GENCO ERKAL: TİYATRO DÜNYAMIZA ADINI ALTIN HARFLERLE YAZDIRMIŞ BİR BÜYÜK SANATÇIYI, HARİKA BİR BEYNİ, ÜSTÜN NİTELİKLERİ İLE BİR GÜZEL İNSANI KAYBETTİK.
SAHNE KAPANDI-IŞIKLAR KARARDI-OYUN BİTTİ.
GÖRKEMLİ, ULU BİR ÇINAR DAHA YER DEĞİŞTİRDİ.
SADECE SANAT DÜNYASI DEĞİL, TOPLUMUN HER KESİMİ; ÇOCUKLAR, GENÇLER, YETİŞKİNLER, YAŞ ALANLAR ; ÖRNEK BİR İNSANI, BİR ROL MODELİ DAHA YİTİRDİLER.
Bir zamanlar gençlik dönemimde ünlü tiyatro sanatçılarının rol aldığı ne güzel oyunlar izleme şansım oldu. Tiyatro sinemadan daha farklıgelir bana. Aynı sahneyi yeniden izleme şansınız olmasa da bir başka dünyada hissedersiniz kendinizi. Canlı performansta hayatın içinden insanları bazen maskeli, bazen maskesiz en doğal halleriyle izlersiniz. Ses tonları, duruşları, hayalleriyle capcanlı insanlar iki adım ötenizdedir. Sesinizi duyurabilir, göz teması kurabilirsiniz.
Aradan yıllar geçti... Devlet Tiyatroları eski kadrosunu kaybetti, sanata, sanatçıya verilen değer azaldı, özel tiyatrolar ekonomik nedenlerle birer ikişer perdelerini kapattılar. Okulların Tiyatro Kulüpleri vardı, onlar da artık çok etkin değiller. İyi ki bazı beldelerimizde ( Mersin -Arslanköy, İzmir- Bademler ) kadın tiyatro grupları var.
Cumartesi sabahı kızım: "Anne, bu akşam senin seveceğin bir tiyatro oyunu var, gitmek ister misin?" dediğinde "Tabii isterim" diye yanıtladım. Yıllar sonra bir tiyatro oyununu izlemek; Mutluyum elbette. Yüreğimde küçük kuşlar kanat çırpıyor. "Oyun nerede?" diyorum. Urla Dam' da diyerek yanıtlıyor sorumu. Urla Dam daha önce de kızımdan duyduğum restore edilerek sanatsal etkinliklere açık hale getirilmiş farklı bir mekan. İlk kez gidiyorum.
Biletimiz önceden alınmış, uzun bir kuyruğa giriyoruz, herkes birbirine saygılı. Sanata saygılı insanların davranışlarını gözlüyorum. Doğal bir ortamın içindeyiz, ağaçlar, bahçe... Ama hayır, haksızlık etmeyelim; Urla Dam başka bir yazının konusu olabilir. Bugün Nazan Kesal'ın günü, gecesi.
Oyun hakkında bilgi ediniyorum: "Yaralarım Aşktandır" tek kişilikbir oyun. Nazan Kesal İran'da Şah Rıza Pehlevi zamanında zor bir hayat yaşamış ünlü kadın şair Füruğ Ferruhzad'ı canlandıracak. Yönetmen Berfin Zenderlioğlu. Şebnem İşigüzel kaleme almış, müzik Burçak Çöllü, ışık ve dekor tasarımı Cem Yılmazer.
Açık havada bir anfitiyatrodayız , girerken oturma minderlerimizi alıyoruz. En ön sırada sandalyelerde oturan yaş almış insanlar var. Çok nazik bir bey bana da bir sandalye getiriyor. Oturma yerleri dopdolu. Ortada kocaman görkemli bir ağaç var. Karşımızda üstten büyük aydınlatıcılarla aydınlatılmış büyük bir sahne. Tepedegökyüzü ve yıldızlar... Böyle bir ortamda ilk kez bir oyun izleyeceğim.
