Bu Blogda Ara

17 Mar 2024

AĞAÇ EV SOHBETLERİ- 238- RAMAZAN AYININ GÜZELLİKLERİ



Bloglarda her hafta bir konu ile belirlenen Ağaç Ev Sohbetleri 238. haftada. Bu haftanın konusu "Sade ve Derin - Deeptone " Arkadaşımız tarafından belirlenmiş: 

 "RAMAZAN AYININ GÜZELLİKLERİ"

Her dinin kendine göre belirli kuralları, yargıları var. Dini konularda İlahiyat Fakültelerimizde görevli akademisyenler, din eğitimi veren okullarımızdaki görevlilerden uygun bilgiler alınabilir elbette. Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk 'ün ekranlardaki sohbetleri ne güzel olurdu. 

Kişisel olarak inançlara saygı gösterilmesinden yanayım. Din bir baskı, korkutma ve sindirme aracı olarak ele alınmamalıdır. Dini konular ahlaki konuların düzenleyicisi ve koruyucusu olarak da ele alınabiliyor. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersleri de bu amaçla işlendiğinde tutucu değil, inandırıcı, eğitici bilgiler de daha kalıcı ve yararlı olacaktır. 

Ramazan Ayının güzellikleri dendiğinde; geçmişten bugüne toplumun değişen değerleriyle çocukluktan yetişkinliğe kadar bıraktığı izler, farklılaşan yaşamlar geliyor aklıma. Düşünüyorum: Ramazan Ayı sadece bedensel anlamda değil, ruhsal anlamda da bir detoks, arınma, kötü huylardan uzaklaşma, iyiye yönelmeyi içerir. Tok açın halinden anlar, ihtiyacı olanlara böbürlenmeden, aşağılamadan yardım elini uzatır. Muhtaç durumdaki kişilerin ihtiyaçları imkanlar elverdiğince giderilir. 

Eskiler "İbadet ve kabahat gizlidir." derlerdi. Kabahat   elbette suçlu olmak değildi. Eve gelen misafire niyetli misin ya da oruçlu musun diye sorulur, gerekirse ikram da yapılırdı. Büyükleri taklitte çok usta olan çocuklar da oruç tutmaya özendiklerinde kısa süreli çocuk orucu vardı. Ramazanlarda "Komşuda pişen size de düşer." denir, yemek tabakları evden eve taşınırdı. Hangi çocuk komşudan gelen farklı bir yemeğin cazibesine dayanabilir? Ramazan bolluk ve bereket ayı sayılırdı. 

Hatırlıyorum, davulcular yanık sesleriyle maniler de söyleyerek davulun sesini yakından da dinlenir kılarlardı. Acaba eski müezzinlerin sesi mi daha farklıydı, mikrofonlarla yarışabilirlerdi. Sabah ezanı bir ses bombardımanı değil, bir tatlı huzura dönüşürdü. Görevini zorunluluk değil de sorumluluk anlayışıyla yapmanın farkı bu inceliklerde gizliydi belki de .Alışkanlıklarından kolay vazgeçemiyor insanlar. Uzun yıllar oruç tuttum. Kendi isteğimle, içtenlikle. Rahatsızlıklar nedeniyle artık tutmuyorum. Bu konuda kimsenin kimseyi kınamaması gerektiğine inanıyorum. 

Günümüz Ramazanlarında en çok yadırgadığım şeyler: İç huzuru, vicdan, merhamet, sevgi, saygı, dürüstlük , doğruluk gibi kavramların değer kaybetmesi adeta tersyüz edilmesi. Çıkar ilişkileriyle kurulan sahte beraberliklerin tavan yapması, gerçekten ihtiyacı olanların unutulup farklı kişilere yardım yapılması, görkemli iftar sofralarında gövde gösterileri, yalan vaatlerin  havada uçması,  yardımların dahi reklam edilmesi... 

Gözler görmez, kulaklar duymaz olursa, dil tatlı bir sözle gönül almazsa tüm zamanlar insani değerlerden yoksun kalmaz mı? Her ayın, her yılın güzelliği de , iyiliği de insanı İNSAN yapan küçük ayrıntılarda gizli. Manevi değerler, maddi değerler gibi kolay ölçülemiyor, hassas terazilerin kayıtları farklı herhalde...

Makbule ABALI
17 Mart 2024 Urla







16 Mar 2024

ÇUHA ÇİÇEKLERİ VE ÇOCUK GÜLÜŞÜYLE AYDINLANAN GÜNLER

 


Serin ama güneşli bahar günleri yaşıyoruz bugünlerde. Biraz kırsal kesim, biraz yayla havası karışımı. Henüz havalar da karar veremediler. Mevsim geçişleri yaşanıyor. Tarlalarda papatyalar boy verdi. Hatta bazıları Arnavut Kaldırım taşlarını arasından başlarını çıkarmışlar. Yanı başlarında sarı çiçekler de onlara eşlik ediyor. Ağaçlar farklı kuş türleriyle doldu. Ötüşleri farklı. Beyaz kelebekler çoğaldı birkaç gündür. 

Mersin'deki evimizin balkonunda her bahar renkli çiçekler olurdu: Arpa zambakları , menekşeler mis gibi kokar, çuha çiçekleri renkleriyle gönüllere ışık ve enerji taşırdı. Sokaklarda mimozalar da sarı çiçekleriyle yerlerine daha derin kökler salmışlardır. Çiçeklerle gelen mutluluk bir başkadır. Çocuklar gibi saf, katıksız, iddiasız. Özellikle papatyaları ve çuha çiçeklerini çocuklara benzetirim; Gösterişsiz, abartısız, sade, minik çiçekler... 

Dün öğleden sonra çiçeklerimiz gelmeden müjdesi geldi sanki. Bahçe kapımızın önünden uzun boylu,  genç güzel bir kadın; yanında küçük, sevimli bir kız çocuğu ve iki köpeğiyle geçerken çocuk ansızın durdu, önce annesine, sonra eve baktı, gülümsedi. İnsanın içini ısıtan, sımsıcak bir gülümseme. Annesi yanındaki iki köpekten birini kucağına aldı, yola öylece devam ettiler. 

Zaman zaman küçük bahçemize eli dokunan Serkan Usta'dan çuha çiçeği bulursa almasını rica etmiştim. Başka çiçekler vardı, onlar yoktu. Bulunca haber verdi, sevindim.  Küçük kızın uğuru mu derken, birden tekrar onları gördüm.  Anne- baba ve çocuk yürüyüşe çıkmışlardı.  Henüz adlarını bile bilmediğim o güzel insanlarla ilk konuşmamız böylece oldu.  Küçük güzel kız -NİL- gene bahçe kapısının önünde durdu, babasından kapının önünde kendiliğinden biten papatyalardan koparmasını istedi. Babası: "Ama onlar kopmaz" dedi. Çocuğun yüzü dalgalandı birden..

