27 Eyl 2024

FARKINDALIKLARIMIZ-HAYATA ANLAM KAZANDIRMAK...




Yaşamak bir nevi "farkındalık" değil midir? Çevremizin, insanların, canlıların, çiçeklerin, ağaçların, hayvanların farkında olmak. Onların da varlığına duyarlı olmak, tepkilerini yok saymamak. Acılarını, ağıtlarını duyabilmek, kulak vermek, gözlemek, gönül vermek... 

Bazen yanı başımızdaki güzelliklerin farkında olmayız: Bir tomurcuk açarken, bir fidan boy verirken, bir yağmur damlası düşerken değişimin farkında olmak. İyinin-kötünün, doğrunun-yanlışın, güzelin-çirkinin bilincine varmak. Estetik bir sanat eserinin ya da zevksiz bir görüntünün ayrımında olabilmek...

Bakmak-görmek-dikkat etmek-farkında olmak... Ruhsal yapımıza göre bir gün fark ettiğimizi bir başka gün fark etmeyebiliriz. Bir gün bir anda dikkatimizi çeken bir şey, bir başka zamanda hiç de ilgi alanımıza girmeyebilir. Algılarımızda seçici davranırız, bize "anlamlı" geleni algılarız; Çocuk bekleyen bir anne adayı çocuk arabalarını gözleriyle tarayabilir. Düğünü olacak bir genç kız, vitrinlerdeki gelinliklerden gözlerini alamaz. Bazen bizim fark ettiğimiz bir şey, bir başka arkadaşımızın hiç de gözüne çarpmaz.

"Yol boyundaki erikler. şeftaliler çiçek açtı mı?" diye sorarsanız; "Hiç dikkat etmedim ki farkında bile değilim." diyebilir karşınızdaki kişi. Her gün yanından geçmiş ama binaların arasından boy veren o güzellikleri önemsememiştir bile.


Bir hastalık sonrası birkaç kilo veren, görüntüsü değişen arkadaşımızın bu durumunu fark etmemek ona üzücü gelebilir. Ev dekorasyonunda güzel değişiklikler yapmış bir komşunuzun evinde bu değişimleri görmemeniz, ona kendisini önemsemediğiniz anlamına gelebilir. Farkı fark etmenizi bekliyordur.

Yıllarca öğretmenlik yaptıysanız "emekli" olduğunuzda bile, çalan zillere kulağınız hep aşinadır. Hastanede zor günler yaşadıysanız ya da bir hastanız varsa, her ambulans sireni içinizi titretir. Bir şarkı sizi duygulandırırken bir başkasına hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Duygulu bir insansanız, içten yapılan her davranış yüzünüzde güller açtırır. Karanlık bir gecede kaç kişi başını gökyüzüne çevirip ışıldayan yıldızları fark eder ya da önemser? Yüksek sesle, bağırarak yapılan bir konuşma neden kimilerini hiç rahatsız etmez ama bazılarına da çok itici, huzursuz edici gelir.

Nezaketi, saygıyı özleyen bir insan, çevresindeki kavganın farkında olurken nasıl da rahatsız olur. Oysa bu durumu kanıksamış bir insan belki kavganın farkında bile olmaz. Televizyon ekranında bile olsa, yerde sürüklenerek götürülen bir genç, duyarlı bir insanın nasıl da içini acıtır. 

Farkındalıklarımız bizi biz yapan etkenler değil midir aslında? Farkında olmamız gerekirken farkında olamadığımız öyle çok şey var ki yaşantımızda. Bazen de bir ses ve görüntü bombardımanına uğruyoruz. Duymak istemediğimiz sesleri duyuyor, görmek istemediğimiz görüntüleri görüyor, algılıyoruz. Zihinlerimiz yorgun düşüyor.

Hayat akıp giderken, saatler, dakikalar, saniyeler hızla tükenirken farkında oluşumuz kişilere, kişiliklere, zamana, duruma göre değişiyor. Hayatın farkında olmak belki pür dikkat olmak değil. Ama her konuda duygularımızı, mantığımızı dengeleyerek ; çevremizi, dünyamızı gören gözlerle, sağlam bir yürekle, düşünebilen bir beyinle, gördüklerini algılayabilen bir zihinle izlemeyi bilebilmek... Yolda bastonuyla yürümeye çalışan yaşlı bir insana yardımcı olup karşıya geçirmek kaçımızın aklından geçer? Bir parkta 1 m. ileride çöp kutusu varken yere atılmış sigara izmaritleri kaç kişiyi rahatsız eder? 

Farkında oluşumuz ne kadar artarsa, çevremize uyumumuz ya da olumsuzluklara tepkimiz o denli isabetli oluyor. Çevremizde olup bitenlerin farkında değilsek, ülke ve dünya gündeminden haberdar değilsek yaşamın ne anlamı olur?

Makbule ABALI- Eğitimci 



                                                                












24 Eyl 2024

MEVLANA'DAN DEYİŞLER


MEVLANA: 1207 yılında Horasan'da doğmuş ünlü Din Alimi, felsefeci, hoşgörünün simgesi. Savunduğu görüşler ve düşünceler yüzyıllar öncesinden günümüze aktarılırken hiç anlam kaybına uğramıyor. İnsanlar, duygu ve davranışlarla ilgili Deyişleri güncelliğini hiç yitirmiyor. Derya gibi bir Bilgenin deyişlerinden bir demet : 


 " Bize gözün değil, gönlün gördüğü yürek gerek. "

" Gönül han değil dergâhtır, paldır küldür girip çıkılmaz, günahtır."

" Bir kelebeğin ömrü kadardır hayat; Ne kırmaya gelir ne de kırılmaya."

" Gönül almayı bilmeyene ömür emanet edilmez."

" Ey gönül kopan her ip bağlanır ama bağlanan yerde düğüm kalır."

"Nice insanlar gördüm, üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm  içinde  insan yok."

" Kalbi ve sözü bir olmayan kimsenin yüz dili bile olsa o yine dilsiz sayılır."

" Dilini terbiye etmeden önce yüreğini terbiye et; 
   Çünkü söz yürekten gelir, dilden çıkar."

" Beden çok yükü kaldırır ama,  gönül her sözü kaldıramaz."