Karanlık sahne bir anda loş ışıklarla aydınlanıyor; Çok sade, yalın bir dekor; Ortada dümdüz bir sedye, üstünde beyaz bir çarşaf, kenara atılmış bir çift topuklu kadın ayakkabısı, bir kova içinde su ve bez. Ve sedyenin üstünde bedeni saran kısa gecelik tipi yırtık bir giysiyle dikkat çekici bir kadın. Nazan Kesal bir oyuncu becerisiyle değil, tüm bedeniyle, sesiyle, duruşuyla, içinden kopup adeta boşalan duygularıyla, hüznüyle, acılarıyla, aşklarıyla karşımıza FüruğFerruhzad olarak çıkıyor.
Hiç abartmıyorum; sahnede tek bir kadın 70 dakika hiç ara vermeden seyircinin adeta beynine, yüreğine, tüm duygularına hükmediyor, benzer coğrafyalarda yaşayan kadınların temsilcisi olarak isyanlarını, ağıtlarını, şiirlerini, şarkılarını dile getiriyor. Ölmüş bir kadın ama mollalar tarafından yıkanması engelleniyor, bekletiliyor. Bu arada hayatına giren insanları düşünüyor: Çok genç yaşta evlendiği ilk eşini, çocuğunu, sevdiği insanı, cüzzamlı bir aileden evlat edindiği çocuğu...
Sahne hakimiyetini, sürekli değişen beden dilini, alçalan- yükselen ses tonunu, serçelerle, kargalarla birlikte çırpınışlarını, şiir tutkusunu, anneliğini adeta soluksuz izliyorsunuz. Sahnedeki su dolu kova ile kendini yıkıyor, kılıktan kılığa giriyor. Sadece bir kez giysi değiştiriyor. Kırmızı bir elbise, topuklu ayakkabılar, kahkahalar atan, dans eden, kıvrak oyunlar oynayan bir kadın rolünde trajediye kaçmadan pek çok kadının dramını sergiliyor.
Hiç ara vermeden gözlere, kulaklara, yüreklere sunulan bir şölen bu. Seyirciler ayakta , elleri kızarıncaya dek alkışlıyorlar, alkışlıyoruz. Oyundan sonra bir canlı söyleşi de var. FÜRUĞ'un ruhundan, kimliğinden sıyrılıp yeniden NAZAN olmak çok kolay olmasa gerek.
Sanal ortamdaki arkadaşlık, gerçek dünyadaki arkadaşlık ve dostluklardan farklı. Hiç tanımadığınız, özelliklerini çok da bilmediğiniz insanları tanıma çabasına girmek. Cesaret ister, güven ister, zaman ister. Çok emin olmadığım konularda kararsızlıklar, tereddütler yaşarım. Neyse ki hislerim beni çok yanıltmıyor.
Bir blog açma fikri önce, okumayı -yazmayı çok sevdiğimi bilen kızımdan gelmişti. Bizim kuşak biraz çekingen ve cesaretsizdir. (Ya da ben öyleyim, kimseye haksızlık yapmayayım. ) Sayfa planını, düzenlemeleri önce kızım yaptı. O ilk günün heyecanını nasıl unuturum. Üye sayıları ve yorumlar birer ikişer arttıkça nasıl da mutlu olurdum. Artık sayıları çok önemsemiyorum. Nicelikten çok nitelik önemli benim için. (Gene de; acaba kaç kişi okumuş, merak ediyorum doğrusu.)
Ama yorumları halâ çok önemsiyorum. Yorumlar bir geri bildirim. Bir fikir ve görüş alışverişi. Her yorum, zaman ayrılmış bir emek ürünü. Bir bakıma yazanı denetliyor, düşündürüyor, yönlendiriyor, yazıyı tamamlıyor. O yüzden başlangıçtan beri mutlaka yorumları tek tek yanıtlama ihtiyacı duyarım.
Bizler, şimdiki çocuk ve gençler gibi bilgisayarlara çok alışık olmayınca teknik konularda hep kendimi yetersiz hissettim. Mükemmeliyetçi değilim ama işimi doğru ve düzgün yapmak isterim. Yeterli olmadığım konularda bilgimi geliştirmeden hata yapmaktan çekinirim.
Bilgilerini geliştirerek cesaretle kendini yenileyenlere de hep hayranlık duyarım. Ama kimseden kolay kolay yardım isteyemem. İçtenlikle yardımda bulunanlara da minnet duyarım.
