Bu Blogda Ara

23 Nis 2013

BİR BAYRAM GÜNÜ

Geçmişten kalan bazı izler vardır belleğimizde. Bazı şiirler, bazı şarkılar, bazı kokular, bazı yerler, bazı adlar unutulmaz. Geçmişe saplanmak değil, ancak bunlarla yeniden karşılaşmak, yeni bir farkındalık mutlu eder insanı. Bu, yeniden can bulmak gibidir adeta. "Bugün 23 Nisan / Neşe doluyor insan..." Geçmişte okullarımızda çok söylenen bu şiir, her 23 Nisan'da belleğimizi tazeliyor. 

Bizim kuşağın çocukları için bir başkaydı 23 Nisan: İlkokullarda o hafta tüm dersler 23 Nisan Ünitesi ile ilgili olurdu. Hayat Bilgisi, türkçe, matematik, resim, müzik... Sınıflar bayraklarla, el işi kağıdından fenerlerle, süslerle donatılır, bayram töreni için kıyafetler hazırlanırdı. Şarkılar, şiirler, oyunlar her 23 Nisan'da çocukların dağarcığına yenilenerek eklenirdi. O yıllarda "sınava hazırlık" yoktu, zaman boldu. 

Günlerce öncesinden provalar başlardı. Küçük sınıflar için rontlar, oyunlar, büyük sınıflar için yürüyüş provaları önemliydi. Kıyafetler bayrama özgü rengarenk olurdu. Ana okulları bile stadyumdaki törene katılırdı. Canlandırdıkları masal kahramanlarının giysileriyle törene renk katarlardı. Krapon kağıdından yapılmış giysiler de olurdu bazen. Tasarruf amaçlı yapılan bu giysiler de öylesine güzel olurdu ki, alkışı hak ederlerdi. Ancak bazen yağmurun azizliğine de uğranırdı. Ama bir günlük mutluluk yeter de artardı bile...

Aile için de 23 Nisan önemliydi, dünyada Atatürk tarafından çocuklara armağan edilmiş tek bayram... Eski bir dikiş öğretmeni olan annemin sürprizleri olurdu: Bayram sabahında dikilmiş ve asılmış yeni elbiselerimizi bulurduk kardeşimle. Bizim için inanılmaz bir mutluluktu bu. Saçlarımızda kocaman, kolalı kurdeleler, fotoğraflarımız çekilirdi.  Anneler genelde kız çocuklarını süslemek isterler. Hayatımın en süslü saç tuvaletleri hep 23 Nisanlarda olmuştur. En güzel, en gösterişli elbiselerim de... Gençlikte ve sonrasında hep sadelikten yana oldum. Gruptakilerden farklı olup dikkat çekmek istemezdim. 





Daha sonraki yıllarda yaşlarımız ve sınıflarımız büyüdüğünde törene okul önlüklerimizle katılırdık. Ancak formalar ütülü, yakalar kolalı, ayakkabılar boyalı olurdu. Formalar eşitlik sağlardı aramızda. Önemli olan temiz ve düzenli olmaktı. Belki maddi açıdan fark, ancak ayakkabılardan anlaşılırdı. Törende kollarımız, ayaklarımız ahenkli, düzgün yürümeye özen gösterirdik. Dünyada çocuklara armağan edilmiş tek bayram bizim bayramımızdı .Öğretmenimiz "Atatürk sizi izliyor" derdi. Çocuktuk, inanırdık. Ayaklarımız yere daha sağlam basardı.              



O yıllarda da önemli konumlardaki büyüklerin koltukları bir günlüğüne çocuklara devredilirdi. O çocuklar nasıl seçilirdi hiç hatırlamıyorum. Ama soru sorulduğunda öyle güzel, öyle içten cevaplar verirlerdi ki, içimiz ferahlardı. Arkadaki büyükler neden hep gülerlerdi hiç anlamadık. Çocukları ciddiye mi almazlardı, söylediklerini şaka mı sanırlardı, yoksa içlerinden gülmek mi gelirdi? 

Ne yazık bir de madalyonun diğer yüzü var. Halen çeşitli yörelerimizde bayramlardan haberdar bile olmayan, çocuk sayılmayan, sonraki yıllarda da kendini kabul ettiremeyen, ancak bir olayla gazetelere haber olduğunda tanıyacağımız bireylerimiz... 

Bayramlar...Bayram gibi günler...Daha coşkulu, daha mutlu, daha huzurlu. "Hayat bayram olsa" der gibi..Bugün çocuklara kulak vermeli.."...Bugün 23 Nisan,  neşe dolmalı insan...."