" Ne kadar az yüksekten uçarsan, düştüğün zaman o kadar az incinirsin. 
   Kibri bırak, alçakgönüllü ol."

 " Öfke rüzgâr gibidir; bir süre sonra diner, ama birçok dal kırılmıştır bile."

" Gerek yok her sözü lâf ile beyana. Bir bakış bin söz eder bakıştan anlayana."

" Bazen bitmek bilmeyen dertler yağmur olur üstüne yağar. 
   Ama unutma ki , rengârenk gökkuşağı yağmurdan sonra çıkar. "

" Bulutlar ağlamazsa yeşillikler nasıl güler ?"

" Her şeye canını sıkma ey gönül. Ne bu dertler kalıcı ne de bu ömür."

" Küsmek ve darılmak için bahaneler aramak yerine sevmek ve sevilmek için çareler     arayın."  

" Bizi bilen bilir, bilmeyen de kendi gibi bilir."

" Bencillik gözüne takılan ayna gibidir. O gözler nereye bakarsa baksın kendinden     başka birini görmez. "

  "Dün zekiydim, dünyayı değiştirmek isterdim.  Ama bugün akıllıyım, kendimi değiştiriyorum. "

MEVLANA  CELÂLEDDİN-İ  RÛMÎ




 





21 Eyl 2024

Bir Dünya Masalı... Alzheimer

   


 BİR DÜNYA MASALI... ALZHEİMER 

   Bir anneanne, bir anne, bir de çocuk.
   Değişim kuralına uydu üç kuşak; 
   Yıllar değişirken onlar da değişti... 
   Yüzler, eller, gözler değişti, 
   Çağ değişti, insanlar değişti, 
   Hastalıkların adı bile değişti...



   Bir gün ansızın bir "konuk" geldi eve, 
   Kapıyı bile çalmadan, sessizce... 
   Evdekiler hep konukseverdi, 
   Ama bu yabancı da bir başkaydı.   
   Davetsiz konuk yerini kendi seçti, 
   Anneannenin beyninde bir köşeye yerleşti...
   Korkuttu, incitti, üzdü evdekileri, 
   Adını öğretti, belletti, yineledi; 
   Demans,  Bunama, ya da Alzheimer. 

   
   Yeni  konuk  altüst etti düzeni; 
   Çanta, para, anahtarlar hep kayıp, 
   Anneannenin kafası karmakarışık... 
   Anneanne şaşkın, anneanne çaresiz; 
   Kimdir, kiminledir, nerededir...? 
   Unuttu; günü, ayı, yılı 
   Unuttu; nerede, nasıl, kiminle olduğunu 
   Unuttu; ne yediğini, nasıl, kiminle yediğini 
   Unuttu, unutmak istemediklerini bile... 


   Roller değişti durmadan, 
   Kimlikler karıştı birbirine; 
   Kızı "annesi", ya da "ablası", damadı "babası" 
   Oysa sahne aynı, oyuncular aynı, 
   Değişen yalnızca insandı... 
   Anneanne huy değiştirdi onca yıl sonra; 
   Sinirli, öfkeli, uykusuz, 
   Kırılgan, alıngan, huzursuz..
   
   Bir güzel düş oldu çocukluk, 
   Film hep geriye sarılıyor artık;
   Yakın geçmiş silindi bitti, 
   Uzak geçmişe köprüler döşendi.
   Dünya kocaman, dünya soğuk, 
   Gün bitti, güneş batıyor artık... 

    


   Anneanne başını dayadı sevdiklerine; 
   Elini tuttular sımsıkı, okşadılar usulca, 
   Dünya küçüldü birden, dünya ısındı... 
   Acıyı paylaştılar üç kuşak; 
   El ele, yürek yüreğe, omuz omuza 
   Direndiler hastalığa sevgiyle
   Tutundular yaşama umutla... 
   Yorgun belleklerden silindi pek çok şey ama; 
   "Unutulmaması gerekenleri" unutmadılar... 

Makbule ABALI- Eğitimci 
2010- Mersin 

Eylül Ayı : Alzheimer Farkındalık Ayı. 21 Eylül Dünya Alzheimer Günü . 

Ülkemizde ve tüm dünyada Alzheimer hastası olup "ikinci Çocukluğunu yaşayanlara",  bu konuda "Farkındalık" yaratmak için emek ve çaba harcayan hassas ruhlara, hasta yakınlarına, her düzeyde özveri ile çalışan sağlık görevlilerine saygıyla... M.A 




   
   
  
  

    
   

20 Eyl 2024

PARKTA BİR YALNIZ ADAM... ÖYKÜ- (BCP)




Hava kararmaya başlamıştı. Bu küçük parkta gün boyu süren sesler kesilmiş, havaya akşam hüznü çökmüştü. Banklar insansız, salıncaklar çocuksuz kalmıştı. Son kuşlar görkemli bir ağacın dalları arasında yer değiştiriyor, yaprakların arasında kendilerine sağlam yerler arıyorlardı. Şehrin karmaşık trafiğinden uzak, sakin bir köşeydi burası.

50 yaşlarında sade giyimli ince bir kadın parkın içine doğru yürüdü. Sanki yürüyüşe çıkmış da dinlenme amaçlı bir mola vermek ister gibiydi. Kenardaki bir banka oturdu. Bir süre kuşların ağacını gözledi. Son kuş sesleri cıvıltılarla sürüyordu. Birden onu gördü; En kuytu köşedeki bankta oturan 60 yaşlarında bir adam. Bulunduğu yerden profilden görebiliyordu. Antik heykeller gibi bir görüntüsü vardı. Kırlaşmış saçları yüzüne daha olgun bir ifade veriyordu. 

Elleri dikkatini çekti ansızın; İnce, uzun parmaklı, bir sanatkar eli gibi eller. Ellerini kucağında kavuşturmuştu. Dizlerinin üzerinde bir kitap duruyordu. Adını okumaya çalıştı, okuyamadı. Okunduğu yıpranmışlığından belliydi. Ama nasıl, ne zaman okunduğunu kim bilebilir.

