Bu Blogda Ara

14 Eyl 2024

NARİN BİR KIZIN HAZİN ÖYKÜSÜ...

 


Ne çok Narin varmış meğer ülkemizde;

Çok uzaklarda değil,

Yanı başımızda.

Tanımadığımız, bilmediğimiz

Farkında olmadığımız,

Yüzünü görmediğimiz,

Sesini bile duymadığımız 

Hassas, narin, alıngan, kırılgan...

Narinler, Kaderler, Yeterler, Songüller; 

Yaşarken değil,

Ancak öldükten sonra haberdar olduklarımız... 


Adları değişseydi

Yaşamları da değişir miydi acep?

Oyuncakları, kitapları olur muydu? 

Okullu olup önlük giyerler miydi ?

Genç kız olup sevdalanırlar mıydı ?

Hatta belki gelinlik giyip

Telli-duvaklı gelin bile olabilirlerdi... 

Olamadılar...


Minicik fidanlardı;

İnce, narin, korunmasız.

Bir dala tutunamadılar 

Bir fırtına, bir kasırga aldı götürdü çoğunu 

Kıydı çocukluklarına.

Kim kıydı, nasıl, ne zaman kıydı... ? 

Gören gözleri, duyan kulakları, sezen yürekleri olmasaydı

Daha uzun yaşarlar mıydı acaba...? 


Yüzyıllar ötesinden gelen bir toplum 

Umutsuz, umarsız yaşayabilir mi yıllarca ?

Adaletin şaşmaz terazisi, gün gelir de bir gün

Masum çocuklar için de dengelenir mi...?


Makbule ABALI - Eğitimci 

14. 09.2024- Urla





9 Eyl 2024

ZİLLER KİMİN İÇİN ÇALIYOR ..?


Yeni bir Eğitim-Öğretim dönemiyle açılan okullarda, ziller de belirli aralıklarla çalmaya başladı. Onca ses arasında zilleri "gerçek anlamda" duyup-farkına varıp, kulak kabartabiliyor muyuz? Eğitim-Öğretimde ziller acı acı çalıyor, çınlıyor; kafamızda, yüreğimizde, beynimizde... Öğretmen, öğrenci, veli, anne-baba, yönetici, vatandaş olarak, ziller aslında hepimizi uyarıyor, düşünmeye yöneltiyor...  

İnsan olarak, duyu organlarımıza haksızlık ediyoruz bazen; belki önyargıyla, belki duygusalca, isteyerek ya da istemeyerek, onların görevlerini tam yapmalarını engelliyoruz. Görülmesi gerekenleri görmüyor, duyulması gerekenleri duymuyor, söylenmesi gerekenleri uygun zamanda, uygun biçimde dile getirmiyoruz. Görmezden, duymazdan geldiğimiz her şey, sonradan daha çok canımızı acıtıyor, karşılığında daha büyük bedeller ödüyoruz. 

Yaşarken öyle durumlarla, kişilerle karşılaşıyoruz ki bazen, gerçekten insanın içi sızlıyor; Çeşitli alanlarda, onca yıllık eğitim-öğretimin ardından, kazanılması gereken bilgi, beceri ve davranışlarda ne büyük eksikler, açıklarla mezunlar vermişiz.  Aslında çeşitli nedenlerle belli yaşlarda kazanılamayan davranışların, sonradan kazanılması da çok kolay olmuyor; gecikmeyi gidermek daha çok emek, çaba ve zaman istiyor. "Öğretmen, öğrenci, anne-baba, ya da yönetici olarak kimler nerede yanlış yaptı, hatalar olduysa, kimlerin payı ne kadardı, nasıl bir özeleştiri uygulandı, sorunun kaynağına, nedenlere inilebildi mi"... Çok yönlü, uzun zamanlı düşünmemiz gerekiyor. 

Aslında ziller hepimiz için çalıyor, hepimizi düşünmeye davet ediyor: Yıllar öncesini düşündüğünüzde; hangi öğretmenlerinizi adıyla hatırlıyorsunuz, kimleri düşünmek sizi rahatlatıyor, o yıllardan ne kadar olumlu-olumsuz izler taşıyorsunuz, o zamanlar bir bilgi ve görgü alışverişinden almaya ne kadar hazırdınız, ne kadar yararlanabildiniz...? Çocukluk veya gençlik döneminde (bilerek ya da bilmeyerek) yanılgılarınız, bugün nelere mal oldu? İyi örneklerden pay almaya hazırken, hangi kötü örneklerden etkilendiniz, ya da siz (uygun yaklaşımlarla)  istemesini mi bilemediniz...? 