Nil ve anne babasıyla ayaküstü böylece tanıştık. Henüz 3 yaşında değildi sanırım. Bizlere ve çiçeklerimize güzel gülücüklerini, öpücüklerini bıraktı. Elinde sımsıkı tuttuğu bir papatya onu nasıl da mutlu etti. Çocuklarda  küçük yaştan başlayan  başlayan doğa ve insan sevgisi değil midir bizleri böylesine umutlandıran? 

Bu sabah çuha çiçeklerimize ilk can sularını verdim. Gün ışığı aydınlattı onları. Sevgili Nil ve güzel ailesinden enerji de yüklenmişlerdi sanki...

Makbule ABALI

16 Mart 2024 Urla




12 Mar 2024

RADYOAKTİVİTELİ YAĞMURLAR ÜSTÜNE - Nazım HİKMET

 


Kapayın pencereleri sımsıkı,

çocukları sokaklara bırakmayın,

yağmurlar ölüm taşıyor tohumlara,

paslı yağmurlar yağıyor.


Yağmurları temizlemeli,

yine gümüş gibi parlatmalı yağmurları,

yağmurlar yine yalnız güneşi taşımalı tohumlara,

çocuklar yine koşabilsin yağmurların içinde,

pencereleri yağmurlara açabilelim yine.

...

Ak bir karanfil gibi çatlayıp da çekirdek

atom bahçelerine yürüyünce aydınlık,

yalnız meraklıları değil, bütün insanlık

şiirin aynasında kendini seyredecek. 


Nazım HİKMET 





9 Mar 2024

BİR CUMHURİYET KADINI



Cumhuriyetimizin 100. yılında güneşli bir Mart Günü. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Dünyanın her yerinde bir ana, bir eş, bir kardeş, bir evlat, bir akraba, bir dost, arkadaş, komşu kimliğinde kadınlar.  Farklı dillerde, farklı ırklarda, farklı renklerde dünya kadınları. 

Ülkemizde Cumhuriyetle birlikte dünya kadınlarından önce nice haklara sahip olmuş kadınlarımız. Vefalı, duyarlı, hassas, hamarat, üretken kadınlarımız... Bazen can yoldaşı, bazen yol arkadaşı, sırdaş, arkadaş, eş, örnek insanlar.

Her zaman, her vesileyle anarız sevdiklerimizi; Bugün eski siyah-beyaz fotoğraflara bakarken düşler ülkesinde gezindim, huzur buldum, duygulandım, mutlu oldum, hüzünlendim. Bu yılın Kadınlar Günü'nde içimizden birini anmak, kısaca tanıtmak istedim. Bazen yıllar önce yaşamış, yaşadığı sürece çok kişiye dokunmuş, iz bırakmış farklı kadınlar vardır. Adını bilmeseniz de, hayat hikâyesini okumasanız da onlar bir yerlerde çok uzaklarda yaşamış olsalar da tanıdıkça benimser, seversiniz. Belki çok kişi tarafından tanınmadan bu dünyadan göçüp gitmişlerdir  ama sessiz sedasız  anılarda yaşarlar  unutulmaz katkılarıyla... 

Benim hiç anneannem, ya da ninem, ebem olmadı. Ancak geride kalanların büyük ailesinde kuşaktan kuşağa bir özveri, vefa ve sadakat örneğiydi kadınlar. Kadın olmak, ana olmakla eşdeğerdi büyüklerin gözünde. Eşe sadakat temel değerlerden idi. "Bir yastıkta kocamak" deyimi öylece üretilmiş olmalıydı. "Yuvayı dişi kuş yapar", Ana evin temel direğidir.",  "Kol kırılır yen içinde." Hep bu sözlerle, deyişlerle büyütülmüş o kuşaklar. 

Annem, annesini çok küçük yaşta kaybetmiş, hiç tanımamış. Onu büyük ablası büyütmüş-bir anne gibi. Annesini  hiç tanımadan büyüdüğünden belki, çocuklarına çok düşkündü. Annesiz bir çocuk nasıl büyür, nasıl genç kız olur ve gün gelir nasıl  annelik yapar kendi çocuğuna, hep hayal etmiş annem. Belki o yüzden buram buram hüzün kokardı yazıları, şiirleri, mektupları. Neşesi bile bir süre sonra hüzünle buluşur ama hiçbir zaman acısını, sıkıntısını dile getirmezdi. 

Zaman zaman sessizce ağladığını bilirdim, hissederdim belki de. Gurbeti, acıyı iyi bilen o kuşağın duyguları , davranışları sanki uzun, soluk bir perdenin ardına gizlenmiş gibiydi. Kimse perdeyi aralamaz, fakat meraklı gözler hep bir elin o perdeyi çekmesini beklerdi. Meraklıdır insanlar; özel yaşamları hep merak ederler. Nedendir bu merak duygusu...? 

Annem bir Cumhuriyet kadınıydı. Öyle yaşadı, çocuklarının ve öğrencilerinin öyle yetişmesine özen gösterdi ve  Cumhuriyetin değerlerine hep sahip çıktı. Antalya'da ilkokulu bitirdikten sonra Ankara İsmet Paşa Kız Enstitüsü ve daha sonra Ankara Kız Ertik Öğretmen Okulu 'ndan (Kız Teknik Öğretmen Okulu) Dikiş Öğretmeni olarak mezun olur. O yıllarda başarılı öğretmenler yurt dışına eğitime gönderilmektedir. Ankara Olgunlaşma mezunu olarak o haktan yararlanabilecekken ülkemizde öğretmen olmayı tercih eder. Uzun yıllar kaymakam olarak görev yapmış çok sevdiği babası Celâl Bey'i  kaybetmiştir.  Anı defterleri, şiirleri  bu acının izlerini taşır. 

Evlilik hikâyesi ilginçtir. Babam Ankara Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Kâhta'ya savcı olarak atanır. Daha sonra Adana'da göreve başlar. Yakınlarına Cumhuriyet değerlerini ve ilkelerini savunan bir öğretmenle evlenmek istediğini söylediğinde, Adana İsmet Paşa Kız Enstitüsünde dikiş öğretmeni olarak görev yapan annemi önerirler. O yılların Kız Enstitüleri, kız meslek liseleri çok seçkin bir kadroyla çok donanımlı öğrenciler yetiştirirlerdi. Dünya küçük; Rumeli kökenli bir aileden, Kıbrıs kökenli bir aileye uzanan yaşam bağı... 

