Bloglarda "Ağaç Ev Sohbetleri " adıyla anılan uygulamayı seviyorum. Her hafta Pazartesi günü bir konu belirleniyor , o konuda fikir alışverişi yapılıyor. Bu haftaki konuyu Taha Akkurt arkadaşımız belirlemiş. İlginç bir konuydu. Hafta bitmeden ben de yazmak istedim:"Çocukluğunuza dair neler hatırlıyorsunuz? Nasıl bir çocuktunuz? "
Çocukluktan söz etmeyi seviyorum. Geçmişe bir vefa borcu gibi. Güzel şeyleri hatırlamak iyi geliyor insana. Amaç, gün'ü unutmak değil , geçmişin izlerini aktarmak, deneyimleri tazelemek. Yeni kuşakları daha gerçekçi olarak anlayabilmek, tanıyabilmek için de bu gerekli. Eskiler doğru söylemişler: "İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur. " Eğitimcilerin de kabul ettikleri bir gerçek var: 7 yaşına kadar çocukların kişilikleri belli oluyor.
"Şanslı çocuklardık" diye düşünürüm zaman zaman. "Orta direk" ailelerin çoğunlukta olduğu, zenginlerle yoksullar arasında henüz uçurumların olmadığı, insanların birbirine dost olduğu, güvendiği, idealist öğretmenlerin çoğunlukta olduğu bir ortamda mutsuzluktan söz edilebilir mi? Dünya güzeldi. Sevgiyi, saygıyı çok yoğun yaşadık. Karma Devlet Okullarında farklı sosyal çevrelerden arkadaşlar edindik. Bazı yoksul arkadaşlarım arasında giysilerim farklı olduğunda çok üzüldüğümü hatırlıyorum.
İlk çocukluğumu üç kelime ile özetlerdi annem :"Sakin, uslu, güzel bir bebektin" derdi. Onun ilk çocuğu, ilk göz ağrısı idim. Ama "abla" olmak çok da kolay değildi. Hep özverili, hep paylaşımcı, hep düşünceli olmak zorundaydı ablalar. Bazen düşünürüm; " Ailemiz içimize iyilik tohumu ekmiş" derim. İyilikler kötülüklerle çatışınca çok büyük hayal kırıklıkları yaşanıyor. Aslında o nesil belki de bu yüzden duygusal anlamda çok acı çekti.
Merhamet duygumuz yoğundu. Bir çöreği bazen sekize, on'a bile böldüğümüz oldu. Bir portakal dilim dilim paylaşıldı. Pahalı oyuncaklarımız değil, bez bebeklerimiz vardı. En yaramaz arkadaşımız sınıfta kağıt uçurtmalar uçururdu. Milli Bayramlarda sınıflarımızı renkli kağıtlarla süslerdik. Renkli krapon kağıtlardan bayram elbiseleri hazırlanırdı. Bir gün ansızın yağan yağmur emeklerimizi nasıl harcamıştı. O komik görüntülere bile nasıl da gülmüştük.
Tutumlu çocuklardık. Okulda iş derslerimiz vardı. Kartondan kumbaralar yapar, harçlıklarımızdan biriktirirdik. Bebek elbiseleri dikmeyi, yama yapmayı, sökük onarmayı hep okulda öğrendik. Hayat Bilgisi derslerinde ıslak pamuklar arasında nohut, fasulye çimlendirdik, üretmeyi öğrendik. Temizlik aranılan bir değerdi. Her pazartesi okulda beyaz mendiller ellerimizde tırnak temizliği kontrolünden geçerdik. Kitaplar defterler önce kaplanır, etiketlenir, sonra kullanılırdı. Defterlere özenle kenar süsleri yapılırdı.
Cep telefonları yoktu tabii. Ama oyunlarımızda kibrit kutularından telefonlar oluştururduk. Duvar yazılarının belki en güzelleri, en anlamlıları o dönemlerde yazıldı: "Oku oku yaz / Okul açıldı/ Ali Ayşeyi seviyor..." Günlüklerin en içlisi o dönemlerde tutuldu. "Bana kalbin kadar temiz bu sayfada... " Anlamsız kısa mesajlar yerine mektuplar da vardı tabii. Çocukluk bu ya, babamın anneme yazdığı buram buram sevgi, özlem kokan mektupları nasıl unuturum...
Küçük bir kutuda, pembe bir kurdeleyle bağlanmış, kurutulmuş çiçeklerle süslenmiş uzun mektuplar. Sanırım hayatımdaki en büyük suç, o mektupları annemden gizli okumak olmuştur. Ama kardeşlerimle vicdanımız elvermedi, bir gün itiraf ettik. Bir suçlu gibi ezik, yüzümüz kızarmış. O zamanlar beden ruha uyardı, yüzlerimizin kızarma özelliği vardı. Gerçek duygularımızı gözlerimiz de anlatırdı, yalan söyleyemezdik. Ondandır bu çağa uyum sağlayamayışımız.
Özür dilemeyi bilirdik. Bir demet kır çiçeği affedilmek için yeterdi çoğu zaman. Kitaplar en güzel hediyeydi. Ve okumak, yazmak bir tutku. Çocukluk, yılların ardında kaldı. Geride kalan anılar... anılar...
Makbule Abalı