Akşam serinliği bastırmaya başlamıştı. Rüzgar kuru yaprakları savuruyordu. Karşısındaki adamın davranışlarında bir gariplik fark etti. Tedirgindi, oturduğu yerde ayakları titriyordu. Evi, kimsesi var mıydı, bu soğukta nereye gidecekti, aç mıydı? Kadın "bana ne" diyen duyarsız tiplerden değildi. Ani bir hamleyle ayağa kalktı. Doğru-yanlış düşünmeden banka doğru birkaç adım attı, bankın bir kenarına ilişti. 

Sakin bir ses tonuyla sordu; "Buralarda mı oturuyorsunuz?" Yanındaki adam hiç cevap vermedi. Yüz mimiklerinde de en ufak bir değişim olmadı. Anlamsız gözlerle baktı sadece. Bal rengi gözleri bilinmezlerle doluydu. Kadın tekrar konuşmaya başladı:
"Benim adım Duygu. Ya siz kimsiniz? " "Bilmem, kimim, nereliyim, kiminleyim... hiçbir şey bilmiyorum. Evimi, sokağımı da bulamıyorum artık. 

Konuşmaktan yorulmuş gibiydi. Durdu, derin bir nefes aldı. Bir öksürüğe tutuldu. Sigara öksürüğü gibiydi. Ama parmaklarında sigara içenlere has leke yoktu. Kadın birden adamın çorapsız ayaklarını fark etti. Bu soğuk günde üstünde mont da yoktu. Sanki evden aceleyle çıkmış gibiydi. Ancak üşümüş gibi de durmuyordu. 
"Ya içindeki fırtına..." diye düşündü kadın. Birden elindeki kitabın adını okudu; Orhan Veli Kanık- Bütün Şiirleri. "Ne güzel bir seçim" dedi sessizce.

Tam o anda bir ses duyuldu: "Baba, nihayet seni bulduk. Aramadığımız yer kalmadı." 30 yaşlarında bir kadın ve bir erkek koşar adım banka doğru ilerlediler.  Genç kadın adamın elini tuttu. 
Ağlıyordu; Heyecandan mı, üzüntüden mi, sevinçten mi bilinmez... Genç kadın bir açıklama yapma ihtiyacını duydu; "Babam Alzheimer hastası. Annemi kaybettik, babam bizde kalıyor. Gündüzleri ben işe gidiyorum. Babam zaman zaman yürüyüşe çıkar, dolaşır, gelir. Sanırım hastalık ilerleyince evi bulamaz oldu."

Banktaki kadın kendi kendine bir iç hesaplaşma, sorgulama yaptı. 
"Hayatın cilvesi. Emeklilik dönemi neden bir huzur dönemi olamıyor? Kuşlar gibi insanlar da yalnız kalmak istemiyorlar. Farkında olmadan gene sürüye katılıyorlar. Başta insan tüm canlılar yalnız kalınca sıkıntıya düşüyorlar. Yalnızlık insana yakışmıyor. İnsan konuşmak istiyor, paylaşmak istiyor. Yanı başında bir sevdiğine dokunmak istiyor. Yalnızlık, suskunluk insanda yeni sorunlar yaratıyor..."

Hava artık iyiden iyiye kararmıştı. Baba-kız ve eşi uzaklaşırlarken geride kalan kadın da ayağa kalktı." Hayatı, insanı tanımak için bu gözlemler ne kadar önemli" diye düşündü. Dönüş yolunda Orhan Veli'den çok sevdiği bir şiir takıldı diline:

YALNIZLIK

Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.

Orhan Veli Kanık

 Genç kadın çantasından çıkardığı küçük bir günlüğe kısa bir not düştü: "Hayatın sallantılı köprüsünde hiçbir sözcük, hiçbir anlatım, şiir, şarkı ya da türkü İNSAN' ı anlatabilmek için  tam anlamıyla yeterli olmuyor."
Güneş battıktan sonra akşamın hüznü havaya sinmişti. Gün ışığının yerini yapay ışıklar, lâmbalar alıyordu artık... 

Makbule ABALI 

 NOT: Bu öykümü 2017 yılında yazmıştım. Blogları Canlandırma Projesinin 2024  Şubat Ayı teması: "Yalnızlık, Kardeşlik, Dostluk, Sevgi " idi. Uygun olacağını düşündüm. M.A 


Not: 21 Eylül Dünya Alzheimer Günü. Toplumda bu hastalıkla ilgili olarak farkındalığı arttırmak, insanlarımızı bilinçli kılmak, unutmamak, unutturmamak, belleklerimizi tazelemek, yeniden hatırlamak adına küçücük bir katkıdır bu kısa öykü. M.A 

20 Eylül 2024- Urla





17 Eyl 2024

BİR DÜŞ GİBİYDİ HAYAT...


Gün geliyor bir gün tüm yaşadıklarımıza farklı bir pencereden bakıyoruz. Yaşamı adeta bir tül perdenin ardından gözleyip, yeniden değerlendiriyoruz olayları. Zamanın hızlı akışı içinde daha objektif, daha gerçekçi, eskisinden daha farklı biçimde bir bakış belki de... Yaşanmış onca olay, tanıdığımız onca kişi. Bir ömre, yıllara sığdırılmış onlarca gerçek öykü... İnsan yaşamından anlar, anılar bütünü. Acı, tatlı, hüzünlü ya da neşeli...

Ancak "yaşanan zamanla" "anılan zaman" birbirinden farklı olacaktır elbette; Her şey artık zaman tünelinde netliğini kaybetmiş, etkisi azalmış, bir düşler yumağına dönüşmüş. Gün gelip belli yaş sınırlarını aştığımızda, bellek ne kadarına "geçiş izni" verirse o kadarı yüzeye çıkacak. Belki bir gün kendimize dahi "yabancılaşmak" ya da "yenilenen" güzel düşler kurmaya devam etmek... Dünya sadece bizim için dönmüyor ya da durmuyor.

Kendimizi iyi hissettiğimiz sürece yazmak, okumak, yeteneklerimiz doğrultusunda güzel şeyler yapmaya çalışmak... Yıllar sonra o tül perdeyi aralayıp yaşadıklarımızı daha net görmemizi sağlayacak belki de. İşte o zaman "Güzel bir düş gibiydi hayat." diyebileceğiz sanırım... Yaşamın içinde eski bir yıla veda edip yeni bir yılı karşılarken her defasında yeni umutlar yüklenir insan.