Tüm çocukların Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu, mutlu, umutlu olsun!
                                                

17 Nis 2013

KÖYDEN KENTE


Köy Enstitülerinin kuruluşunun 73. yılında, kuruluşta büyük katkıları olan, emeği geçen Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç'u saygıyla anıyoruz. Bugün dünyanın örnek aldığı bir model üzerinde çalıştılar, emek harcadılar, okula gelişinden çok farklı binlerce öğrenci yetiştirdiler. Dünya edebiyatından her ay en az 25 kitap okunması, en az bir müzik aletinin çalınması, tarım derslerinde üretime dönük eğitimle kalkınmaya katkı sağlanması gibi etkinlikler Köy Enstitülerini unutulmaz kıldı. Tarihe iz bıraktılar.


Gelmiş geçmiş en iyi Milli Eğitim Bakanlarından biri Hasan Ali Yücel'in oğlu, Şair Can Yücel'in bir şiiriyle, eğitime emeği geçenleri saygıyla anıyoruz. 

HAYATTA BEN EN ÇOK BABAMI SEVDİM

Hayatta ben en çok babamı sevdim
Kara çalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla ha düştü ha düşecek
Nasıl koşarsa ardından bir devin 
O çapkın babamı ben öyle sevdim

Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi gidici, hep hepp acele işi
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi
Atlastan bakardım nereye gitti
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.

Sevinçten uçardım hasta oldum mu 
Kırkı geçerse ateş çağırırlar İstanbul'a 
Bir helalleşmek ister elbet diğ mi oğluyla
Tifoyken başardım bu aşk oyununu 
Ohh dedim göğsüne gömdüm burnumu 

En son teftişine çıkana değin 
Koştururken ardından o uçmaktaki devin 
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için 
Açıldı nefesim, fikrim, can evim
Hayatta ben en çok babamı sevdim.

Can YÜCEL

11 Nis 2013

BAHAR RÜZGARLARI


Bahar nasıl da şaşırtır insanı: Tüm güzelliğiyle, tazeliğiyle hüküm sürerken, birden bir esinti çıkar, darmadağın eder her yanı. Beklenmedik zamanda, ansızın çıkan bir fırtına güne damgasını vurur. Altüst eder çevreyi de, insanı da. Çoğu insanda baş ağrıları, beden sızıları o yüzdendir. Allak bullak olmuştur dengesi. Hazırlıklı olmak gerekebilir. Alışık olmayan insan baharın gazabına uğrayabilir.

Bahar rüzgarları ılık ılık eser bazen. İnsanın yüzüne tatlı bir serinlik yayılır. Ferahlatıcı, güzel bir esinti güzel şeyleri düşündürür insana; güzel oluşumları, güzel haberleri, güzel olayları... Örneğin; Fanatik olmasanız bile, hatta taraftar dahi değilseniz, yabancı bir takıma karşı kazanılan bir milli maçta nasıl da sevinir, mutlu olursunuz. Renkler anlam kazanır gözünüzde. İnsanların içtenlikle kucaklaşması, ortak paydada, ortak amaçta buluşması içinize su serper. 

İnsanı tedirgin eden, içini acıtan rüzgarlar eser kimi zaman. Televizyon ekranında en üst perdeden bağıran, birbirini aşağılayan, inciten insanlar görürsünüz. Nedenler dolaşır kafanızda. Ya da ekranda zincirleme bir trafik kazası geçer gözünüzün önünden; ölü ve yaralı sayısını ayırt edemezsiniz. 

Bir başka gün, birden ekranda bir başka soğuk rüzgar eser. Ürperirsiniz, içiniz titrer... Yüzlerini, gözlerini kapatarak kaçışan, koşturan insanlar ve onların üstüne var güçleriyle su sıkan, gaz püskürten görevliler... Bu kadar insanın hepsi suçlu mudur diye düşünmeden edemezsiniz. Yaşlılar...kadınlar...çocuklar... Oran...orantı...güç..orantılı güç....orantısız güç... Cevabı bulunamayan her soru, bahar rüzgarları gibi sarsar insanı. 

Değişik zamanlarda, değişik konularda, belki de farkında bile olmadan, hiç bilemeden çocukların hayalleriyle oynuyoruz. Babasıyla olayların ortasında kalan bir çocuk ağlarken bağırıyormuş; "Ben artık polis olmak istemiyorum" Küçük yaşta çocuklar, meslekleri insanlarla bağdaştırır. Öfkeli, sinirli bir kuşak yetişmese keşke.Bazen şarkılar nasıl güzel, nasıl dinlendirici oluyor. Leman Sam'ın Rüzgar şarkısı gibi; "Bana esmeyi anlat, bana sevmeyi anlat, esip geçmeyi anlat..." 

