birçok şey. Ta çocukluktan beri gördüğümüz ama fark etmediğimiz insanlar, görüntüler, manzaralar, olaylar...

Daha dikkatli, daha duyarlı bakışlar gerekli belki de. Bazen sözlü bir uyarı, belki farkında olduğumuzu belirten bir bakış. Nasıl davranmalıyız...? Fark ettiğimiz halde tepkisiz kalmak mı? "Adam sende'cilik" ya da "Beni ne ilgilendirir" tepkisi mi? Görmezden gelmek mi, başımızı çevirmek mi? Hep çekinmek korkmak mı? Güçsüzün güçlüye yenik düşmesi mi? Haber saatlerinde yeni bir habere konuk olmak mı? Hastane raporlarında yeni bir olay kaydı mı?

Biz böyle değildik, nasıl bu hale geldik? Dünya mı daha hızlı dönüyor, biz mi ayak uyduramıyoruz? Her meslekte, her olayda iyiler de, kötüler de var; Çocuklara sevgi ile yaklaşması gereken bazı öğretmenler neden acımasızca dayağa başvurur? Neden çocuktaki değişim fark edilmez? Çocuk nasıl korkutulmuştur da olan biteni anlatmaz? 

Korunmaya alınan kadınlar yeniden saldırıya uğradığında komşuları ya da yakınları hiç mi ses duymaz? Feryatları sokakları inletirken neden kimsecikler görünmez ortalarda? Bazen düğünlerde en mutlu anlarda tehlikesi hiç düşünülmeden silah atılır, mutluluk mutsuzluğa dönüşür? Bazı adetler vazgeçilmez midir? Hayvanlara yapılan eziyetler, insanlık dışı davranışlar onlarda kalan yaralar kadar insanda da vicdan yarası oluşturmaz mı?

Trafikte karşıdan karşıya geçen yaşlılar veya çocuklar, bir grup insan varsa ayağını gazdan çekip beklemek insanca bir davranış değil midir? Araba veya motor kullanırken gecenin geç bir saatinde gaza ve frene aynı anda basarak keskin fren sesi çıkarmak neden bazı gençlere büyük haz verir? Okulların önünde çocuklarının çıkışını beklerken, onların etkileneceğini bile bile sigara içen veliler; Tiryakilik 5-10 dakika beklemeye izin vermiyor mu? 

Pazardan aldığınız bir sebze veya meyve poşetinin altına birkaç tane de çürüğünden atmak adetten midir? Hayvanlara yapılan eziyetleri, insanlık dışı davranışları kınıyor ve yapanları uyarıyor muyuz? Kötü davranışları uyarırken güzel davranışları da fark edip takdir ediyor muyuz? 

Dünya; fark edebilen, farkına varan duyarlı insanlarla güzel.Bazen nasıl da güzel şeyler gerçekleşir; Ayakları ya da kolları olmayan Milli Futbol Takımımızın Avrupa Şampiyonu olması ne harika bir sonuçtur, ne büyük başarıdır. İstanbul'da bir okulda çocukların empati yapmalarını sağlamak amacıyla  işaret dilinin zorunlu dil haline getirilmesi. Ah çocukları örnek alabilsek. Biz örnek olamayınca bazen onlar bize örnek oluyorlar.

Belki bazen farkında olsak da tepki göstermeye korkuyor, çekiniyoruz. Kimin ne zaman ne yapacağı belli olmayabiliyor. Yardım etmeye çalışanın da arada kaldığı bir olaylar zinciri ürkütüyor. Kim haklı- kim haksız, kim suçlu- kim suçsuz anlaşılamıyor.
"Farkındalık" daha güçlü bir kişilik geliştirdiği gibi daha iyi bir bilinç ve daha güzel bir dünyaya zemin hazırlıyor. 






1 Eki 2017

İKİLİ HAYATLAR... (ÖYKÜ )



Eylül sonu olmasına rağmen yanıltıcı bir hava ile yazdan kalma bir gündü. Ancak yerlerde sürüklenen yapraklar sonbaharın belirtisiydi. Tam yürüyüş havasıydı. Deniz çarşaf gibiydi.İnsana huzur veren bir görüntüsü vardı. Rengi her zamanki gibi Akdeniz mavisi renginde, pırıl pırıldı. Güneş ışınları denizle küçük oyunlara girişmişlerdi. Sahilde uzun zamandır devam eden inşaat bitmek üzereydi. Gene de yola dikkat ederek yürümek gerekiyordu. 

