Soğuk bir kış günüydü. Hafiften yağmur çiseliyordu. Havada hüzün vardı. "Ya sağanak başlarsa " dedi mavi kot ceketli kadın. Ürkek, çekingen adımlarla başladığı yürüyüşte mola vermiş gibiydi. "Burada ne işim var" diye durakladı bir an. Bir yol ayrımında olduğunun farkına vardı. Yeni yola sapıp sapmamakta tereddüt yaşadı birkaç saniye. Aniden karar verdi, ürkek, çekingen adımlarla dar yolda ilerledi.
"Eskiden olsa risk almazdım" diye düşündü. Sabah meteoroloji haberlerini dinlemişti oysa. Bölge parçalı bulutluydu, sağanak yağış görülebilirdi. "Şemsiyemi bile almadım, tedbirsizlik" dedi. Birkaç damlayı yüzünde, elinde hissetti, durdu... Karar vermekte gecikmedi; "Aptal ıslatan" dedi. Yöre insanı olarak alışkındı zamansız yağmurlara...
Arazinin bilinmezliği onu farklı bir yere getirmişti. Gözlerini kısarak uzaklara baktı, derin bir nefes aldı. Bulunduğu yer uçsuz bucaksız bir alan görünümündeydi. Tek tük ağaçlar... Yerde önceki yağmurdan kalmış su birikintileri. "Görünürde kimse yok" diye mırıldandı. Uzaklardan bir siluet halinde görünen koca bir kent. "Ne kadar farklı, ne kadar başka görünüyor." diyen kendi sesi bile yabancı geldi. Bir yabancı gibi. Kendine yabancı, kente yabancıydı o an...
Tam o anda fark etti onu. Az ileride çöp yığınları arasında adeta kaybolmuş gibiydi. 8-10 yaşlarında bir çocuk. Mavi-beyaz çizgili bir kazak vardı üzerinde. Başında onun değilmiş duygusunu uyandıran kocaman bir kasket. Ayaklarını göremedi önce, biraz yaklaştı. Ayağına iki numara büyük gelen mavi lastik ayakkabıları fark etti sonra. Yüreği cız etti, "merhaba" demek istedi, el salladı.
Çocuğu ürküteceğini hiç düşünmemişti. Birkaç adım geri attı. "Tam fotoğraflık" diye düşünmekten kendini alamadı. "Konu mankeni gibi" diye mırıldandı usulca. Tekrar baktı, çocuk sırtını dönmüştü. "Keşke son teknoloji harikası görünmez adamlar gibi olabilsem" diye düşündü. Zaman da azalmıştı. Acele etmesi gerektiğini fark etti.
Fotoğraf makinesini yokladı yeniden, yerindeydi. Gün bitmeden, günün en güzel ışık veren saatlerinde birkaç fotoğraf çekebilmekti amacı. "Eski bir dünyalının bakış açısıyla yeni dünya fotoğrafları" diye düşündü. "Yüreğinde insan sevgisiyle yola çıkan amatör bir fotoğrafçıyım" diye mırıldandı. Gözleri artık yeterince uzakları göremese de yürekten dokunmak istiyordu deklanşöre. Vizörden bakınca farklı görüyordu dünyayı...
Bazen gülüp geçiyordu kendi kendine. Eşya veya canlı, çevresine zarar vermemeye öylesine odaklanmıştı ki; hızlı çarpmadığı için kapanmayan araba kapıları, var gücüyle çekemediği için açılamayan pencereler gibi yavaş bastığı için makinesi de çekim yapamıyordu bazen. "Makineler bile incinirse bozulur" diye düşünürdü hep... "Deklanşörü incitmemek lazım." dedi içinden.
Bu arada küçük yabancı, ona aldırmadan yoğun bir çalışmaya koyulmuştu. Katlayarak önüne yığdığı kutuları adeta incitmeden, usulca kirli elleriyle üst üste dizmesini, bağlayışını sonra da sıralayıp yerleştirmesini hayranlıkla, merak ve sabırla izledi. Yaşından umulmayacak bu beceriyi nasıl, ne zaman kazanmıştı.
Elleri dikkatini çekti birden. Uzun, ince parmaklarının güzel görüntüsünü çöplerin kiri bile yok edememişti. Tırnaklarını görmezseniz, kille, seramikle uğraşan bir sanatçı eli bile denebilirdi. O yörenin belki de tüm kiri, pası kazağına, tulumuna bulaşmıştı. "Ya yüreği, ya beyni ne kadar doludur kim bilir" diye düşündü kadın. "Beyinden geçenleri gerçek anlamda okuyan bir makine icat edilmedi henüz." dedi yavaşça.
Çocuk ona aldırmadan seri hareketlerle işine devam ediyordu. İşini bu kadar özenle yapan, ciddiye alan bu çocuğa içi ısındı birden. En sevimli haliyle gülümsedi. Çocuk-daha adını bile bilmiyordu- aldırmadı, işine devam etti. Ancak kaçamak bakışlarını üzerinde hissetti bir süre. "Senin ne işin var buralarda" der gibiydi... Birbirleri için iki yabancıydılar.