Evliliklerinin üçüncü gününde babam  ihtiyaç üzerine muvazzaf subay olarak yeniden askerlik görevi için Konya'ya gitmiş. Zaman zaman ikisi de görevlerini aksatmadan Adana- Konya arasında tren yolculukları yapmışlar. Adana'da iki ayrı semtte geçti yıllar. Önce Yağcami  civarında bir evde,  sonra Gazipaşa Bulvarı'na ve yeni Vali Konağı'na yakın tek katlı, bahçeli evimizde. Çevremizde kooperatif kurularak yapılmış tek  katlı Öğretmen evleri vardı. Ve bomboş tarlalar. Sonraki yıllarda oralar Adana'nın çok değerli bir semti olacaktır. Çok katlı apartmanlar arasında müteahhide kat karşılığı verilen son  ev, bizim ev oldu. Zamanında ne mutlu anılara eşlik etti o ev. Bahçesinde biz çocukları düşünerek kurulmuş iki büyük salıncak, zeytin, muz,  erik ve türlü çeşitli çiçekler., her çeşit narenciye ağacı, kayısı. Ve bir köşede tavuk kümesi, her gün yumurtalarını alırdık. Doğa sevgimizin temeli o yıllardan kalmadır.

Cumhuriyet kadınları,  öğretmenleri, Cumhuriyetin Kılık -Kıyafet Devrimine de hemen uyum sağlamışlardır.  Sonraki yıllarda babam ilk tanışmalarını anlatırken: " O gün annenizin üzerinde çok şık bir döpiyes, başında da güzel bir şapka vardı, yüzünü tam göremedim "diye gülerek anlatırdı. Karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan, fedakârlıklarla güçlenen çok mutlu bir evlilikleri oldu. Milli ve dini bayramlar evimizde tam anlamıyla yaşanırdı. Orta direk bir aileydik ama  soframızda her zaman konuklarımız olurdu. Gösteriş, kibir, başkalarını aşağılamak, alay etmek, saygısızlık , ayıptı.  

Bu kuşaklar yokluğu, savaşı  bilen,  ekmek karnesini, karartmaları gören, kayıpların, ölümlerin acısını ta derinden yaşayan insanlardı. Azla yetinmesini bilir, israfa karşı çıkar, her şeyi yeniden değerlendirir, tüketimden üretime yönelirlerdi. Büyük kardeşin giysisi küçük kardeşe ayarlanır, okul kitapları her yıl değişmediğinden kardeşten kardeşe kalırdı. Çocukları tasarrufa alıştırmak için iş derslerinde kumbaralar yapılır,  basit tarım etkinliklerine yer verilirdi.  Annem o yıllarda Kız Enstitüsü dikiş derslerinde en basit ve ucuz malzeme olan çuvaldan (Telis ) elbise diktirdiğini anlatırdı. 

Annemin öğrencileri, arkadaşları, dostları, komşuları arasındaki adı "Hocanım" idi. Her yaştan insanla iletişim kurup sohbet ederdi. Adana İsmet  İnönü Kız Enstitüsü'nde genç yaşta Biçki- Dikiş Atölyesi Şefi olmuştu. Çalışkanlığı, titiz ve düzenli çalışmaları ile çok sevilen bir öğretmen olarak anılır. Ancak çocuklar büyüdükçe işi zorlaşır. Eşinin de uygun görmesi ile evinde çalışmaya başlar. İlkokul sonrası dikiş öğrenmek için gelen öğrencilerden ücret almaksızın dışardan siparişler alarak terzilik yapar. Belli yazılı kuralları vardır :Kadınlara yakışan giysileri özenle diker. Moda göz ardı edilmez ama her yaşa uygun modeller önerir.  Gelinlikler, abiye kıyafetler, manto ve döpiyesler, elbiseler Sipariş Atölyesinde provayla dikilir. İç dikişler, sürfile ve baskılar hep elde yapılır. 

Evde sürekli ses veren iki ana ses kalmış belleğimde: Annemin dikiş makinesi sesi, babamın eve getirip çalıştığı dava dosyalarını düzenlerken kullandığı daktilo sesi. İkisinin de işlerinde gösterdikleri titizlik, sorumluluk bilinci, görev anlayışı bizleri de etkilemiştir. Annem özel çalışırken bile Devlete gelir vergisi ödemeyi hiç ihmal etmedi. Defterlerini babam tutardı. Özellikle bayram günleri yoğun çalışmaların ardından nasıl olurdu da çocukların bayram giysileri yatak  odasında asılı olarak mutluluk haykırışlarını  beklerdi ?

O yorgunlukla ev düzeni nasıl sağlanır, ev mis gibi kokan taze çiçeklerle donanır, kahvaltı sofrası hazırlanır, misafirler ağırlanırdı ? Bunun cevabı, yuvasının kadını ya da iyi anne olmanın sırrında  gizli  sanırım. Onlar yoktan var etmesini bilen kadınlardı. Kuru ekmeklerden yapılan soğanlı, domatesli, naneli çorbayı çok severdik. Babam "Annenizin pilavı , yemekleri  bir başkadır der, mutfakta yardımcı da olurdu.  Şiirleri, şarkıları, türküleri her ikisi de çok severdi. Güzel sanatlara meraklıydılar. Babamın büyük boy yağlı boya tabloları usta bir elden çıkmış gibiydi. 

Bu güzel uyum, gün geldi  hastalık ya da kazalar, rahatsızlıklarla sekteye uğradı. Babamın Trigeminus nevraljisi hastalığına uzun süre teşhis konamadı, tedavi aksadı, ardından bir trafik kazası  onu yatağa bağlı kıldı. İşlerliğini hiç kaybetmeyen bir bellek, ancak yaşama uyumu güçleştiren yetersizlikler hepimizi çok üzdü. O zor yıllarda eşine çok bağlı, seven bir kadının hem çalışıp evini çekip çevirmesi,  çocuklarını yetiştirmesi, her şeye rağmen ortak hayallerini  sürdürmesi çok takdir gördü, kuşaktan kuşağa aktarıldı. Öyle alçakgönüllü idi ki "Ben sadece yapmam gerekenleri yaptım."  derdi. 