Uzun sahil şeridinde hızımı almışken birden onları gördüm, yavaşladım. Farklı bir görüntüleri vardı. Arkadan bakınca bir bağlılık tablosu gibiydiler. Kol kola, omuz omuza bazen el ele yürüyorlardı. Yaşlı olmalarına rağmen liseli aşıklar gibi bir görüntüleri vardı. Ağır-aksak adımlarla zorlukla yürüyorlardı. Bazen ayaklarını sürüyor, bazen duraksıyorlardı. Bedenin yükünü onca yıl çeken ayaklar da bazen isyan eder diye düşündüm...

Yaşlı erkeğin elinde şık bir baston vardı. Ama sanki baston onu değil, o bastonu taşıyordu. Yaşlı kadının gözü onun ayaklarındaydı.  Arada çok yumuşak bir ses tonuyla :"Aman dikkat et, çok hızlı yürüme" uyarıları geliyordu. Oysa o kadar yavaş yürüyorlardı ki. Hızımı iyice yavaşlatmıştım. Konuşmalarını duyuyordum. Hayat adlı bir oyunda bir anlamda hayat dersi alıyordum. Özünde belki bir dram vardı, bilmiyordum...

Biraz ileride küçük bir çay bahçesi vardı. O tarafa doğru ilerlediler. Ben de arkalarından içeriye girmekten kendimi alamadım. Biraz çekinerek yanlarındaki masaya oturdum. Eşlerden yaşlı bayan birden beni fark etti: "Siz de yoruldunuz galiba. Masamıza buyurun, çayı birlikte içelim." Ne güzel bir çağrıydı bu. Hemen masalarına geçtim.

Yaşlı kadın günlerdir konuşmaya susamış gibi hemen konuşmaya başladı: "Güzel havalarda yürüyoruz. Birlikte geçen 50 yıl. Çok güzel günler, aylar, yıllar yaşadık. Ama artık eskisi gibi değiliz. Ağır çekimde gibiyiz diyorum çocuklara telefonda. Gerçi bazen telefonda bile çok zor görüşüyoruz. Eskiden biz arardık, şimdi aranmayı bekler olduk. Akıllı telefonların aklına ayak uyduramıyoruz. Bazen komşular geliyor, zili zor duyuyoruz. Bütün alıcılarımız kapandı adeta. Kendi içimize kapandık."
Durdu, derin bir nefes aldı. Konuşmaktan yorulmuştu sanki.

Bu arada yaşlı bey incitmekten korkarcasına eşinin omuzuna dokundu: "Canım, çıkarken yemeğin altını kapatmış mıydın?" Eşi belli belirsiz gülümsedi: "Artık kontrolü öğrendim bir tanem. " Ve açıklama yaptı: "3 defa tencerede yemek yaktım. Bir kere ütüyü unuttum, bir pantolon yandı. Ev yanmadı neyse. Yangın çıkmasından çok korkuyorum..."

Konuşma sırasında onları inceleme fırsatını buldum. Yaşlı bayan daha hakim pozisyondaydı. Muntazam taranıp topuz yapılmış kırlaşmış saçları, makyajsız yüzü, ojesiz tırnakları... Yüzünde yılların çizgileriyle öyle asil bir görüntüsü vardı ki. Eşi konuşurken gözlerinin içine bakıyor, zaman zaman elini tutuyor, bir bebeği korur gibi karışıyordu: "Canım çayı çok sıcak içme. Şeker atma, zararlı biliyorsun..." 

Üzerinde petrol rengi bir eşofman vardı. Küçük bir fuları boynuna sarmıştı. Erkek kadından biraz daha zayıftı. Yeni traş olmuş gibiydi yüzü. İkisi de bakımlı ve temiz görünümlüydü. Bir zamanlar kim bilir nasıldılar diye düşündüm. Güzellik zamana yenik düşüyor ama yüzlerdeki bu ifadeler silinemiyor. Yıllar sonra da birbirine bu kadar düşkün olan bir çift, bir zamanlar kim bilir birbirlerine nasıl da aşıktılar...

İkisi de adeta siyah-beyaz bir filmin kareleri gibiydiler. Bu rengarenk dünyada iç dünyalarını tanımayanlar için belki soluk, renksiz hatta anlamsız bulunsalar da tanıdıkça, gözledikçe, hayatı olgunlukla sindirmiş derya gibi insanlar olduklarını düşünüyor insan. İkili dünyalarında insanlık hallerini unutmadan, dış dünyayla bağlantıyı kesmeden geçmişten güç alarak hayata uyum sağlamaya çalışıyorlardı. Sevgi olunca hayatın zorlukları da en aza iniyordu.Sevgi cankurtaran gibiydi o koca okyanusta. Düşündüm: sevgi ne çok anlam yüklüydü, ne çok değeri içinde barındırıyordu;
dayanışma, paylaşma, vefa, sadakat, güven, koruma...