Bir zamanlar, Uçun Kuşlar bloğumun üst başlığında kuşların başı yarım gözüküyordu, Benim dikkatimi çekmeden "Değirmenimden Mektup Var" bloğundan Recep Altın arkadaşımız uyardı. Daha önce de bir başka zamanda yardımda bulunmuştu.
Bu kez "Kiremithanem" Blog sahibi arkadaşım yardımcı oldu. Bir öğretmen sabrı ve yaklaşımıyla, özenle, ustalıkla. "Keşke öğretmen olsaymışsınız " dedim içtenlikle.
Yıllar öncesinden öğrencimiz Çağrı Kılıç: "Öğretmenim size yardımcı olabildiğimde çok büyükmutluluk duyuyorum" diyenlerden. Teşekkür borçlu olduğum nice güzel yürekli insan var. Nasıl unuturum bu güzel, dostça yaklaşımları; Deeptone, Kaystros Tyrha, Maviye iz süren, Handan-Bir, Hüseyin Güzel, Momentos, İzler ve Yansımalar, Hikayelerdir Geriye Kalan, Güven'in yeri ve daha niceleri. Sade vardı, ayrıldı sanırım. Sıcacık , içten yorumlarıyla unutamadıklarımdan.
Blogda, hiç görmediğim, sesini duymadığım, nerede yaşadığını bile bilmediğim ama takdir ettiğim, düşünceleriyle, duruşuyla benimsediğim, sevdiğim ne çok insan var. Yazımı güncellerken çok isim geliyor aklıma. Öyle güzel yazılar, değerli insanlar var ki, yorum yazamadığımda üzülüyorum. İyi niyeti istismar etmeyenler, sınırları bilenler, kötü amaçlarla düşünmeyenler, kendini yenilemeyi hedefleyenler. Genç ya da yaş almış dostlar.
Tabii ki -her ortamda olduğu gibi- güzelliklerin arasında bazen olumsuzluklar da olacaktır. Amaçları farklı olanlar, insanları yanlış değerlendirenler, içtenliği farklı algılayanlar... İnsan bir süre sonra susuyor, uzaklaşıyor oralardan-onlardan. Elbette yaşam boyu hayal kırıklıklarımız, yanılgılarımız, pişmanlıklarımız da olacaktır. Hayat bir sınama-yanılma değil midir?
Blogda eski paylaşımlarıma bakıyorum: Ne çok paylaşım, ne çok yorum yapmışım. Yorum yaptıkça yorum geliyor tabii. "Gözden ırak- gönülden uzak olmak" deyişinin doğruluğunu kanıtlar gibi. Yeni arkadaşlardan çok severek izlediklerim olduğu gibi henüz tanıyamadıklarım var. İnsanız, yaşamın yoğunluğu, beklenmeyen rahatsızlıklar da iletişimde istemeden kesinti yaratıyor elbette. Karşılık beklemeden yorum yapanlara sonsuz teşekkürler.
Eski blog dostlarından unutamadıklarımız- yitirdiklerimiz var: Bir Öğretmen- Gülsen Varol. Harika yorumlarıyla hayranlık duyduğum bir insan, adeta bir insan sarrafı... Cihan'ın Bahçesi. Bir iyilik timsali, Mehmet Osman Çağlar- çok güzel şiirleriyle, yorumlarıyla tanıdığımız bir blogger. Kayıplarımızı rahmetle, özlemle anıyorum-anıyoruz. Işıklar içinde uyusunlar. "Söz Uçar Yazı Kalır." deyişinin en geçerli ve değerli kanıtları onlardan geriye kalan izler... Yıllar öncesi yazılmış yorumlarını bile silmeye kıyamıyorum...
Makbule ABALI- Eğitimci
27.07.2024
Ben dünyaya kin değil, sevgi paylaşmaya geldim. SOPHOKLES
2024 Notu: Bugün yeni bir paylaşım yapmadan önce eski bir yazımı paylaşmayı düşündüm. Sosyal Medyada sadece blogda yazıyor olmaktan çok mutlu ve huzurluyum.