Her alanda yaşamı farklı yönleriyle değerlendirdiğimizde; bazen "öğretici", bazen "öğrenici" konumundayız. "Öğrencilik", yalnız okulların dört duvarı arasında oluşan bir eylem değil: Güvenmeyi- güvenmemeyi, inanmayı-inanmamayı, umudu-umutsuzluğu, utanmayı-utanmamayı; acaba ne zaman, nerede, nasıl, hangi koşullarda ve kimlerden öğrendik...? Birbirimizi ne kadar tanıdık, hangi ölçütlerle değerlendirebildik? Sözsüz iletişimin bile geçerli olabileceği durumlarda-hiç iletişim kurmadan-kimleri nasıl incittik? Asıl olan "Hayat Okulunda" kendimizi ne kadar eğitebildik, hangi konularda "geçersiz not" aldık? 

Ziller içimizi titretiyor, bizi uyarıyor mu, yoksa duymazlıktan mı geliyoruz? Acaba işimize gelmeyen hangi durumlarda-iğneyi önce kendimize batırmadan- karşımızdakine çuvaldızı kullandık? Dakikaların değerini bilmezden gelip, saatleri, günleri, yılları nasıl acımasızca kaybettik. Gelişmiş ülkelerde zaman o denli önemliyken biz "yitirilmiş zamanlar ülkesi" olmayı nasıl başardık...(!) Doğru zamanda, doğru insanları bulabilmek için nasıl bir çabamız oldu, ne kadar yararlanabildik, kimleri onayladık, kimleri reddettik, kimleri damgaladık, "tanımadık-görmedik-duymadık-söylemedik"... 


Ne yazık yıllardır, çalan zilleri hiç duyamayanlar ya da duyuramadıklarımız da oldu... Okuma çağında: Okulda olması gerekirken; ovalarda, tarlalarda, atölyelerde, evlerde, başka işlerle uğraşan, hiç çocuk ve genç sayılmayanlar da vardı aramızda... Nice "Küçük Adam" zil seslerine bu yıl da çok uzak kaldılar; başka seslerin içinde sanki kayboldular, çalan zilleri hep "paydos zili" olarak algıladılar...

Severek, benimseyerek sürdürülen her iş, her meslek, kişiye değer kazandırıyor, topluma artı değer olarak geri dönüyor. Gönül rahatlığıyla, "yapmam gerekenleri yaptım" diyebilmek, her meslekte, ama asıl eğitimde çok önemli. Öğretmen olmak; dünyanın en zor ama en zevkli uğraşılarından biri... Bir öğretmen: öğrencilerinin yüreğini köreltmeden; görmeyi, anlamayı, dinlemeyi, düşünmeyi, yerinde konuşmayı, adil olmayı, uygun biçimde hakkını savunmayı, insana saygıyı kazandırabiliyorsa, kişiliği ve davranışlarıyla örnek olabiliyorsa başarıya da daha  kolay ulaşıyor. Bilgi açığı sonradan da tamamlanabiliyor, ancak kişilik oluşumu, kimlik kazanma uzun zaman alıyor, ruhsal zedelenmeler yaratıyor.


Eğitimde ödüller kadar caydırıcılar da önemli kuşkusuz: Hoşgörüsüzlük kadar aşırı hoşgörü de zararlı; zamanında kurallar öğretilmemiş, benimsetilmemişse, sonradan karşılaşılan yasaklar -cezalar, zamansız öfke patlamalarına neden olabiliyor. Her konuda; özgüvenli, cesaretli olma, haksızlıklara karşı çıkma, ancak "insan duyarlılığında" kabul görebilir. Kendisiyle ve çevresiyle barışık olan insan, bedensel güce, şiddete  başvurmaksızın, daha etkili olabilecek başka çözüm yolları arayabiliyor.  


 Öğretmenler, bazı durumlarda tüm çabalarına rağmen-çeşitli nedenlerle- bazı öğrencilerine ulaşamayabilirler de. Öğretmen olmak tabii ki her şeyi bilmeye yetmiyor;  yanılgıları açıklamak, gerektiğinde özür dileyebilmek , kişinin değerini düşürmez, saygınlığını artırır. Bilgeliğin özünde; sevgi, alçakgönüllülük, adil olabilme, bağışlama, hoşgörü var. Keşke öfkeye yenik düşmeden, zamanında mantık-duygu dengesi kurulabilse...Yüzyıllar öncesinden Konfüçyüs ne güzel sesleniyor: "Bilmediğini bilenin arkasından gidin. Bilmediğini bilmeyeni uyandırın. Bilmediğini bilene öğretin. Bilmediğini bilmeyenden kaçın." 