Masaya bir sessizlik hakim oldu. Yaşlı çiftten izin istedim, ayrıldım. Gidilecek daha çok yolum vardı. Bu sabah güzel insanlar tanımış, önemli hayat dersleri almıştım. Bazı hayatlara tanık olmak yolumuzu-yönümüzü de belirliyor. 
Yürüyüşüme daha yavaş başladım. Hava mı serinlemişti, ben mi üşüyordum...? İçimin ürperdiğini hissettim...



1 Ekim Dünya Yaşlılar Gününde tüm yaşlılara saygıyla...






28 Eyl 2017

BİR BAŞKA SONBAHAR...



Ünlü şair Cahit Külebi kısacık şiirinde içtenlikle dile getirmiş;
Sonbahar geliyor serçe
Yuvanı ne yapacaksın?
Ayva çiçek açmadan önce.
Meyvelerin içi geçecek
Yağmurlarla ıslanacaksın
Halbuki ne kadar sıcaksın...


Her mevsim kendi özellikleriyle güzel. Her mevsimin kendi içinde ayrıcalığı var. Gerçi son zamanlarda mevsimler de kol kola, iç içe geçti. Bazen yazı yaşarken sonbahar havası ile karşılaştık, ya da sonbaharda yaz sıcağı ile. Yerini bulmaya çalışan kararsız insanlar gibi. Ama doğanın özünde ülkemizde her mevsimin güzel yaşandığını düşünüyorum.

Yeniden doğuş ve değişimle gelen ilkbahar en çok benimsediğim mevsimdir. Bilmem neden sonbahar hüzün verir bana. Yaş almış insanların yalnızlığını düşündürür. İşini ve idealindeki eşini bulamamış gençlerin kararsızlığını hatırlatır. Sararıp düşen yapraklar, eskimiş-yıpranmış ilişkileri anlatır. Son sözcüğü de anlamlı değil midir? Ömrün sonu gibi de algılanabilir.

Şarkılarda dile getirilen sonbahar da bir hüznü çağrıştırır;
"Ömrümüzün son demi,
Son baharıdır artık
Maziye bir bakıver,
Neler neler bıraktık."

Bir başka sonbahar şarkısı;
"Güz gülleri gibiydik
Hiç bahar yaşamadık.
Ya sevmeyi bilmedik yıllarca
Ya sevince geç kaldık..."

Ve bir zamanlar listelerden düşmeyen Autumn Leaves -Sonbahar Yaprakları şarkısı.

Sonbahar biraz aldatıcı gelir bana; Hava güneşliyken birdenbire boşanan sağanak yağışlarıyla, aniden değişen ısı göstergeleriyle, pastırma yazıyla...
Sonbaharda sararıp yere düşen her yaprak, ömürden giden günleri, ayları hatırlatır sanki. Bir başka diyara giden göçmen kuşlar, yitirdiğimiz sevdiklerimizi düşündürür. Değişken hava insanın ruhsal yapısını hatırlatır. Mevsim geçişlerinde ruh sağlığımız da iniş-çıkışlı değil midir?

Ama gene de güzellikleri fark edebilen gözler için doğanın her hali bir başka güzel. Bir tablo düzeninde renk armonisiyle, göz okşayan görüntüleriyle, gizemli tavrıyla sonbahar da farklı bir mevsimdir. 

Son baharımız olmasa da ömürde yaşanan her bahar  ayrı bir anlam taşıyor. Hepsinde yaşanmış farklı anılarımız var. Anılar değil midir asıl bizi hayata bağlayan...?

Şiirlerle hayatı algılamak güzel. Son şiirimiz Özdemir Asaf'tan;

Öyle bir ilkyaz ol ki korkut yaprakları,
Öyle bir son yaz ol ki tut yaprakları,
Sararıp dökülürken güz rüzgarlarında
Aralarında savrulsunlar, unut yaprakları
Sevinçlerinde onlar vardı, hüzünlerinde onlar
Seninle yeşerdiler, seninle soldular...
Olsunlar senden sonra da umut yaprakları.

Özdemir ASAF