Eminim bir gün; WhatsApp'da emek harcayarak gönderilmiş içten yorumları da blog sayfalarımıza aktarabilecek ve yanıt verebileceğiz. Sonsuz teşekkürler Blog Yöneticilerine. M.A
Bugün Dünya Beyin Günüolduğunu az önce her zamanki gibi merakla, sabırsızlıkla okuduğum yeni bir makalenizden öğrendim. Uzaklardan seslendiniz, elbette "Farkındalık" yaratmak için adeta kulaklarımıza fısıldadınız. Sesiniz yankılarla çok uzak yörelere ulaşacaktır eminim. Bedenimizde çok önemli iki ana organın işbirliği içinde sağlıklı bir işleyiş gerçekleştireceklerine inandım hep. Dünya Beyin Günü'nde "beyinişlerliği ölçüsünde" size kısa mesajlarla değil, alıştığım biçimde, bir mektupla "yürekten " seslenmeyi düşündüm.
Mersin'den İzmir-Urla'ya taşınalı iki yıl beş ay olmuş. Zamanın akışına ayak uydurmaya çalışıyoruz. İnsan yaşamında her değişim, yeni bir uyumu da zorunlu kılıyor. Çok iyi bilirsiniz; İnsanın ruhsal yapısıyla, akıl ve beden sağlığıyla ilgilenen uzmanlar belli yaşlardan sonra karşılaşılan engellerin insanın yaşam kalitesini düşürdüğünden söz ediyorlar. Son makalelerinizden birinde ne güzel bir deyişiniz var: "Beraber yaş aldık biz bu evlerde- yaş aldık ama düşkünleşmedik." Çok haklısınız, aydınlatılmış bir yoldadeneyimlerini zenginleştirerek, olgunlaşarak yol alan insanlar tökezleseler de kolay kolay düşmüyorlar, "düşkünleşmiyorlar."
Bloglarda adınızı görmek bizi öyle mutlu etti ki. Son gelişmelerle makalelerinizi okumak, bilgilenmek, kendimizi yenilemek, çok yönlü değerlendirmeler ve önerilerle güç kazanmak, hayata daha güçlü bağlarla tutunmak... Toplumda sadece yaş almış bireyler için değil, herkes için bu çabalar öyle yararlı ve eğitici bir kaynak ki, Bir başucu kitabı gibi zaman zaman dönüp tekrar okuyorum, okuyoruz, arkadaş ve dostlarımızla paylaşıyoruz. Her okuyuşta parçalardan bütüne yeniden ulaşıyor, bilgi dağarcığımızı yeniliyor, zenginleştiriyoruz.
Mersin Alzheimer Derneği'nin ilk kuruluş yıllarında görev almak, yapabildiğimiz ölçüde, gücümüz elverdiğince çalışmalara katılmak onur vericiydi, her türlü kimliğimizin ötesinde İNSAN olduğumuzun farkına varmaktı. Sizin önderliğinizde planlı çalışmalar yıllarcadevam etti, zamanla çok daha gelişerek kabul gördü, haklı bir itibar kazandı. Özlemle hatırlıyor, tüm ekibi takdirle, sevgiyle anıyorum: Alzheimer konusunda her yıl düzenlenen eğitici kamplar, üç ayda bir çıkarılan Bülten, Şiir ve Edebiyat söyleşileri, sanatsal etkinlikler, alanında yetkin kişilerle koro çalışmaları, , resim çalışmaları, fotoğraf kursu...
"Bir Tuğla da Sen Koy" sloganıyla başlatılan, çok büyük ses getiren Derneğe katkı çalışmaları, başlarımızda boneler, üstümüzde önlüklerle Yaşar Hanım'ın rehberliğinde görev aldığımız İmece Mutfak çalışmalarıyla anlam kazanan dostluklar... Unutamadım, siz de mutfağa iner, onca yoğun işlerinizin arasında katkıda bulunurdunuz. Yöresel bir yemek- Hıncal Mantı - tarifini sizden öğrenmiştik. Sıcak günlerde hazırlanan çok farklı doğal içecekler, limonatalar, narenciye reçelleri, emekle, sevgiyle tat kazanmış çeşitler...