Tanımadığımız, adlarını bile bilmediğimiz nice Cumhuriyet Kadını; Yurdunu, vatanını seven, insani özelliklere değer veren, gerektiğinde zorluklardan yılmayan, pes etmeyen, yüreği sevgi dolu, vefakâr, fedakâr kadınlarımız... Kitaplara konu olacak öykülerini bilmediğimiz Anadolu Kadınları. Doğuda, Batıda, Güneyde, Kuzeyde ülkemizin her yöresinde, kimi zaman kendilerine ayrılmış günlerin farkında bile olmadan çevresine katkıda bulunan, maddi- manevi yardım elini uzatan tüm kadınlarımız: İYİ Kİ VARSINIZ. Varlığınızın farkında olan, değerinizi bilen, anlayan tüm Erkeklere de vefa borcuyla... 

Makbule ABALI 

9 MART 2024. Urla


















29 Şub 2024

EN KISA AYDAN , EN UZUN BAHARLARA...

 


İlkbahar- Yaz- Sonbahar- Kış yazardı mevsim şeritlerinde;

Ezbere sayardı tüm çocuklar 

Ardından ayları da öğrendiler birer ikişer 

Onlar büyürken hayat da yol aldı molasız... 

Hayallerle, umutlarla, emekle aktı geçti yıllar...

Ah çocukluk 

Bir beşikte başlamıştı hayat;

Kaydıraklarla sürdü uçarcasına 

Tahteravalli  inişli- çıkışlı

Atlıkarıncadan salıncağa 

 Uçurtmalardan dönme dolaplara 

Ha düştü ha düşecek, indi-bindi.

Sihirli aynalardan piyango çekilişlerine

Bir lunaparkta gibiydi insan; 

Koşturup  durdu günlerin, ayların, mevsimlerin ardından.

En kısa gün, en uzun gece hep yaşandı,

İyi gün de kötü gün de,  var olmanın gereği.

Zıtlıklar- benzerlikler,  her biri bir başka;

Soğuklar dondurdu, sıcaklar yaktı,

Mevsimler iklimler birbirine karıştı

Akla kara ayırt edilemedi kimi zaman.

İnsan insana ne kadar yakın, ne kadar uzak 

Tam  anlaşılamadı en hassas ölçülerle bile...  


Makbule ABALI 

29 Şubat 2024 Urla 







28 Şub 2024

PARKTA BİR YALNIZ ADAM... ÖYKÜ-(BCP - Şubat Ayı)




Hava kararmaya başlamıştı. Bu küçük parkta gün boyu süren sesler kesilmiş, havaya akşam hüznü çökmüştü. Banklar insansız, salıncaklar çocuksuz kalmıştı. Son kuşlar görkemli bir ağacın dalları arasında yer değiştiriyor, yaprakların arasında kendilerine sağlam yerler arıyorlardı. Şehrin karmaşık trafiğinden uzak, sakin bir köşeydi burası.

50 yaşlarında sade giyimli ince bir kadın parkın içine doğru yürüdü. Sanki yürüyüşe çıkmış da dinlenme amaçlı bir mola vermek ister gibiydi. Kenardaki bir banka oturdu. Bir süre kuşların ağacını gözledi. Son kuş sesleri cıvıltılarla sürüyordu. Birden onu gördü; En kuytu köşedeki bankta oturan 60 yaşlarında bir adam. Bulunduğu yerden profilden görebiliyordu. Antik heykeller gibi bir görüntüsü vardı. Kırlaşmış saçları yüzüne daha olgun bir ifade veriyordu. 

Elleri dikkatini çekti ansızın; İnce, uzun parmaklı, bir sanatkar eli gibi eller. Ellerini kucağında kavuşturmuştu. Dizlerinin üzerinde bir kitap duruyordu. Adını okumaya çalıştı, okuyamadı. Okunduğu yıpranmışlığından belliydi. Ama nasıl, ne zaman okunduğunu kim bilebilir.

Akşam serinliği bastırmaya başlamıştı. Rüzgar kuru yaprakları savuruyordu. Karşısındaki adamın davranışlarında bir gariplik fark etti. Tedirgindi, oturduğu yerde ayakları titriyordu. Evi, kimsesi var mıydı, bu soğukta nereye gidecekti, aç mıydı? Kadın "bana ne" diyen duyarsız tiplerden değildi. Ani bir hamleyle ayağa kalktı. Doğru-yanlış düşünmeden banka doğru birkaç adım attı, bankın bir kenarına ilişti. 

Sakin bir ses tonuyla sordu; "Buralarda mı oturuyorsunuz?" Yanındaki adam hiç cevap vermedi. Yüz mimiklerinde de en ufak bir değişim olmadı. Anlamsız gözlerle baktı sadece. Bal rengi gözleri bilinmezlerle doluydu. Kadın tekrar konuşmaya başladı:
"Benim adım Duygu. Ya siz kimsiniz? " "Bilmem, kimim, nereliyim, kiminleyim... hiçbir şey bilmiyorum. Evimi, sokağımı da bulamıyorum artık. 

Konuşmaktan yorulmuş gibiydi. Durdu, derin bir nefes aldı. Bir öksürüğe tutuldu. Sigara öksürüğü gibiydi. Ama parmaklarında sigara içenlere has leke yoktu. Kadın birden adamın çorapsız ayaklarını fark etti. Bu soğuk günde üstünde mont da yoktu. Sanki evden aceleyle çıkmış gibiydi. Ancak üşümüş gibi de durmuyordu. 
"Ya içindeki fırtına..." diye düşündü kadın. Birden elindeki kitabın adını okudu; Orhan Veli Kanık- Bütün Şiirleri. "Ne güzel bir seçim" dedi sessizce.

Tam o anda bir ses duyuldu: "Baba, nihayet seni bulduk. Aramadığımız yer kalmadı." 30 yaşlarında bir kadın ve bir erkek koşar adım banka doğru ilerlediler.  Genç kadın adamın elini tuttu. 
Ağlıyordu; Heyecandan mı, üzüntüden mi, sevinçten mi bilinmez... Genç kadın bir açıklama yapma ihtiyacını duydu; "Babam Alzheimer hastası. Annemi kaybettik, babam bizde kalıyor. Gündüzleri ben işe gidiyorum. Babam zaman zaman yürüyüşe çıkar, dolaşır, gelir. Sanırım hastalık ilerleyince evi bulamaz oldu."