 Geçmiş, hatalarıyla- kusurlarıyla geride kalmıştır. Koca bir yılın ne getirip ne götüreceği bilinmez. Ama değişen her yeni yıl insan için de bir değişimdir. Ne çok şey ister, ne çok şey bekler insan. Belki çoğu kez ertelense de hayaller, umduğuyla değil, bulduğuyla yetinir insanoğlu. Sürprizlerle dolu bir düş gibidir hayat.

Bir kitabı yeniden okuduğunuzda ya da bir filmi yeniden izlediğinizde daha önce dikkatinizi çekmeyen yeni şeyler keşfedersiniz. Yeniden geçmişe bakmak, hayatı bir başka zamanda, bir başka gözle gözlemek nice şeyleri hatırlatır insana. Ne çok iz kalmıştır yaşadıklarımızdan geriye. Bazen canımız yanar, bazen mutluluk duyarız. Yaşarken de öyle değil midir, mutlulukla hüzün, gözyaşıyla kahkaha aynı anda yaşanabilir...

Gün olur, geçmişe bir göz attığımızda önceden yaşanmış bazı olaylar çok net canlanır belleğimizde, bazıları silik görüntülerle gelir aklımıza, bazılarını ise hatırlamak bile istemeyiz. Üzücüdür, rahatsız edicidir. Bazılarını bellek kayıttan silmiştir bile...İnsanın doğasında kötü şeyleri, acı veren anıları bilinç altına itip unutmak vardır. Çok kolay olmasa da bazı şeyleri unutmak. Düşler sürer yaşadıkça, günbegün. Yeni bir gün başlar günün ilk ışıklarıyla. Her şey yeniden aydınlanır; Geçmişin yol göstericiliğinde yeni yollar açılır insanın önünde. Gün doğarken sabahın duru aydınlığında her şey netlik kazanır. Anılar ayıklanır etkisine göre; İyi- kötü, acı-tatlı, olumlu-olumsuz...

"Karışık, uzun bir düş" gibidir hayat. Her hayat kişiye özgüdür, özeldir. Herkes aynı olayı  bir başka biçimde yaşar ve etkilenir. Geride yaşanmış koca bir ömür ve paramparça düşler kalır. Bir çocuk parkında masum çocukların coşkusunu gözlediğinde kendi çocukluğunu hatırlar insan. O yıllardaki  iyi-kötü anılar sonraki tüm hayatı etkiler. Mutlu bir çocukluk, mutlu bir yetişkin olabilmenin ön koşuludur. Çocuklukta karşılaşılmış bir şiddet, kişiyi asosyal yapabilir, çekingenliğe, güvensizliğe yol açabilir. Olumsuz bir öğretmen davranışı çocuğun tüm hayatını etkileyebilir. Anne-baba arasındaki şiddetli geçimsizlik de gelecekte nice şiddet öyküsünü yaratabilir. O zaman "kötü bir düş gibi" hatırlanır hayat... 

Özellikle yaş aldıkça insana saygılı, nazik, anlayışlı, duyarlı, sakin insanların çoğalmasını diler insanoğlu. Bu güzel insanlar çoğaldıkça hoyrat, asabi, saldırgan, kaba insanların da gücü azalacaktır. Ama "şaşırtıcı bir düş gibidir" hayat. Zamanlı- zamansız iyiler de kötüler de karşımıza çıkacaktır. Geride ancak izler kalacaktır. Bazen alışmak zor olsa da belki zamanla alışarak dayanma gücümüzü de test edeceğiz. İyi- kötü yanlarıyla iniş- çıkışlıdır hayat. Çok güvendiğiniz bir dostunuzun hiç ummadığınız bir davranışıyla karşılaşırsınız bir gün. Üstünüze kilolarca ağırlık yıkılır bir anda adeta. Tam tersi  güzel bir olay sizi havalara uçurur. Yeniden yaşama bağlanır, düşler ülkesinde yeniden bir gezintiye çıkarsınız...


Yaşam boyu türlü çeşitli hayatlar içinde varlığınızı sürdürürsünüz; Ev hayatı, iş hayatı, sosyal hayat, özel hayat. Her şey size bağlıdır. Duygu kontrolü, düşünce kontrolü, davranış kontrolü... İçinizde "görev aşkı" varsa, kimse denetlemese bile var gücünüzle çalışırsınız. Sorumluluk, vicdan, namus, utanç gibi kavramlar anlamını yitirmemişse kafanızda, her şey olması gerektiği gibi tanımlanır. Olumsuzlukları umursamaz, kötülükleri görmezden gelirseniz alışkanlıklarınız da bir başka biçimde gelişir. Kendi kişisel denetimini yapamayan insan dış denetimlerle de  kolay kolay değişemiyor. Kendini kurtaracak yolları, açık kapıları hep bulabiliyor.

Bazen bir hastalık, bir kaza, bazen zamansız bir ölüm, sevdiklerinizi alır elinizden; Genç, yaşlı fark etmez, içiniz yanar, üzülür, çırpınır, ama sonuçta kabullenirsiniz. Bu dünyada acı da, hastalık da ölüm de vardır. Ve doğum kadar doğaldır. Uzun bir süre anılar üşüşür beyninize; Keşke'ler, pişmanlıklar, nedenler, iyi kiler, acabal'ar... Ve nihayet kendisiyle baş başa kalır insan. Bazen kader, bazen alın yazısı, bazen doğa kanunu deriz. Adı ne olursa olsun, her kayıp yeni bir "düş kırıklığıdır", isyandır, inkardır. Ama sonuçta kabullenme vardır. Bazen "kötü bir düş gibidir hayat."