Her konumda alınan diplomanın derecesi, büyüklüğü, sayısı, her zaman kişinin "adam" olmasına yetmiyor. Deneyim, birikim, etkileşim, paylaşım, ve en önemlisi zaman, diplomayı zenginleştiriyor, ya da değer kaybettiriyor...Her yıl okullar açılıp ziller yeniden çaldığında:  Bir öğretmenin, insan yetiştirme uğraşı verenlerin yüreği çarpıyorsa, duygulanıp düşünüyorsa, çözümler üretebiliyorsa; iyi şeyler, güzellikler sürecek demektir.
   
Sadece eğitim kurumlarımızdan değil, "hayat okulundan" da yeterli bir diploma alabilen İNSAN sayısını artırabilsek; daha umutlu, daha güvenli bir ülke olabilir miydik acaba? Ziller çalarken; zaman çok geçmeden, keşke hepimiz kulak kabartıp duyabilsek, kendimize düşeni yapabilsek... 


NOT. Bu yazımı 27.09.2010 yılından önce bir Eğitim-Öğretim Kurumunda çalışırken yazmış daha sonra Blogda  yayınlamıştım.  Yıl 2024...
Emekli bir eğitimci olmama rağmen ; Her Eğitim-Öğretim Yılının başlangıcında okullarda ziller yeniden çalarken halâ büyük heyecan duyuyor, karışık duygular yaşıyorum.
 
2024 -2025 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI KUTLU OLSUN. 

Çağdaş bilimlerin ışığında çocuklarımız-gençlerimiz,  öğretmenlerimiz ve anne babalar için, toplum için sağlıklı-mutlu-verimli, Ülkemiz için örnek başarılarla dolu bir yıl olsun. 

Makbule ABALI 
9 Eylül 2024- Urla





















6 Eyl 2024

İYİ GÜNDE - KÖTÜ GÜNDE... ROMANTİZM- (BCP-Ağustos-2024 )


Dilimizde; evlenmeyle, evlilikle ilgili ne çok sözcük, ne çok deyim üretilmiştir. İnsanımızın yaratıcılığı, kıvrak zekası, bu deyişlerde anlam kazanır. "pembe panjurlu ev" eski Türk filmlerinde, romanlarda mutlu bir yuvanın simgesiydi. Günümüzde arsalar öylesine azaldı ki, tek katlı evlerin yerine kocaman apartmanlar dikiliyor artık. Pembe romantizmi simgeliyordu, artık realizm zamanı. "Bacanız hep tütsün" güzel bir dilekti. Artık bacalar da azaldı. Tekli bacalar ancak şömineli evlerde tütüyor.

"İyi günde-kötü günde"  diye başlayarak ne güzel dilekler dilenir. Siz de hatırlar mısınız, halâ her yörede söylenir mi, bilmiyorum; "Bir yastıkta kocayın" deyişi vardır. Bir ömrü birlikte geçirmek, beraberce yaşlanmak, uzun yıllar birlikte olmak anlamında bir dilekti aslında söylenmek istenen. Artık yastıklar da küçüldü, ikiye bölündü. Aslında amaç; uzun, zorlu bir yolu birlikte yürüyebilmek, yol arkadaşlığı, kader arkadaşlığı yapabilmek...

Kadın ve erkek beraberce bu uzun yola çıkarken, nikah memurunun duruma uygun konuşması nasıl da anlamlıdır. Bazısı da hiç konuşmaz, sadece işlemi tamamlar. "İyi günde, kötü günde, sağlıkta, hastalıkta birbirinizi koruyup kollayacağınıza...." Nikah defterine heyecanla atılan iki imza ve beraberliği belgeleyen bir başka küçük defter. Evlenme cüzdanı. Canlı ve cansız ikişer tanık... Her şey bir imzayla ve bir sözcükle başlıyor. Bu ilişkiyi onaylayan bir sözcük; "Evet" 

Oysa günümüzde evet' lerin ardından hayır' lar da çoğaldı. Evetle hayır arasında çok uzun bir zaman da yaşanmıyor. Bir anda noktalanıyor her şey. Başlangıçta gösterilen özen, sonuçta yerini daha farklı davranışlara, kabalığa, hoyratlığa bırakıyor. Televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında içimiz ürpererek farklı ayrılık hikayeleri izliyoruz, okuyoruz. Çocuklar "evcilik oyunlarında" ev halini ne güzel, ne gerçekçi yansıtırlar. Oyunlar gerçeğin bir yansıması değil midir? 