Banktaki kadın kendi kendine bir iç hesaplaşma, sorgulama yaptı. 
"Hayatın cilvesi. Emeklilik dönemi neden bir huzur dönemi olamıyor? Kuşlar gibi insanlar da yalnız kalmak istemiyorlar. Farkında olmadan gene sürüye katılıyorlar. Başta insan tüm canlılar yalnız kalınca sıkıntıya düşüyorlar. Yalnızlık insana yakışmıyor. İnsan konuşmak istiyor, paylaşmak istiyor. Yanı başında bir sevdiğine dokunmak istiyor. Yalnızlık, suskunluk insanda yeni sorunlar yaratıyor..."

Hava artık iyiden iyiye kararmıştı. Baba-kız ve eşi uzaklaşırlarken geride kalan kadın da ayağa kalktı." Hayatı, insanı tanımak için bu gözlemler ne kadar önemli" diye düşündü. Dönüş yolunda Orhan Veli'den çok sevdiği bir şiir takıldı diline:

YALNIZLIK

Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.

Orhan Veli Kanık

 Genç kadın çantasından çıkardığı küçük bir günlüğe kısa bir not düştü: "Hayatın sallantılı köprüsünde hiçbir sözcük, hiçbir anlatım, şiir, şarkı ya da türkü İNSAN' ı anlatabilmek için  tam anlamıyla yeterli olmuyor."
Güneş battıktan sonra akşamın hüznü havaya sinmişti. Gün ışığının yerini yapay ışıklar, lâmbalar alıyordu artık... 

Makbule ABALI 

 NOT:Bu öykümü 2017 yılında yazmıştım. Şimdi son bölüme birkaç cümle ekleyerek paylaşıyorum. Blogları Canlandırma Projesinin bu ayki teması: "Yalnızlık, Kardeşlik, Dostluk, Sevgi " idi. Uygun olacağını düşündüm. M.A 





23 Şub 2024

GÜNÜN EN GÜZEL ARMAĞANI



Evimizde gün erken başlar. Sabah saat 07.00 gibi  gün ışığı pencereden süzülür, yeni bir günün başlangıcını müjdeler. Günler kısaldığında çalar saat gün ışığının görevini üstlenir. Erken başlayan gün erken de biter. Saat 22.30- 23.00 arası getiri ve götürüleriyle eski gün uğurlanır. Sıradan bir yeni günün planları da vardır tabii. Bazen sürpriz değişimler farklı bir gün yaratsa da hayat devam eder. Sürprizler hayata renk katar, duygularda, davranışlarda iniş çıkışlarla yaşamın bir başka yönünü görmemizi sağlar.  O yüzden sürprizleri çok severim. 

"Yazmak yaşamaktır." diyordu ünlü yazar Oktay Akbal. Gerçekten yazarken yaşadığını, var olduğunu hissediyor insan. Yazıya başlamak bir düşünce akışına yol açıyor. Algıda seçicilik başlıyor, Çevrenizi daha dikkatli gözlüyor, zihninizde yeni kayıtlara girişiyorsunuz. Görmek, duymak, koklamak, tat almak, dokunmak,  duyarlı olmak, bir başka anlam ve değer kazanıyor. Böylece farkındalıklarınız da artıyor. Yazma tutkum, yazdıklarımı kalıcı kılma isteğine dönüşünce bir blogda  yazmaya başlamıştım. İyi ki başlamışım, 14 yıldır ne güzel insanlar tanıdım. 

 Olabildiğince her sabah  kahvaltı sonrası bloğu ziyaret eder, gözden geçiririm. Bu sabah ondan önce kapı zili çaldı, kargo diye seslendi bir görevli. Beklenmedik bir sürpriz. Kızımın benim adıma siparişleri vardı ama bu kadar erken beklemiyordum. Paketin üstünü okuyunca sürprizin kaynağı belli oldu: İstanbul'dan blog arkadaşım sevgili Kadriye Z. Erdem, daha önce sözünü ettiği Şiir Gazeteleri nin yanına  "40 Şairin Eli " adlı harika bir kitap eklemiş, inci gibi bir el yazısıyla  günün en güzel armağanını adresime postalamıştı.  Yeni bir güne ta uzaklardan gönül dolusu mutluluk postalanmıştı... 




"Çıngıraklı Sokak" adlı aylık şiir gazetelerinin Ocak ve Şubat sayıları dopdolu. Doğrusu ülkemizde aylık bir şiir gazetesi çıktığını bilmiyordum. Fiyatı sadece 10 TL, başlığın hemen altında  "Şiir yeryüzünün vicdanıdır." yazısı yer alıyor. Ocak sayısında Oktay Akbal'ın çok anlamlı bir sözü var: " Şiir, kurşun rengi dünyayı mavileştirir, açmayan güneşi açtırır, yağmayan yağmuru yağdırır. İçimize dışımıza... " Şubat sayısında Özdemir Asaf'ın bir sözü: "Herkesin bir öyküsü vardır ama şiiri yoktur." 

"40 Şairin Eli "  çok özenli bir baskıyla yayına hazırlanmış, içinde ünlü şairlerin fotoğrafları, el yazılarıyla verilmiş şiirleri ve yaşam öyküleri yer alıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası ve Kadıköy Belediyesi iş birliği ile gerçekleşen " Nazım Hikmet'ten Bugüne El Yazması  Şiirler Sergisi' 2017 yılında düzenlenmiş daha sonra 21 Mart Dünya Şiir Günü'nde kitap haline getirilmiş. Yıllar geçtikçe değer kazanan bu esere emeği geçenleri kutluyoruz. 

Kitaptan bir sayfayı açtım; Orhan Murat  Arıburnu-  "Utanmak Lâzım" şiirini ekliyorum:

UTANMAK LAZIM 

Çocuklar,

Ölüyorsa bir savaşta 

Analar ana

Babalar baba değildir 

Çocuklar,

Ölüyorsa açlıktan

İnsanlar, insan 

Uygarlık , uygarlık değildir ! 

Orhan Murat ARIBURNU


ŞAİRİN EL YAZMASI ŞİİRİ 



SEVGİLİ KADRİYE, 

Merhaba. Yeni bir güne öyle güzel bir başlangıç yaptın ki. Belki yaş aldıkça, güzel olaylar, güzel insanlar da çoğaldıkça coşkulu anlarımıza gözyaşlarımız da eşlik ediyor. Duygu yoğunluğu yaşıyor insan. 

İyi ki yazıyoruz. İçimizden gelerek paylaştıkça mutlu oluyoruz. Yüzünü görmediğimiz, sesini duymadığımız blog dostlarımızla iletişim kurabiliyoruz. Blog olmasa nasıl tanışırdık, bu güzel etkinliklerden nasıl haberdar olurdum ?