Doğru, zordur bilmediğiniz, yeterince tanımadığınız bir dünyaya ayak uydurmaya çalışmak. Çekinirsiniz, kaçmasanız bile uzak durursunuz. Sözsüz iletişimden vazgeçmedi yabancı konuk. Tekrar gülümsedi. "Bazen dilin hükmü kalmaz zaten" diye düşündü. El salladı. Bu girişim de başarısızlıkla sonuçlandı. Çocuk sırtını döndü bu kez.
Kimsenin olmadığı bu ıssız yerde iki kişi arasındaki mesafe giderek azalıyor ancak iletişim kurulamıyordu henüz. Yılmadan, pes etmeden beklemeye karar verdi bir süre. Fotoğraf çekmeyi sürdürmeye karar verdi Çevresinde öyle çok malzeme vardı ki bakmasını bilene. Fotoğraf makinesi son teknoloji harikalarından değildi. Bu alanda kendini çok da yeterli görmüyordu. Vizörden bakmasını bilmek ustalık istiyordu.
Kendini usta sananlardan değil de gerçek ustalardan öğreneceği ne çok şey olduğunu düşündü birden. Oysa o kendini çırak bile saymıyordu henüz. "Bir fırın ekmek yemem gerek" diye düşündü mecazi anlamda. Anılarla gerilere gitti birden. "Bir fırın ekmek yemek" babasından duyduğu bir sözdü. Çocukça sorardı babasına- "O kadar ekmek yiyince karnı çatlamaz mı insanın?"
Çocuğun gittiğini sandı birden... kaygılandı, başını çevirdi; Yok, gitmemişti. Yönü kendisinden tarafta, belki daha yavaş ama aynı özenle işini sürdürmekteydi. Önünde boyunu geçen koca bir karton kutu yığını oluşmuştu. Onu ürkütmeden makineye dokunmak geldi içinden. Ama yapay fotoğraf ne kadar gerçeğe yakın olabilirdi. Neyi ne kadar aktarabilirdi tek fotoğraf?
Çocuğun değişen konumunu fark etti ansızın. İşini bitirmiş, şaşılası biçimde ondan yana, onu izlemeye başlamıştı. Bir adım attığını gördü...bir adım daha... bir adım daha. Adımları büyüttü yapabildiğince. Yanındaydı artık. -"Yoksa ağlıyor musun?" dedi şaşkınlıkla. Duygu dolu saatler yaşamıştı ama ağladığının pek farkında değildi kadın. Yanağına dokundu, ıslaktı. Yağmurdan mı, akan göz yaşlarından mı bilemedi...
Bildik, ortak bir duygu, bilinmeyene, ötekine, yabancıya bir yolculuk başlatmıştı. Gülümsemeye çalıştı, akan gözyaşlarını sildi tekrar elinin ucuyla. Düşündü, mendil de almamıştı yanına. O anda çocuk anlamış gibi bildik bir markadan bir paket mendil uzattı. -"Al kullan bunun içinden" dedi. Kadın kendine geldi birden, annelik içgüdüsüyle sordu: "Bunları sen satmıyorsun değil mi? Yoksa okula da gitmiyor musun?"
Gülmeye çalıştı çocuk. Gülmek nasıl da değiştirmişti yüzünü, gözlerini. Yüzü aydınlanmıştı adeta. "Öyle mi sandın, yok yok annem satar" dedi. "Her gün okul dönüşü ikimiz de çöp toplamaya çıkarız. O bugün ev temizliğine gitti. Her gün cebime mendilimi koymayı unutmaz." Kadın mendili alıp almamakta bir tereddüt yaşadı. Sonra aldı; elini, yanağını sildi.
Çocuğu, annesini, kendini, kendi çocuklarını, yakınlarını, uzaktakileri, okula gidebilen-gidemeyen dünya çocuklarını düşündü o küçücük zaman diliminde. Bir şey diyemedi, içi acıdı önce. Utandı, sıkıldı, terledi. Boğazı düğümlendi. Ağzını açsa ne diyecekti. Adını bile bilmediği bu çocuk neden burada çöp toplamak zorundaydı? O buradaysa, çocukları koruyan, esirgeyen kurumlar, kuruluşlar neredeydi?
Sendeledi-belki farkında olmadan- çocuk ona doğru bir hamle yapınca anladı. Bir an korkusundan, endişesinden utandı. Kirli oluşuna aldırmadan çocuğun elini tuttu, buz gibiydi. İçi titredi. Düşmemeye çalışarak oracıktaki dala tutundu. Duygularını daha fazla dizginleyemeden, çocuğun şaşkın bakışlarına aldırmadan hıçkıra hıçkıra ağladı...
Yağmur hızını arttırmıştı. İlk kez fotoğraf makinesini değil, çocuğu koruması gerektiğini düşündü. "Hadi gidelim artık, hava kararıyor" dedi. Çocuk karşı çıkmadı. Uzun, upuzun, ıssız ve insansız bir yolda iki kişilik bir görüntü ortaya çıktı. Uçsuz bucaksız koca dünyada bir küçük adam ve bir yetişkin kadın. Birbirlerinin adlarını bilmeseler de, artık birbirlerini anlamakta zorlanmıyorlardı. Hızını artıran yağmura aldırmadan yokuştan aşağı el ele indiler. O soğuk havada ikisinin de elleri sıcacıktı...
Makbule Abalı-Eğitimci