Bazen nasıl da beklentiye giriyorsunuz;" iyi bir haber, iç açıcı güzel bir şey duyalım bugün" diyorsunuz. Nadiren oluyor ama, onca sesli, gürültülü haber arasında zayıf bir esinti gibi gelip geçiveren bir küçük haber hayatımıza girmiyor bile.Ya da en son haber olarak sunuluyor, izlenmiyor, izlenecek onca şey arasında kaybolup gidiyor.

Bazen duymadığımız, bilmediğimiz güzel şeyler de gerçekleşiyor; tatlı bir bahar esintisi gibi... Kimi zaman yanı     başımızda, kimi zaman ta uzaklarda bir yerlerde. İçimizden biri, bir kadın veya bir erkek, hangi meslekten olursa olsun, işini iyi yapan, başarıyı yakalamış biri... O başarıları yürekten alkışlayamıyoruz, o insanları yüreklendiremiyoruz. Gazetelerde küçücük köşelerde yer alıyorlar, fark edilemiyorlar. 

Ne zaman insanımızla ilgili bir güzel haber duysak, yüzümüzde güller açıyor, bahar rüzgarları içimizi serinletiyor adeta. Olumsuzluklar doğanın dengesini bozmakla kalmıyor, ters esen rüzgarlarla kendimize ve çevremize zarar veriyoruz. 

6 Nis 2013

ŞAKA GİBİ...


1 Nisan tüm dünyada "şaka günü" olarak kabul ediliyor. Basmakalıp olmayan, akıllıca yapılmış şakalar, ne güzel, ne düşündürücüdür. İncitici, aşağılayıcı bir şaka değilse, yapanı da, yapılanı da tebessüm ettirir. İçinde kötü niyet olmayan her şaka insanı mutlu eder. 

Bu yıl 2013 YGS (Yükseköğretime Geçiş Sınavı) sonuçları 1 Nisan Günü açıklandı. Sınavdan 8 gün sonra, rekor bir hızla sonuçların açıklanması gerçekten şaka gibiydi. Bu kadar kısa sürede açıklama, ÖSYM tarihinde bir" ilk" idi. Her yıl bir buçuk iki milyon civarında aday sınava başvuruyor. Ve her yıl, sınavda 4 yanlış 1 doğruyu götürdükten sonra bir neti bile kalmayan binlerce aday oluyor. Şaka gibi... Bu yıl da bu sayı 8 bin 586 idi. Sınavda kız öğrenciler, erkek öğrencilerden daha başarılı.

Sınavda 40 Türkçe, 40 Matematik, 40 Fen Bilimleri, 40 Sosyal Bilimler sorusu soruluyor. 160 soru için 160 dakika zaman veriliyor. Okullarında klasik yöntemle sınava giren adaylar, geleceklerini ilgilendiren büyük sınavlarda test yöntemiyle yarışıyorlar. Sınava hazırlanırken beyinler adeta seçeneklere göre kurgulanıyor. Sınava hazırlanma aşamasında pek çok aday spor, sanat çalışmalarını, sosyal etkinliklerini noktalamak zorunda kalıyor. Pek çok yetenek, en verimli çağında geliştirilemeden  yok olup gidiyor. 

ÖSYM bu sınavları 40 yıldır uygulamakta. Bir zamanlar "güvenilirlik" sıralamasında en üst sıralardaydı. Sonra giderek değer kaybına uğradı. Umarız gene güvenilir sonuçlarla eski itibarına kavuşur. Gençler güven duymak, emin olmak istiyorlar. Belki yıllar sonra bu gençler de çocuklarına anlatacaklar: "Çalıştık, çabaladık, didindik, heyecan içinde zamanla yarıştık, elimizden geleni yaptık." Sınavdan kalan izler yıllar sonrasına uzanacak, etkileri yeni hayatlara mutluluk veya mutsuzluk tohumları ekecek.

Bir maraton biterken bir süre sonra, biraz daha farklı koşullarda bir yenisi başlayacak. LYS(Lisans Yerleştirme Sınavı) başvuruları 22-29 Nisan arasında. Adayların dallarına göre sınav: 16-17-23-24 Haziran tarihlerinde. Gencecik hayatlar işaretlenen seçeneklerle puanlanıyor ve gelecekteki hayatların yönü çiziliyor. Geçmişte iyi bir öğrenci olmanız bazen yetmiyor. Sınav anında ne yaptığınız, heyecanınızı nasıl yendiğiniz ya da yenik düştüğünüz önemli. 