İnceliğine, duyarlılığına sonsuz teşekkürler. Gönül dolusu sevgiler.

Makbule Abalı

23 Şubat 2024 Urla







"ÇINGIRAKLI SOKAK "  Aylık ŞİİR Gazetesinin Ocak ve Şubat sayıları

21 Şub 2024

BEKLENEN KONUK; CEMRE ((URLA'DAN NOTLAR )

 




Zaman sonsuz bir hızla akıp geçiyor. Geriye dönüp baktığımızda şaşırıyoruz. Yeni yerimizde iki yılı doldurmuşuz. "Nasıl geçti?" diye sorulsa bir an duraksarız herhalde. Bazı günler günlük tutmaya bile fırsat olmadı. Yeni bir çevrede gözlemler önem kazanıyor. Doğayı, insanları, yakın ve uzak çevrenizi tanıma çabasına giriyorsunuz. Sonuçta en gerçekçi karar şu sanırım; İnsan yaşamında büyük değişimler, kararlar gecikmeli olarak alınmamalı. İlerleyen yaşlarda uyum sağlamak da daha zor olabiliyor, daha büyük çaba istiyor. 

Pişmanlık mı? Elbette hayır. Ama insan alışkanlıklarından kolay vazgeçemiyor. Gönül kabullense de göz arıyor. Önce küçük farklılıklarla sonra yeni arayışlar, umut ve beklentilerle hayat devam ediyor. Deniz kenarında bir yaşamdan orman içi bir başka yaşama ayak uydurmak... Mersin'de dayanılmaz sıcak yaz aylarında yayla kültürüne de alışık olunca burada da her şey bildiğimiz gibi. Küçük ayrıntılar hayata renk katıyor elbette. Her çeşit sürpriz küçük heyecanlarla yaşamı daha anlamlı kılıyor. Ah bir de sağlık sorunları üst üste yığılmasa, biraz zaman tanısa...

İnsanlar değişirken mevsimler de değişiyor elbette. Tüm mevsimler kendi içinde farklı güzellikler , farklı tatlar, farklı renkler sunar ama ben hep bahardan yana oldum. Her yerde, her konumda baharda başka güzellikler aradım, değişimi, yeniden doğuş gibi gelişimi gözledim. Baharlarda özlediğim güneşi bulurum, içim ısınır, kupkuru ağaçların yeniden can bulması, yeşil yapraklarla donanması, çiçek açması, kuşların koro halinde seslenişleri, akan dereler, hızlanan hayat... Yeni bir hayatı, canlanmayı, değişime ayak uydurmayı vurgular.


Böyle zamanlarda merakla beklenen bir konuk vardır; Cemre. Kültürümüzde havanın ısınmasını, doğanın canlanışını ve yeniden uyanışını vurgular. Halk arasında yaygın olarak baharın müjdecisi olarak bilinen sıcaklığın artmasıdır. Uzmanlar bu yıl kış sıcaklık ortalamalarının son 53 yıldır en yüksek ortalamalarda kaldığını belirtiyorlar. Kış yaşanmadı diyorlar. Oysa ben nasıl üşüdüm bu yıl. Ev soğuk değildi ama sanırım bağışıklık sistemim isyancıları oynuyor. Açıklamalara göre bu yıl ilk cemre 19-20 Şubat tarihlerinde havaya düştü. Yanılmış olabilirler mi acaba? Halâ kar yağan bölgelerimiz var. İkinci cemre 26-27 Şubat tarihlerinde suya, üçüncü cemre de 5-6 Mart tarihlerinde toprağa düşecek.

Mersin'deki evimizi satıp Urla'ya göç ederken bizim için ev arayan kızıma özellikle küçük de olsa bahçeli bir ev olsun demiştik. Her evimizde evin içi-dışı doğadan köşelerle düzenlenmiş, birer "Huzur Mekânı" haline dönüşmüştür. Eşim de ben de çiçekleri çok severiz. Urla'da yeni evimizle ilk tanıştığımızda bahçedeki yetişmiş badem ağacı bembeyaz çiçekleriyle gözümüzü, gönlümüzü fethetti. Hele binanın arkasında bir portakal ağacını,  erik ağacını, önde zeytin ağaçlarını görmek güneyden gelen bizler için ne büyük mutluluktu.



Sonraki günlerde yavaş yavaş bahçe düzenlendi. Begonvile ek olarak güller, lâvantalar, kaktüsler, yasemin yerlerine yerleşti. Daha sonra salata malzemesi yeşilliklerle eksiklerimizi tamamladık: Roka, dereotu, domates, maydanoz, sarımsak, biber, soğan ekildi. Tüm canlıların temel ihtiyacı sevgi, ilgi, özenli bakım  onlara da çok iyi gelmişti. Düne kadar... Burada tanıdığımız işini bilen, iyi insanlardan biri, Serkan Bahçıvan bir pazar izin gününü bize ayırdı, bahçe düzeni, ağaç budamaları için geldi. Çok sevdiğim, çiçeklerini sabırsızlıkla beklediğim badem ağacını Mayıs gelmeden Mayıs böcekleri sarmış. içten kemirmiş, kurutmuşlar. "Arkadaşım Badem Ağacı" çaresiz, kesilecekti. 




Elektrikli testerenin o iç burkan sesi bahçede dakikalarca yankılandı. "Canlı bir bölgeye rastlayıncaya kadar keseceğim "demişti Serkan Usta. Ve eklemişti: "Olmazsa üzülmeyin, yenisini dikeriz..." O koca ağaçtan geriye bir kütük kaldı!  Düşündüm; bile bile sağlıklı ağaçları pervasızca kesenlerin yürekleri hiç mi sızlamaz acaba? Büyük çıkarlar uğruna kıyıma uğrayan, yıkılan, yaralanan yüzyıllık ağaçlar, yok olan canlılar, heba edilen emekler... Yapmak zor,  yıllar alıyor. Yıkmak, yakmak,  yok etmek ne kadar kolay. 



İnternet'ten aldanarak aldığımız iki limon ağacını başarıyla tutturmuşuz neyse ki. Onlar günün tesellisi oldu. Bir yıl geçti ama henüz çiçek vermediler. Bildiğim en doğal kokulardan narenciye çiçeklerinin kokusunu özledim. Bahar havası onlarla soluk aldırır insana. Ruhsal terapi gibidir. 