Hayat öylesine kısa ki. Her şey birdenbire olup bitiveriyor. "Sevmek seni bir ömür boyu..." derken, "Ayrılmak bir dakika" oluveriyor. "Beyaz atlı prens" kişiye göre değişebilir elbette. Mutluluk ve mutsuzluk da değişik zaman ve durumlarda kişilere göre farklı yorumlar kazanmaz mı? Mutsuz giden bir evliliği sürdürmek de insanın hayatını zindana çevirebilir. Goethe evlilik konusundaki düşüncesini şöyle açıklıyor: "İster kral, ister bir fakir olsun, dünyada en mutlu insan evinde huzuru olandır."

Birken çift olabilmek, bir aile oluşturmak, bu beraberliği yıllar boyu sürdürebilmek... nasıl da güzel, anlamlıdır. Birbirine uyum sağlamak, karşılıklı özveride bulunabilmek, evi "yuva" haline getirebilmek, eve dönmeyi, eşine kavuşmayı özlemek. Güne küçük sürprizlerle başlamak, hayata anlam katabilmek... Bunun gerçek değerini yaş ilerledikçe daha iyi anlıyor insan. Hayatı paylaşmak için "iyi bir dost" önem kazanıyor. İnsanın başını omuzuna dayayabileceği güvendiği bir eşinin olması, hayatın da güvencesi değil midir? 

İyi günde; Eşinin sevdiği yemekleri yapıp, sofrayı onun sevdiği bir demet çiçekle renklendirebilmek, onun beğenilerine de saygı gösterebilmek, küçük sürprizler hazırlamak, bazen duygularını küçük notlarla yazılı olarak ifade etmek, mimiklerinden, ses tonundan, davranışlarından az çok ruh halini anlayabilmek... 

Kötü günde; Hastalığını önemseyerek yanında olabilmek, sıkıntısını, sorununu paylaşabilmek, ilgisini esirgememek, zor günleri bir güzel sözle, uygun bir davranışla çekilir hale getirmek... Karşılıklı olarak iyi günde- kötü günde küçük fedakarlıklarla beraberliği sürdürebilmek: Evliliğin çatısı da, temeli de ancak böyle korunacaktır herhalde. 

Toplumda sık sık çocuklar, gençler ve yaşlılarla ilgili gruplarda bulunabilmeli insan. Bu gözlemlerle hayatı daha iyi yorumlayıp, daha iyi anlamlandırabiliyor. Farklı kuşaklar farkında olmadan bize hayatı anlatıyor, insanları daha rahat çözümlememize yardımcı oluyor. Sessiz anlatımlar; bir damla gözyaşı, bir el tutma, bir omuz omuza beraberlik, bir bakış bazen nice sözden daha etkili, daha kalıcı oluyor. İnsana hayatın sırlarını adeta ciltler dolusu kitabın içinden sergiliyor. 

Yüzyıllar öncesinden söylenmiş bazı sözler günümüzde de anlamını yitirmedi. Ünlü Filozof Sokrates  evlilik konusunda fikrini şöyle açıklıyor: "Ne pahasına olursa olsun evlenin. Karınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz, yok fena çıkarsa o zaman da filozof olursunuz."
İnsanın insanı anlamaya çalışması, birlikte sağlanan sevgi ve saygıyı karşılıklı özverilerle sürdürebilmesi ile ortak hayat, bir ömür  boyu daha anlamlı hale gelebiliyor...

Makbule ABALI-  11.11.2013 

Kısa bir not: Bloglar arasında yıllardır devam eden Blogları Canlandırma Projesinin 2024 Ağustos Ayı konuları şöyle seçilmişti: Yapay Zekâ, Hayvan Hakları, Eğitim, Romantizm, Hukuk, Tıp, Webtoon. 
Ben,  günümüzde çok ihtiyaç duyulan "Romantizm" konusunu seçtim. Yazılar, tarihler, kurumlar değişse de İNSAN'ın özlemleri, umut ve beklentileri çok değişmiyor... M.A - 06.09.2024 






1 Eyl 2024

ZEYTİN AĞACI- BARIŞIN SİMGESİ...