"Bir düş gibidir hayat"...Ama gerçeklerle yüz yüze olmak, onları kabullenmek, yaşlılıkta çok da rahatlatıcı değildir. Haksızlıklara tahammülünüz azalır. Yaş aldıkça eleştirmenliğe başladığınızı  fark edersiniz. Yanlışları düzelten, hataları vurgulayan bir yapıya bürünürsünüz zamanla. Hoşgörü, anlayış azalmaz, ancak insanları, dünyayı düzeltme çabası da hiç bitmez. Bakış açısı giderek genişler, yaşlılık dokunulmazlığına bürünüp, olumsuzlukları konuşmak, söylemek rahatlatır insanı. Yıllar ilerledikçe evinde de yurdunda da sevgiye, nezakete, huzura, sakinliğe daha çok ihtiyaç duyar insan. Gelecek garantisi istiyor. "Kötü bir düş gibiydi hayat" demek istemiyor. Çevresindeki insanlara, kurumlara inanmak, güvenmek, insanca yaşamak, insan gibi davranılmak istiyor.

Kafaca, bedence kendinizi hazır hissetmiyorsanız  "emeklilik", bir çocuğun kararsızlığı ya da bir ergenin şaşkınlığına sokar sizi. Yoğun bir iş hayatının ardından "hayat güzeldir" dersiniz, yeni planlar yaparsınız. Ancak o güzellik hastalıklarla gölgelenir bazen. Yorgun yılların ağırlığı bazen omuzlarınıza, bazen belinize, bazen dizlerinize biner. Oysa hobilere zaman ayırabilmek nasıl da güzeldir. Dostlarla birlikte bir sabah kahvesi , bir sabah kahvaltısının tadı yıllarca damaklarda kalır.
"Uzun, karmaşık bir düş gibidir hayat." Hayat devam ederken "beyin" hala dış dünyayla iletişimi sağlıyorsa, başka hastalıkların üstesinden gelebilir insan. Umut devam ediyorsa istediği gibi düş kurabilir insanoğlu.
Zorlu bir kışın içinde bile dört mevsim "bahar" olur o zaman...

Makbule ABALI-Eğitimci 
15 Ocak 2014

NOT: Hayat akıp giderken bazen durur, düşünür, anılarla baş başa kalırsınız; 
Dönem değişmiştir, yaşanan yıllar boyunca kayıplar ya da kazançlar olmuştur.
Bir başka pencereden yeniden bakarsınız; hayata, insanlara, olaylara, geçmişe. 
Kısa molalarla insanın yeniden kendine dönmesi,  bir film gibi hayatı yeniden başa sarmasıdır belki de bu... M.A 

17 Eylül 2024 Urla














14 Eyl 2024

NARİN BİR KIZIN HAZİN ÖYKÜSÜ...

 


Ne çok Narin varmış meğer ülkemizde;

Çok uzaklarda değil,

Yanı başımızda.

Tanımadığımız, bilmediğimiz

Farkında olmadığımız,

Yüzünü görmediğimiz,

Sesini bile duymadığımız 

Hassas, narin, alıngan, kırılgan...

Narinler, Kaderler, Yeterler, Songüller; 

Yaşarken değil,

Ancak öldükten sonra haberdar olduklarımız... 


Adları değişseydi

Yaşamları da değişir miydi acep?

Oyuncakları, kitapları olur muydu? 

Okullu olup önlük giyerler miydi ?

Genç kız olup sevdalanırlar mıydı ?

Hatta belki gelinlik giyip

Telli-duvaklı gelin bile olabilirlerdi... 

Olamadılar...


Minicik fidanlardı;

İnce, narin, korunmasız.

Bir dala tutunamadılar 

Bir fırtına, bir kasırga aldı götürdü çoğunu 

Kıydı çocukluklarına.

Kim kıydı, nasıl, ne zaman kıydı... ? 

Gören gözleri, duyan kulakları, sezen yürekleri olmasaydı

Daha uzun yaşarlar mıydı acaba...? 


Yüzyıllar ötesinden gelen bir toplum 

Umutsuz, umarsız yaşayabilir mi yıllarca ?

Adaletin şaşmaz terazisi, gün gelir de bir gün

Masum çocuklar için de dengelenir mi...?


Makbule ABALI - Eğitimci 

14. 09.2024- Urla





9 Eyl 2024

ZİLLER KİMİN İÇİN ÇALIYOR ..?


Yeni bir Eğitim-Öğretim dönemiyle açılan okullarda, ziller de belirli aralıklarla çalmaya başladı. Onca ses arasında zilleri "gerçek anlamda" duyup-farkına varıp, kulak kabartabiliyor muyuz? Eğitim-Öğretimde ziller acı acı çalıyor, çınlıyor; kafamızda, yüreğimizde, beynimizde... Öğretmen, öğrenci, veli, anne-baba, yönetici, vatandaş olarak, ziller aslında hepimizi uyarıyor, düşünmeye yöneltiyor...  

İnsan olarak, duyu organlarımıza haksızlık ediyoruz bazen; belki önyargıyla, belki duygusalca, isteyerek ya da istemeyerek, onların görevlerini tam yapmalarını engelliyoruz. Görülmesi gerekenleri görmüyor, duyulması gerekenleri duymuyor, söylenmesi gerekenleri uygun zamanda, uygun biçimde dile getirmiyoruz. Görmezden, duymazdan geldiğimiz her şey, sonradan daha çok canımızı acıtıyor, karşılığında daha büyük bedeller ödüyoruz. 

Yaşarken öyle durumlarla, kişilerle karşılaşıyoruz ki bazen, gerçekten insanın içi sızlıyor; Çeşitli alanlarda, onca yıllık eğitim-öğretimin ardından, kazanılması gereken bilgi, beceri ve davranışlarda ne büyük eksikler, açıklarla mezunlar vermişiz.  Aslında çeşitli nedenlerle belli yaşlarda kazanılamayan davranışların, sonradan kazanılması da çok kolay olmuyor; gecikmeyi gidermek daha çok emek, çaba ve zaman istiyor. "Öğretmen, öğrenci, anne-baba, ya da yönetici olarak kimler nerede yanlış yaptı, hatalar olduysa, kimlerin payı ne kadardı, nasıl bir özeleştiri uygulandı, sorunun kaynağına, nedenlere inilebildi mi"... Çok yönlü, uzun zamanlı düşünmemiz gerekiyor. 