Begonvil budandı, lâvantalar azaldı, papatyalardan kış soğuklarında kuruyanlar kesildi. Baharda koyunların da yünleri kırpılır. Bitkiler de kesilince onlar gibi üşürler mi acaba. Evin dışında kuruyan dallardan kesilen koca bir yığın oluştu. Sitedeki çalışkan görevliler onları ikinci gün bir kamyonete yüklediler, uzaklara taşıdılar. Gözden uzak olmak iç acısını dindirmiyor ki. Neyse ki yakında tarlalardaki papatyalar, çuha çiçekleri, cemreden sonra can bulan yeni doğa bitkileri,  yaklaşan bahara merhaba diyecekler...

Makbule ABALI

Urla. 21 Şubat 2024

 


17 Şub 2024

KARDEŞ ÖZLEMİ...

 


Günler geçiyor. Yılın en kısa ayı Şubat'ın ikinci yarısına girdik bile. Bu yıl Şubat'tan bir gün alacağımız da var. Dört yılda bir gelen "artık" bir yıl bu yıl. Bu yıl neleri toplayacak acaba içine ? Çok bilinmeyeli denklemler gibi hayat. Bir yerlerde kesintiye uğruyor sonra yeni bir çaba ile onarmaya çalışıyor insanoğlu. Bugün yaşanırken dün unutulmuyor elbette. Anlar, anılar, yaşanmışlıklar, deneyimler hepsi bellekte bir köşede özenle saklanıyor, korunuyor. Yaşamın bozulan dengesi ancak öylece kurulabiliyor. Bu sabah burada içimizi ısıtan bir güneş vardı. Güneşle kurulan dostluk günün de kurtarıcısı oluyor. Her şeye rağmen fırtınalara daha dayanıklı oluyorsunuz.

Aklınızla, mantığınızla, sağduyunuzla kabullenseniz de gerçekleri, bazen sıcacık bir gülüşü, bir sesi, bir sohbeti özler misiniz siz de? Ta çocukluktan başlayıp yıllarca devam eden bir yolculuktan kalan güzel izler birer birer üşüşürler zihninize. Gerçekleşen her güzel şey "İyi ki..." dedirtirken "keşke" ler de sırada beklerler. Vicdanınız rahat, yüreğiniz ak olduğu sürece iç dünyanızda da uyum içinde, çok sesli bir korodan çıkan ahenkli seslerle huzura ulaşır, hayata yeniden katılım sağlarsınız. 

Çok iyi bir İNSAN, can dostu bir kardeş, vefalı, anlayışlı bir eş, fedakâr bir anne, idealist bir doktor, neşeli, şakacı, muzip bir arkadaş... Bütün bu sıfatları bir insanda bulmak çok kolay olmasa da O,  gerçekten öyleydi. Onu tanıyan herkes bu özelliklerini bilir ve içtenlikle dile getirirlerdi. Ardından yas tutulmasını istemezdi, yaşamı adeta dantel gibi işler, kusurları da hataları da  bilgece kabullenirdi. Sakindi, alçakgönüllüydü. Çok akıllıydı. Geçmiş zaman, hiç ders almadan, kursa gitmeden Adana'dan ilkokul sonrası İstanbul Üsküdar Amerikan Koleji'ni parasız yatılı olarak kazanmıştı. (Burs kazanan 13 kişiden biriydi.)

Aramızda 1.5 yaş vardı, ben ablaydım. Ama hiç abla demedi, iki can dosttuk. Tüm çevresine mamografi çektirmeyi öneren bir hekim kendine geç davrandı. En kötü cins tümör, bu iyilik timsali bedende nasıl yer buldu? Teşhis ile kaybettiğimiz tarih arsında sadece iki yıl vardı. Geride pırlanta gibi iki çocuk kaldı; Babalarının da desteğiyle  Kızı annesinin yolunda devam etti. Hacettepe Tıp Fakültesini (İngilizce ) bitirip Çocuk Doktoru oldu. Sonra çocuk gastroentrolojisini  seçti. Akademik kariyerini tamamlama çabasında. Oğlu Fen Lisesinden sonra yüksek bir puanla ODTÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliğini bitirdi, yüksek lisansını tamamladı. Doktora henüz bitmedi.

Bugün 17 Şubat- Rasime'nin doğum günüydü. Hüzünle değil, onun istediği gibi coşkuyla, sevgiyle, mutlulukla ama yoğun bir özlemle anıyorum, anıyoruz. Ünlü Sanatçı Hümeyra sınıf arkadaşıydı. Yahya Kemal Beyatlı'nın ünlü şiiri Sessiz Gemi'yi ne güzel yorumlar. Ve Mizah Ustamız Rıfat Ilgaz'ın "Gidişini Anlatıyorum" şiirini ekliyorum. Kitap okumayı, şiiri, doğayı, çiçekleri, ağaçları, tüm canlıları o da çok severdi.

(Yazımın sonuna eklediğim nergisleri bu sabah kızım Sezgi çok duyarlı, naif kızı L... ile birlikte getirdi. Kuşaktan kuşağa... 





GİDİŞİNİ ANLATIYORUM

Sen gidiyorsun ya işine yetişmek için

Saçlarını, gözlerini, ellerini

Neyin varsa toplayıp gidiyorsun ya

Her seferinde bir şey unutuyorsun sıcak

Termometrede yükselen çizgi çizgi

Kim bilir nerelerde soğuyorsun


Senin gözbebeklerin var ya kadın kadın gülen

İnsan insan bakan gözbebeklerin 

Beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta

Beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder

Ne gelirse onlardan gelir bana 

Bir açarsın ki mutluyum

Bir kapatırsın her şey elimden gitmiş.


Rıfat ILGAZ 



            

HÜMEYRA Sessiz Gemi







15 Şub 2024

KATIKSIZ SEVGİDEN YANA OLMAK



Bir yılda 365 günümüz, 12 ayımız, 52 haftamız var. Düşününce ne kadar uzun bir zaman dilimi. Oysa nasıl hoyratça kullanıyoruz. Pek çok günü özel günlere ayırmışız. Tek bir gün! Söylemek istediğimiz her şeyi o tek günün sırtına yüklüyor hatta belki alacak- verecek hesaplarını da kapatıyoruz. O özel günü daha da anlamlı kılabilecek yılın diğer günleri sessiz, sakin, şaşkın bakakalıyorlar. Yeni bir gün daha eklendi özel günlerimize. "Emekliler Günü"  Kendilerine de bir gün ayrıldığından haberleri var mıdır acaba? Nasıl kutlarlar, sonraki günler nasıl geçer, henüz bilemiyoruz. Günlük kutlama günlerini ben yadırgıyorum. Kısa süreli kutlamalar gösteriş, abartı, yapaylık da içeriyor bana göre. Güdümlü kutlamalar, kısa zamanlı anmalar da uzun ömürlü olmuyor. 