 


Urla'da yeni evimize ilk gidişimizde karşılaşmıştım onunla. Evimizin küçük bahçesinde bir zeytin ağacı. Yılların katkısıyla büyümüş görkemli zeytin ağaçlarından değildi. Hatta bahçedeki çam ağacının altında çelimsiz dalları, ince küçük yapraklarıyla korunmaya muhtaç bir çocuk gibiydi. Yeşil iri gözleriyle göz göze geldiğimde nasıl da mutlu olmuştum.
  

Belki de Nazım Hikmet'in  "Yaşamaya Dair" adlı o güzel şiirini anımsatmıştı bana; 

"Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

yaşamak yani ağır bastığından."

Komşu zeytin ağacını sonra fark etmiştim. Bahçenin hemen dışında, sokakta kendiliğinden bitmiş bir başka zeytin ağacı. Zeytin ağacı hep şairlere ilham kaynağı olmuş. Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Sitem" şiirindeki içten dizeleri de adeta onun için yazılmış; "Önde zeytin ağaçları, arkasında yar... "  

Bu kış küçük bahçemizdeki zeytinlerimizin meyvelerini yeme şansımız oldu. Mersin'de salamura zeytin yaparken kesme değil, ezme yöntemini kullanırdık. Ezerken bile adeta içim acırdı. Bazı yörelerimizde, yılların yetişmiş zeytin ağaçlarını kesmeye nasıl kıyıyorlar, düşündürüyor, şaşırtıyor insanı...

Bahçedeki badem ağacı da yeni açmış çiçekleriyle süslü bir gelin gibi göz alıcıydı. Küçük bahçemizde bir de narenciye ağacı vardı. Güney illerimizde yaşayanların gözdesi. Çiçeklerinin içe sinen kokusunu kolay kolay unutamazsınız. Eskiden en çok çınar ağaçlarını severdim, halâ severim. Bilge insanları hatırlatır çınarlar bana.  Ağırbaşlı, saygın, onurlu, güçlü bilge insanları. 

Neden bilmem, ağaçlara öylesine tutkun ben, bu küçük bahçede en çok zeytin ağacının varlığına sevinmiş, mutlu olmuştum. Belleğimde ne çok şey birikmiş zeytinle ilgili.  Çevresine adeta enerji yayıyor, barışı-dostluğu çağrıştırıyor.

Kırgınlıklarda "zeytin dalı uzatmak " bir deyim olarak benimsenmiş. Zeytin ağacı; barışı, güveni, huzuru, dayanıklılığı, bağlılığı düşündürüyor.  Gün görmüş insanlar gibidir, kökleri sağlamdır, çevresine yayılmıştır. 2000 yıllık zeytin ağaçları olduğu söylenir. Yeni kuşaklara zeytin ağacını tanıtmak, yaşatmak amacıyla Urla'da bir saygı anıtı gibi işlik ve müzeler de  var.

Ah keşke fiyatları bu kadar yükselmeseydi, en yoksul insanlarımızın bile kahvaltılarının temel gıdasıydı zeytin. Yeşil ya da siyah hiç fark etmez. Küçük bir kâsede üzerine birer tutam kekik, nane, isteğe göre tatlı kırmızı toz biber dökerek ekmeği banarak yemenin lezzetine doyum olmaz.  Hele bir bardak çayla bir zeytin ağacının altında bir piknikte... En güzel sofrada bulamazsınız o tadı.

 Ne çok şeye adını vermiştir zeytin; Zeytinli ekmek, zeytinli poğaça, zeytin ezmesi, zeytinli salata., zeytinli peynir... Her biri ayrı bir lezzet. Fiyatı ne kadar artsa da Anadolu Kadını mutfakta becerilerini sergilemesini bilir. Her şeye rağmen aş hazırlamada ustadır. Yoktan var eder. Sadece midelerde değil,  gözlerde, gönüllerde de iz bırakır.

Son günlerde zeytinler insan eliyle yağmalanırken gene kadınlarımız sahip çıkıyor bu kadim ağaçlara. Zeytinden yağ çıkarırcasına ezilseler de, hırpalansalar da, aşağılansalar da dimdik ayakta koruyorlar ağaçlarını. Bin ağaç dalına yetişemese de kolları; bir ana, bir kadın, bir insan , bir vatansever olarak  tüm güçleriyle çırpınıyorlar. 

Her zaman her yerde; İnsana, doğaya, tüm canlılara, barışa ve dostluğa değer vermek, korumak, yaşatmak... Daha güzel bir dünyanın oluşumuna katkıda bulunmak değil midir ?

Makbule ABALI

05.08. 2023 Urla





Not: 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde bir yıl önce yazdığım yazımı -İnsana, doğaya , barışa saygı adına-yeniden güncelledim. M.A.