Aslında ziller hepimiz için çalıyor, hepimizi düşünmeye davet ediyor: Yıllar öncesini düşündüğünüzde; hangi öğretmenlerinizi adıyla hatırlıyorsunuz, kimleri düşünmek sizi rahatlatıyor, o yıllardan ne kadar olumlu-olumsuz izler taşıyorsunuz, o zamanlar bir bilgi ve görgü alışverişinden almaya ne kadar hazırdınız, ne kadar yararlanabildiniz...? Çocukluk veya gençlik döneminde (bilerek ya da bilmeyerek) yanılgılarınız, bugün nelere mal oldu? İyi örneklerden pay almaya hazırken, hangi kötü örneklerden etkilendiniz, ya da siz (uygun yaklaşımlarla)  istemesini mi bilemediniz...? 

Her alanda yaşamı farklı yönleriyle değerlendirdiğimizde; bazen "öğretici", bazen "öğrenici" konumundayız. "Öğrencilik", yalnız okulların dört duvarı arasında oluşan bir eylem değil: Güvenmeyi- güvenmemeyi, inanmayı-inanmamayı, umudu-umutsuzluğu, utanmayı-utanmamayı; acaba ne zaman, nerede, nasıl, hangi koşullarda ve kimlerden öğrendik...? Birbirimizi ne kadar tanıdık, hangi ölçütlerle değerlendirebildik? Sözsüz iletişimin bile geçerli olabileceği durumlarda-hiç iletişim kurmadan-kimleri nasıl incittik? Asıl olan "Hayat Okulunda" kendimizi ne kadar eğitebildik, hangi konularda "geçersiz not" aldık? 

Ziller içimizi titretiyor, bizi uyarıyor mu, yoksa duymazlıktan mı geliyoruz? Acaba işimize gelmeyen hangi durumlarda-iğneyi önce kendimize batırmadan- karşımızdakine çuvaldızı kullandık? Dakikaların değerini bilmezden gelip, saatleri, günleri, yılları nasıl acımasızca kaybettik. Gelişmiş ülkelerde zaman o denli önemliyken biz "yitirilmiş zamanlar ülkesi" olmayı nasıl başardık...(!) Doğru zamanda, doğru insanları bulabilmek için nasıl bir çabamız oldu, ne kadar yararlanabildik, kimleri onayladık, kimleri reddettik, kimleri damgaladık, "tanımadık-görmedik-duymadık-söylemedik"... 


Ne yazık yıllardır, çalan zilleri hiç duyamayanlar ya da duyuramadıklarımız da oldu... Okuma çağında: Okulda olması gerekirken; ovalarda, tarlalarda, atölyelerde, evlerde, başka işlerle uğraşan, hiç çocuk ve genç sayılmayanlar da vardı aramızda... Nice "Küçük Adam" zil seslerine bu yıl da çok uzak kaldılar; başka seslerin içinde sanki kayboldular, çalan zilleri hep "paydos zili" olarak algıladılar...

Severek, benimseyerek sürdürülen her iş, her meslek, kişiye değer kazandırıyor, topluma artı değer olarak geri dönüyor. Gönül rahatlığıyla, "yapmam gerekenleri yaptım" diyebilmek, her meslekte, ama asıl eğitimde çok önemli. Öğretmen olmak; dünyanın en zor ama en zevkli uğraşılarından biri... Bir öğretmen: öğrencilerinin yüreğini köreltmeden; görmeyi, anlamayı, dinlemeyi, düşünmeyi, yerinde konuşmayı, adil olmayı, uygun biçimde hakkını savunmayı, insana saygıyı kazandırabiliyorsa, kişiliği ve davranışlarıyla örnek olabiliyorsa başarıya da daha  kolay ulaşıyor. Bilgi açığı sonradan da tamamlanabiliyor, ancak kişilik oluşumu, kimlik kazanma uzun zaman alıyor, ruhsal zedelenmeler yaratıyor.


Eğitimde ödüller kadar caydırıcılar da önemli kuşkusuz: Hoşgörüsüzlük kadar aşırı hoşgörü de zararlı; zamanında kurallar öğretilmemiş, benimsetilmemişse, sonradan karşılaşılan yasaklar -cezalar, zamansız öfke patlamalarına neden olabiliyor. Her konuda; özgüvenli, cesaretli olma, haksızlıklara karşı çıkma, ancak "insan duyarlılığında" kabul görebilir. Kendisiyle ve çevresiyle barışık olan insan, bedensel güce, şiddete  başvurmaksızın, daha etkili olabilecek başka çözüm yolları arayabiliyor.  


 Öğretmenler, bazı durumlarda tüm çabalarına rağmen-çeşitli nedenlerle- bazı öğrencilerine ulaşamayabilirler de. Öğretmen olmak tabii ki her şeyi bilmeye yetmiyor;  yanılgıları açıklamak, gerektiğinde özür dileyebilmek , kişinin değerini düşürmez, saygınlığını artırır. Bilgeliğin özünde; sevgi, alçakgönüllülük, adil olabilme, bağışlama, hoşgörü var. Keşke öfkeye yenik düşmeden, zamanında mantık-duygu dengesi kurulabilse...Yüzyıllar öncesinden Konfüçyüs ne güzel sesleniyor: "Bilmediğini bilenin arkasından gidin. Bilmediğini bilmeyeni uyandırın. Bilmediğini bilene öğretin. Bilmediğini bilmeyenden kaçın." 


Her konumda alınan diplomanın derecesi, büyüklüğü, sayısı, her zaman kişinin "adam" olmasına yetmiyor. Deneyim, birikim, etkileşim, paylaşım, ve en önemlisi zaman, diplomayı zenginleştiriyor, ya da değer kaybettiriyor...Her yıl okullar açılıp ziller yeniden çaldığında:  Bir öğretmenin, insan yetiştirme uğraşı verenlerin yüreği çarpıyorsa, duygulanıp düşünüyorsa, çözümler üretebiliyorsa; iyi şeyler, güzellikler sürecek demektir.
   
Sadece eğitim kurumlarımızdan değil, "hayat okulundan" da yeterli bir diploma alabilen İNSAN sayısını artırabilsek; daha umutlu, daha güvenli bir ülke olabilir miydik acaba? Ziller çalarken; zaman çok geçmeden, keşke hepimiz kulak kabartıp duyabilsek, kendimize düşeni yapabilsek... 