Adeta kan bağı gibi güçlü bir "Gönül Bağı" ile sağlanmış beraberlikler oluşturdunuz. Halâ yeni bir haber aldığımda içim titrer, "Şimdi orada olmak vardı" derim. Yoga, Drama çalışmalarına katılabilseydim keşke. Ama inanın burada halâ Dernekle ilgili gönüllü çalışmalarımı devam ettirmeye çalışıyorum, anlatıyorum, blogda yazılar, şiir ve öyküler yazıyorum.
Dernek sekreterimiz sevgili Ayşegül'den kaç kez "Geriye Kalan2 Kitabımı sipariş ettim bilmiyorum. Bir iyi niyet elçisi gibi güler yüzü, özverili çalışmaları, nazik davranışları ile harika bir yardımcı. 24 saat telefonunu kapatmayan , kendi sağlığını ihmal ederek çok çalışan değerli , unutulmaz arkadaşım Neclâ Bal. Her an yardıma hazır bir teknik görevli gibi çalışkan bir dost- Şenay Hanım. Yakınım bir hastam için telefonla aradığımda en detaylı bilgilerle yardımcı olan bir genç görevli arkadaşım Berkin Hanım. Belleğimde öyle çok isim var ki, Kaynağını sizden aldıkları sonsuz enerji ile çalışan bir "Adsız Kahramanlar" grubu.
Alzheimer Hastalığının zor ve acı yanlarını bilen bir hasta yakını olarak bloğumda farklı zamanlarda (Amatörce) anılar, denemeler, öykü ve şiirler yazdım. Çok önemli saydığınız "Farkındalık ve hastalığı kabullenme" konularında birey olarak da toplum olarak da Sağlık çalışanlarına yapabildiğimiz ölçüde yardımcı olmamız gerektiğine inanıyorum. Bumektubu da Koruyucu Hekimlik, Halk ve Toplum Sağlığı konularında özveriyle, emek ve çaba harcayarak, inanarak çalışan sizin gibi güzel insanlara içten, yürekten gelen bir teşekkür , minnet ve vefa duygularımın aktarımı olarak sayın lütfen.
Eskilerin sık kullandıkları bazı Atasözlerimiz ve deyimlerimiz ne güzeldir. Uzun açıklamalara, kelime oyunlarına ihtiyaç duyurmaz. Ne söylemek istediğinizi bir çırpıda söylersiniz. Çoğu kısadır, nettir, düşündürür, yönlendirir. Bazısı bulmaca gibidir, anlamına ulaşmak için biraz kafa yormak gerekebilir.
"Tebdili mekânda ferahlık vardır. " Çocuklar ve gençler pek bilmeseler, kullanmasalar da, orta yaş ve üstü bireyler her zaman uygulayamasalar da kullanınca rahatlar ve mutlu olurlar. Bizim kuşak için mutluluk küçük ayrıntılarda gizlidir; kimimiz için bir piknik alanı-bir kır kahvesi, bir su başı , bir yayla aranan yer olabilirken bazılarımızın hayalleri bütçeleriyle doğru orantılı, olarak yurt dışı geziler, lüks oteller, büyük tatil köyleriyle buluşur. Elbette "İnsan hayal etiği müddetçe yaşar." O hayaller ki bazen insanı bulutların üstünde gezdirir, bazen de beklenmeyen durumlarda tepetaklak yere indirir!
Çok kısa bir süreliğine de olsa biraz rahatlamak için mekân değiştirmek günümüzde çok da kolay değil. Ekonomik koşullar tatilleri ihtiyaç olmaktan çıkardı, lükse dönüştürdü. Ancak bazen insan öyle zor günler yaşıyor ki gene sözler, deyimler kulaklarınızda çınlıyor; "...Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. " Günlerce sağlık için koşturan insanlar kısacık bir değişimi de özlüyorlar...
Hayatım boyunca çok kalabalık, gürültülü ortamlarda, tatil köylerinde tatil yapmaktan keyif almadım. Üst düzey harcamalar doğrultusunda belirlenen fiyatlar, büyük ve çok çeşitli porsiyonlarla alınan öğünler, israf edilen, atılan yiyecekler...