Elbette hiçbir sınav kolay değil. Birey, hayat boyu sınavlarla test edileceğinin farkına varıyor sonradan. Yükseköğretime geçerken, meslek seçerken, işe girerken, eş seçerken, ana ya da baba olurken... O zaman 4 yanlışın 1 doğruyu götürmesi söz konusu olmayacaktır artık. Acaba hangi yanlışlar, hangi doğrular "farklı" hayatlarda mutluluk ya da mutsuzluğu belirleyecektir, bilinmez. Hayatın yoğun temposunda; kimler "başarılı", kimler "başarısız" sayılacak, "kazanan", "kazanamayan" hangi ölçütlerle açıklanacak, kimler ayaklarının üstünde sağlam yere basabilecek... Asıl önemli ve geçerli olan, "hayat sınavı" değil mi?





1 Nis 2013

SEVGİ HER YERDE...


İnsanın özünde sevgi ta anne karnında başlar. Annenin ruh hali elbette bebeğe de yansır. Anne ne kadar sevgi doluysa, çocuk da o kadar sevgiyle büyür, sevgi taşır çevresine. Sevgi iletken tel gibidir, dalga dalga yayılır. Sevgi dolu insan, güne başlarken şiir gibi "günaydın" der, "merhaba" derken enerji yayar. Sevgi güneş ışığı gibidir; varlığıyla ısıtır, aydınlatır, olumlu duyguları arttırır..

Sevginin, sevmenin yaşı yoktur. 7 yaşındaki çocuk da sevmekten söz edebilir; sonradan "ilk aşk" olarak anılacak sevdalar böyle yazılmaz mı? 70 yaşındaki bir dede de huzur evinde yeni bir aşka yelken açabilir. Belki sevgi ile aşkı da karıştırmamak gerekir; sevgi daha sağlam, daha masumdur. Sevginin kapsamı daha geniştir, daha çeşitlidir, daha kalıcıdır. Aşk bir tutkudur, aşk bencildir. Oysa sevgi paylaşımcıdır.

"Gerçek sevginin" yanında, yakınında, dostluk, insanlık, paylaşım, anlayış, nezaket, dürüstlük, doğruluk vardır. Ancak kin, öfke, düşmanlık, intikam, kötülük, iki yüzlülük yalancılık olamaz. Sevgi, yıllar geçse de "eskimeyen" evliliklerde eşler arasındaki bağdır. Sevgi gönül vermektir, inanmaktır, bağlanmaktır. Sevgi aynı yolu yürümeye hazır olmaktır, sabretmektir, korumaktır, kollamaktır. 

Sevgi kafa kafaya vermektir, yürekten yüreğe yol bulmaktır, paylaşmaktır... Sevmek: İnsanı, hayvanı, kuşları, çiçekleri, ağaçları, türküleri, şarkıları, sanatı, doğayı, gün doğumunu, gün batımını... Güzelliklerin farkında olan insan kendisiyle ve çevresiyle barışıktır. Olumlu şeylerin devamına katkıda bulunur. Doğada sevebileceğimiz ne çok şey var: Bazen en acıtıcı dikenler arasında tüm güzelliğiyle, ince yapraklarıyla açan bir kaktüs...


Bazen asırlık kemerlerin, kayaların arasında onca susuzluğa rağmen başını uzatabilen küçük bitkiler... Adeta tarihin arasından "Ben de buradayım, şimdiki zamandayım" der gibiler.


Soğukların ardından toprağın altından baş veren, incecik yapraklı, narin çiçekler... İnsana adeta mücadeleyi, daha iyiye gitmeyi, emek harcamayı simgeler.Kardelenler...


İnsanın dostlarıyla, sevdikleriyle paylaştığı sofralar. Sağlıklı ürünlerden oluşan bir kahvaltı sofrası günün en güzel öğünü değil midir? Evi "yuva" yapan, o evin mutfağından gelen güzel kokular değil midir?


Büyüklü küçüklü  güvercinlerin, sesler çıkararak yemlerini uyum içinde paylaşmaları nasıl da güzel bir tablodur. Hayranlık içinde, sevgi dolu bakışlarla izlersiniz. 


"Gerçek sevgi", anlamına, alanına, gücüne göre her yerdedir: Gönülde, yürekte, beyinde, kısaca insanın özündedir. Sevgiden uzaklaştıkça insanlığımızdan da uzaklaşıyor, giderek katılaşıyoruz.

Yazılışının üstünden yıllar geçse de, Cahit Sıtkı Tarancı'nın şiiri, duygularımıza nasıl da tercüman oluyor:

MEMLEKET İSTERİM

Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun.

Cahit Sıtkı TARANCI