NOT. Bu yazımı 27.09.2010 yılından önce bir Eğitim-Öğretim Kurumunda çalışırken yazmış daha sonra Blogda  yayınlamıştım.  Yıl 2024...
Emekli bir eğitimci olmama rağmen ; Her Eğitim-Öğretim Yılının başlangıcında okullarda ziller yeniden çalarken halâ büyük heyecan duyuyor, karışık duygular yaşıyorum.
 
2024 -2025 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI KUTLU OLSUN. 

Çağdaş bilimlerin ışığında çocuklarımız-gençlerimiz,  öğretmenlerimiz ve anne babalar için, toplum için sağlıklı-mutlu-verimli, Ülkemiz için örnek başarılarla dolu bir yıl olsun. 

Makbule ABALI 
9 Eylül 2024- Urla





















6 Eyl 2024

İYİ GÜNDE - KÖTÜ GÜNDE... ROMANTİZM- (BCP-Ağustos-2024 )


Dilimizde; evlenmeyle, evlilikle ilgili ne çok sözcük, ne çok deyim üretilmiştir. İnsanımızın yaratıcılığı, kıvrak zekası, bu deyişlerde anlam kazanır. "pembe panjurlu ev" eski Türk filmlerinde, romanlarda mutlu bir yuvanın simgesiydi. Günümüzde arsalar öylesine azaldı ki, tek katlı evlerin yerine kocaman apartmanlar dikiliyor artık. Pembe romantizmi simgeliyordu, artık realizm zamanı. "Bacanız hep tütsün" güzel bir dilekti. Artık bacalar da azaldı. Tekli bacalar ancak şömineli evlerde tütüyor.

"İyi günde-kötü günde"  diye başlayarak ne güzel dilekler dilenir. Siz de hatırlar mısınız, halâ her yörede söylenir mi, bilmiyorum; "Bir yastıkta kocayın" deyişi vardır. Bir ömrü birlikte geçirmek, beraberce yaşlanmak, uzun yıllar birlikte olmak anlamında bir dilekti aslında söylenmek istenen. Artık yastıklar da küçüldü, ikiye bölündü. Aslında amaç; uzun, zorlu bir yolu birlikte yürüyebilmek, yol arkadaşlığı, kader arkadaşlığı yapabilmek...

Kadın ve erkek beraberce bu uzun yola çıkarken, nikah memurunun duruma uygun konuşması nasıl da anlamlıdır. Bazısı da hiç konuşmaz, sadece işlemi tamamlar. "İyi günde, kötü günde, sağlıkta, hastalıkta birbirinizi koruyup kollayacağınıza...." Nikah defterine heyecanla atılan iki imza ve beraberliği belgeleyen bir başka küçük defter. Evlenme cüzdanı. Canlı ve cansız ikişer tanık... Her şey bir imzayla ve bir sözcükle başlıyor. Bu ilişkiyi onaylayan bir sözcük; "Evet" 

Oysa günümüzde evet' lerin ardından hayır' lar da çoğaldı. Evetle hayır arasında çok uzun bir zaman da yaşanmıyor. Bir anda noktalanıyor her şey. Başlangıçta gösterilen özen, sonuçta yerini daha farklı davranışlara, kabalığa, hoyratlığa bırakıyor. Televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında içimiz ürpererek farklı ayrılık hikayeleri izliyoruz, okuyoruz. Çocuklar "evcilik oyunlarında" ev halini ne güzel, ne gerçekçi yansıtırlar. Oyunlar gerçeğin bir yansıması değil midir? 

Hayat öylesine kısa ki. Her şey birdenbire olup bitiveriyor. "Sevmek seni bir ömür boyu..." derken, "Ayrılmak bir dakika" oluveriyor. "Beyaz atlı prens" kişiye göre değişebilir elbette. Mutluluk ve mutsuzluk da değişik zaman ve durumlarda kişilere göre farklı yorumlar kazanmaz mı? Mutsuz giden bir evliliği sürdürmek de insanın hayatını zindana çevirebilir. Goethe evlilik konusundaki düşüncesini şöyle açıklıyor: "İster kral, ister bir fakir olsun, dünyada en mutlu insan evinde huzuru olandır."

Birken çift olabilmek, bir aile oluşturmak, bu beraberliği yıllar boyu sürdürebilmek... nasıl da güzel, anlamlıdır. Birbirine uyum sağlamak, karşılıklı özveride bulunabilmek, evi "yuva" haline getirebilmek, eve dönmeyi, eşine kavuşmayı özlemek. Güne küçük sürprizlerle başlamak, hayata anlam katabilmek... Bunun gerçek değerini yaş ilerledikçe daha iyi anlıyor insan. Hayatı paylaşmak için "iyi bir dost" önem kazanıyor. İnsanın başını omuzuna dayayabileceği güvendiği bir eşinin olması, hayatın da güvencesi değil midir? 

İyi günde; Eşinin sevdiği yemekleri yapıp, sofrayı onun sevdiği bir demet çiçekle renklendirebilmek, onun beğenilerine de saygı gösterebilmek, küçük sürprizler hazırlamak, bazen duygularını küçük notlarla yazılı olarak ifade etmek, mimiklerinden, ses tonundan, davranışlarından az çok ruh halini anlayabilmek... 

Kötü günde; Hastalığını önemseyerek yanında olabilmek, sıkıntısını, sorununu paylaşabilmek, ilgisini esirgememek, zor günleri bir güzel sözle, uygun bir davranışla çekilir hale getirmek... Karşılıklı olarak iyi günde- kötü günde küçük fedakarlıklarla beraberliği sürdürebilmek: Evliliğin çatısı da, temeli de ancak böyle korunacaktır herhalde. 

Toplumda sık sık çocuklar, gençler ve yaşlılarla ilgili gruplarda bulunabilmeli insan. Bu gözlemlerle hayatı daha iyi yorumlayıp, daha iyi anlamlandırabiliyor. Farklı kuşaklar farkında olmadan bize hayatı anlatıyor, insanları daha rahat çözümlememize yardımcı oluyor. Sessiz anlatımlar; bir damla gözyaşı, bir el tutma, bir omuz omuza beraberlik, bir bakış bazen nice sözden daha etkili, daha kalıcı oluyor. İnsana hayatın sırlarını adeta ciltler dolusu kitabın içinden sergiliyor. 