Yıllar önce Burdur'da görev yaparken yaz tatillerinde çocuklarla birlikte, arka ve üst bagaj dopdolu Anadol'umuzla çıktığımız çadırlı kamp yerlerinde kalmanın tadı bir başka olurdu. Uygun kamp yeri bulamazsak pansiyon veya apart otellerde kalırdık. Ege'nin güzel küçük kasabalarını öylece tanımıştık. Mersin'in güzelim ince kumlu plajları (Susanoğlu ) gibisini bulamasak da çamaşırlıkları, tertemiz tuvaletleri ile ne güzel yerlerde kaldık.
Marmaris, Çubucak, Küçük kargı Orman Kamplarını nasıl unuturuz. Zamanla insanların bedensel ve ruhsal durumları, farklı tatil arayışlarını da beraberinde getiriyor.
Ülkemizin ekonomik koşulları en üst dereceden emekliye ayrılmış olanlar için bile tatilleri düşlerde yaşatırken bu yıl üzücü sağlık problemleri zorunlu biçimde "Tebdili mekânda ferahlık vardır." sözünü zihnimizin bir köşesine yerleştirdi. Ama nereye, nasıl, ne zaman...?
Çözüm önerisi , kızımın öğretim görevlisi olarak birlikte çalıştıkları, birkaç kez birlikte çok uyumlu tatiller yaptıkları can dostu, nikâh şahidi sevgili Zeynep'ten geldi. "Ah yakın olsa, düz ayak olsa, çok sıcak olmasa... " dileklerimize Zeynep "Tam Makbule Teyze ile Ahmet Amcam için bir yer "diyerek açıklamalarını sürdürdü. Ailece 5 yıldır gittikleri ve çok memnun kaldıkları bir yer. Sevgili Zeynep bizim için en güvenilir kaynaklardandır, Bu bir kez daha kanıtlandı.
(Sezgi'nin okul arkadaşı sevgili Aslı ve tatlı kızı Begüm'ün de bu tatilde uzaklardan gelerek özlem gideren ziyaretlerini unutamayız.)
Karar vermemiz çabuk oldu. Gideceğimiz yer Bodrum yakınlarında Göltürkbükü'nde bir tesis. Kızım Sezgi yer ayırtma işlemini üstleniyor. Deneyimli bir iletişim ustası olan, tesiste yıllardır çalışan Resepsiyon şefi Mustafa Beyle görüşüp iki oda ayırtıyor. Temmuz Ayı içinde belirli bir süre fiyatlarda indirim uygulanıyor. 3-4-5 Temmuz bizler için olabilecek en uygun tarih.
Fazla hazırlığa gerek yok. Yıllardır sürdürdüğüm planlı liste yapma alışkanlığım devreye giriyor. Listenin en başında kullandığımız ilaçlar var. O sabah saat 6.00 'da uyanıyor yolluk olarak çocuklara bir poğaça pişiriyorum. Ne olur ne olmaz, yanına meyve, küçük tabak ve çatallar ekliyorum. Damadımız Can işi nedeniyle katılamayacak, arabayı Sezgi kullanacak. Eşim kızının kaptanlığına güveniyor, emin ellerdeyiz. Emniyet kemerlerinin öncelikle takılması ilk iş.
"Yolumuz üç saat kadar "deyince rahatlıyoruz. 40 yıl ustalıkla araba kullanmış eşim ön koltukta ben arkada , iki yanımda kocaman yastıklarıyla iki tatlı kız arasındayım. Aralarında yerleşme konusunda zaman zaman tatlı çatışmalar oluyor. Müzik, bulmacalar, çizgi filmler, küçük atıştırmalar... bazen yeterli olmayabiliyor, ihtiyaç molaları veriyoruz. Bu arada sevgili Zeynep sorumluluk almış vefalı bir dost kimliğiyle Mustafa Bey'i defalarca arayıp bizleri de bilgilendiriyor.