"Sevgililer Günü" kutlamalarına da  bir türlü ısınamadım. Sevgi, sevmek, sevdalanmak sözcüklerine de haksızlık mı ediyoruz diye düşündüğüm de oluyor. Sorular takılıyor aklıma: "Katıksız, gerçek sevgi nasıl kanıtlanır? İçten bir duyuş, bir seziş neden ille de kanıtlanma ihtiyacı duyar? Sevmek, parçalardan bütüne ulaşmak mıdır yoksa bütünü gören gözler daha sonra mı küçük detayları algılar? Dış güzelliğe aldanmak iç güzellikleri görmeye bir engel midir? Bir günlük sevgi kaç günü ya da yılı kurtarır, ya da yıllar sevgileri pekiştirip yılların ötesine uzanır mı? Böylesine kısa bir hayatta sevgiyi dile getirmek için çok uzun cümleler, çok büyük hediyeler, çok görkemli kutlamalar  mı gerekir? 14 Şubat'ta tek bir günün 24 saati yeterli midir? "

Bazı sözcükler vardır;  SEVGİ gibi. Anlamı çok zengindir. Dünyanın her yerinde aşağı yukarı aynı şeyleri çağrıştırır. Duyguların en yücesidir, olumlu yönleriyle özlenen, beklenen davranışları içerir. Tek başına bir değerdir. Bir bakış, bir gülüş, bir duruş, bir şiir, bir müzik, bir şarkı, bir mektup bir kitap, bazen bir mekân, bir kent hatta bir ülke sevgiyi, sevgiliyi, sevileni çağrıştırabilir. Ne güzel, kalıcı bir izdir bu. Bir koku duyar, ardından neleri düşünürsünüz, bir renk , bir isim, bir çocuk masalı veya oyunu size çok şey hatırlatabilir. İçinizde beslenen sevgidir bu duyumsamaları yaratan... 

SEVGİ sözcüğü ne çok şey barındırır içinde; Güven, şefkat, koruma duygusu, saygı, sempati, içtenlik, saflık, duruluk, temizlik, inanmak, sadakat... Sevginin kapsama alanı öylesine geniş ki tüm dünyaya yeter; Doğayı sevmek, vatanını, yurdunu, insanları, çocukları sevmek, bitkileri, çiçekleri, ağaçları, hayvanları, otu, böceği sevmek, korumak... Sevmek bağlanmaktır, sevmek özlemektir, sevdiğine zarar gelmesin diye içi titremektir, görmek istemektir, sevdiği için kaygılanmaktır. Gösteriş amaçlı sevgi olmaz. 

Çocukların sevgisi her şeyi  ne kadar yalın, sade, saf ve güzel anlatır:

"Dağlar, denizler, dünyalar kadar seviyorum." derken o minik kollar neredeyse tüm dünyayı içine sığdırır.

"Siz öğretmenimden daha mı iyi bileceksiniz?" Güvenle sevginin buluşmasıdır bu.

"Ben o çok bağıran, kavga eden, öfkeli amcaları sevmiyorum." Hükümleri kesindir, kimse değiştiremez, dünyanın merkezinde o vardır.



Usta şairlerin dilinde , şiirlerin gizemli dünyasında bir başka  değer kazanır SEVGİ:

"Siz geniş zamanlar umuyordunuz

Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek

Yılların telâşlarda bu kadar çabuk 

Geçeceği aklınıza gelmezdi."

Behçet NECATİGİL


"Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi 

Geceleyin ateşler içinde uyanarak

Ağzımı musluğa dayayıp su içer gibi..."

Nazım HİKMET


"Bütün insanları dostun bil, kardeşin bil kızım

Sevincin ürünüdür insan, nefretin değil kızım.

Zulmün önünde dimdik tut onurunu,

Sevginin önünde eğil kızım."

Ataol BEHRAMOĞLU


  "... ve dostluğu ve sevgiyi,

yeni doğmuş tüm bebeklerin yüreğine yazmak isterdim

onlarla birlikte büyüsün bütün dünyayı sarsın diye "

Yılmaz GÜNEY


Ve şarkılarda, türkülerde dile gelir SEVGİ 

Sezen Aksu- Çocuklar gibi

Tarkan Ahde Vefa

Hümeyra- Sessiz Gemi

Musa Eroğlu- Mihriban 

Aşık Veysel- Tatlı Dillim Güler Yüzlüm 


 Çocuklar Gibi (Sabahattin Ali- Ali Kocatepe- Sezen Aksu )




SEVGİ Dünyamızdan Hiç Eksilmesin.

Makbule ABALI

Urla 15 Şubat 2024



10 Şub 2024

NECATİ CUMALI' dan ŞİİRLER

 


GÜNEŞ DELİSİ

Bir günü

Güzel bir günü

Hiçbir şeye değişmem

Onun için zulmü sevmem

Onun için yalanı sevmem

Bilirim yaşamaz güneşte

Bilirim yaşamaz yan yana aşkla

Ne haksızlık

Ne korku

Ne açlık 


Necati CUMALI 



EKSİK GÜNEŞLER 

Kaç günümüz varsa şunun şurasında

O kadar güneşimiz var

Her günlük hakkımızdır mutluluk

Anla 

Dün bugün eksilen güneşler

Ödenmez yarınla

Necati CUMALI



BİR GÜL AÇIYORSA 

Kanın aktığı yerde 

Göz yaşının aktığı yerde

Karanlığı içinde kahrın

Güller açıyor işte

Güller ışık aydınlık içinde


Güller bütün güller bu sabah

Bir ağızdan türkü söyler gibi açıyor her bahçede 

Geceler gündüze dönüyor işte 

Karanlık ışığa dönüyor işte 

Kahır sevince dönüyor işte 

Akan kan dökülen yaş 

Güle dönüyor işte 


Hasetsiz korkusuz kinsiz 

Binlerce güller açıyor işte 

Dargın kardeşe dönüyor işte 

Artık yaşamak bütün Türkiye'de 

Bir ağızdan söylenen bir türküye dönüşüyor.


Necati CUMALI 

( D:1921 Florina-  Ö:2001 İstanbul)

Cumhuriyet Dönemi ünlü edebiyatçılarından. Roman, öykü, şiir, deneme, tiyatro alanlarında eserler vermiştir.