Yüzyıllar öncesinden söylenmiş bazı sözler günümüzde de anlamını yitirmedi. Ünlü Filozof Sokrates  evlilik konusunda fikrini şöyle açıklıyor: "Ne pahasına olursa olsun evlenin. Karınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz, yok fena çıkarsa o zaman da filozof olursunuz."
İnsanın insanı anlamaya çalışması, birlikte sağlanan sevgi ve saygıyı karşılıklı özverilerle sürdürebilmesi ile ortak hayat, bir ömür  boyu daha anlamlı hale gelebiliyor...

Makbule ABALI-  11.11.2013 

Kısa bir not: Bloglar arasında yıllardır devam eden Blogları Canlandırma Projesinin 2024 Ağustos Ayı konuları şöyle seçilmişti: Yapay Zekâ, Hayvan Hakları, Eğitim, Romantizm, Hukuk, Tıp, Webtoon. 
Ben,  günümüzde çok ihtiyaç duyulan "Romantizm" konusunu seçtim. Yazılar, tarihler, kurumlar değişse de İNSAN'ın özlemleri, umut ve beklentileri çok değişmiyor... M.A - 06.09.2024 






1 Eyl 2024

ZEYTİN AĞACI- BARIŞIN SİMGESİ...

 


Urla'da yeni evimize ilk gidişimizde karşılaşmıştım onunla. Evimizin küçük bahçesinde bir zeytin ağacı. Yılların katkısıyla büyümüş görkemli zeytin ağaçlarından değildi. Hatta bahçedeki çam ağacının altında çelimsiz dalları, ince küçük yapraklarıyla korunmaya muhtaç bir çocuk gibiydi. Yeşil iri gözleriyle göz göze geldiğimde nasıl da mutlu olmuştum.
  

Belki de Nazım Hikmet'in  "Yaşamaya Dair" adlı o güzel şiirini anımsatmıştı bana; 

"Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

yaşamak yani ağır bastığından."

Komşu zeytin ağacını sonra fark etmiştim. Bahçenin hemen dışında, sokakta kendiliğinden bitmiş bir başka zeytin ağacı. Zeytin ağacı hep şairlere ilham kaynağı olmuş. Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Sitem" şiirindeki içten dizeleri de adeta onun için yazılmış; "Önde zeytin ağaçları, arkasında yar... "  

Bu kış küçük bahçemizdeki zeytinlerimizin meyvelerini yeme şansımız oldu. Mersin'de salamura zeytin yaparken kesme değil, ezme yöntemini kullanırdık. Ezerken bile adeta içim acırdı. Bazı yörelerimizde, yılların yetişmiş zeytin ağaçlarını kesmeye nasıl kıyıyorlar, düşündürüyor, şaşırtıyor insanı...

Bahçedeki badem ağacı da yeni açmış çiçekleriyle süslü bir gelin gibi göz alıcıydı. Küçük bahçemizde bir de narenciye ağacı vardı. Güney illerimizde yaşayanların gözdesi. Çiçeklerinin içe sinen kokusunu kolay kolay unutamazsınız. Eskiden en çok çınar ağaçlarını severdim, halâ severim. Bilge insanları hatırlatır çınarlar bana.  Ağırbaşlı, saygın, onurlu, güçlü bilge insanları. 

Neden bilmem, ağaçlara öylesine tutkun ben, bu küçük bahçede en çok zeytin ağacının varlığına sevinmiş, mutlu olmuştum. Belleğimde ne çok şey birikmiş zeytinle ilgili.  Çevresine adeta enerji yayıyor, barışı-dostluğu çağrıştırıyor.

Kırgınlıklarda "zeytin dalı uzatmak " bir deyim olarak benimsenmiş. Zeytin ağacı; barışı, güveni, huzuru, dayanıklılığı, bağlılığı düşündürüyor.  Gün görmüş insanlar gibidir, kökleri sağlamdır, çevresine yayılmıştır. 2000 yıllık zeytin ağaçları olduğu söylenir. Yeni kuşaklara zeytin ağacını tanıtmak, yaşatmak amacıyla Urla'da bir saygı anıtı gibi işlik ve müzeler de  var.

Ah keşke fiyatları bu kadar yükselmeseydi, en yoksul insanlarımızın bile kahvaltılarının temel gıdasıydı zeytin. Yeşil ya da siyah hiç fark etmez. Küçük bir kâsede üzerine birer tutam kekik, nane, isteğe göre tatlı kırmızı toz biber dökerek ekmeği banarak yemenin lezzetine doyum olmaz.  Hele bir bardak çayla bir zeytin ağacının altında bir piknikte... En güzel sofrada bulamazsınız o tadı.

 Ne çok şeye adını vermiştir zeytin; Zeytinli ekmek, zeytinli poğaça, zeytin ezmesi, zeytinli salata., zeytinli peynir... Her biri ayrı bir lezzet. Fiyatı ne kadar artsa da Anadolu Kadını mutfakta becerilerini sergilemesini bilir. Her şeye rağmen aş hazırlamada ustadır. Yoktan var eder. Sadece midelerde değil,  gözlerde, gönüllerde de iz bırakır.

Son günlerde zeytinler insan eliyle yağmalanırken gene kadınlarımız sahip çıkıyor bu kadim ağaçlara. Zeytinden yağ çıkarırcasına ezilseler de, hırpalansalar da, aşağılansalar da dimdik ayakta koruyorlar ağaçlarını. Bin ağaç dalına yetişemese de kolları; bir ana, bir kadın, bir insan , bir vatansever olarak  tüm güçleriyle çırpınıyorlar. 

Her zaman her yerde; İnsana, doğaya, tüm canlılara, barışa ve dostluğa değer vermek, korumak, yaşatmak... Daha güzel bir dünyanın oluşumuna katkıda bulunmak değil midir ?

Makbule ABALI

05.08. 2023 Urla





Not: 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde bir yıl önce yazdığım yazımı -İnsana, doğaya , barışa saygı adına-yeniden güncelledim. M.A.