Beş buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Bodrum'a girmeden otelimize ulaşıyoruz. Yazın en sıcak günlerinden birinde; ağaçlar , çiçekler içinde serinletici bir mekân ve güler yüzlü insanlar... İlk anda "yorgunluğumuza değdi" dedirtebiliyor insana. Ve benim ilk sözüm. "Buraya bir kadın eli değmiş " oluyor. Otel bana bir zamanların bol ödüllü ünlü filmi "Selvi Boylum Al Yazmalım" ı çağrıştırıyor. Odalarda çok rahat çift kişilik ve tek kişilik ikişer yatak bulunuyor. Yatak takımları tertemiz Odaların önünde havuza bakan bir balkon ve ahşap bir masa, iki koltuk oturma grubu var. Odalarda klima, televizyon, mini buzdolabı, telefon ve intenet bağlantısı var.
Bir ikindi çayı içmek için bahçeye çıktığımızda çevremizi meraklı bakışlarla gözlemeye başlıyoruz-insanları değil elbette- doğayı, ağaçları, çiçekleri, düzeni... Ağaçların arasına asılmış kocaman düş kapanları dikkatimi çekiyor. El yapımı küçük objeler, kuşlar ağaçların arasında canlı gibi. Sanki çevredekiler eski dostlar: Selamlaşıyoruz, gülümsüyorlar. Tuhaf bir duyguya kapılıyorum; sanki bir el sevgi tohumları atmış buraya. Çocuk, genç, orta yaşlı, yaş almış her gruptan insan var. Gençler, sporcular, ayağı sargıda ya da koltuk değnekleriyle sahile inenler, pusette bebeler....
Çay içerken kurabiye servisi yapılıyor. Kızım Sezgi Zeynep'ten duymuş: "kurabiyeleri nefistir." Gerçekten çok farklı bir kurabiye bu; İki katlı, içi dolgulu, pudra şekerine bulanmış, ağızda dağılan farklı bir tat. Otelin sahiplerinden ( Patron demeye dilim varmıyor, öyle alçakgönüllü ki. ) Macide Hanım'ın her gün hazırlayıpbahçedeki taş fırında pişirdiği , içine çokça sevgi ve dostluk katılmış kurabiyeler... Bu kurabiyelerin tadını bilenler otelin bulunduğu koya teknelerle gelip yedikten sonra dönüyorlar.
Günün en güzel öğünü sabah kahvaltıları çok çeşitli, sağlıklı ürünlerden oluşmuş. Kendiniz alıyorsunuz ancak garsonlar her zaman yardıma hazırlar. Öğle ve akşam yemekleri seçmeli. Menüden seçiyorsunuz. Öğle yemeklerinde "günün menüsü" seçeneği de var. 3 çeşit daha uygun fiyatlarla sunuluyor. Akşamları sahildeki kumsalın üzerinde, ışıklandırılmış ağaçların altında daha romantik bir ortamda yemek yenebiliyor. Tesisin insana huzur veren bir yanı var.
Sadece bir akşam yemeğini dışarıda yiyoruz. Bizim gençlerin Binicilik Kursundan arkadaşları Zeynep ( Zeynep'ler hep mi arkadaş canlısı olur? ) öyle zeki, öyle sosyal, ayakları üzerinde yere sağlam basan bu harika genç kızın- çocuk dersem yanlış olur- önerisi ile yakında büyük , güzel bir lokantaya gidiyoruz. Akşamları en hafif öğünümüzdür her zaman. Zeynep "Benim ta çocukluğumu bilir " diyerek işletmeci ile, garson abileriyle konuşuyor, babasının selamlarını iletiyor. Çıkışta memnuniyet katsayımız doruklarda.
Doğa özenle korunmuş, ahşap tavanlardan açılan bölmelerden gökyüzüne yükselen ağaçlar var. 100 yaşında hatta 300 yıllık ağaçlar bulunuyor. Doğanın kıyıma uğramasına inat, anıt ağaçlar yüreklere su serpiyor. İlginçtir, bu sevgi ile korunan ortamdan diğer canlılar da payına düşeni almış sanki. Yola çıkarken bir çarpma sonucu dizimde morluk oluşmuştu. Lokanta bölümünde orada büyümüş bir köpek ( Paşa) ansızın geldi, başını usulca dizime dayayıp öylece birkaç dakika kaldı. Bir duygu alışverişi yaşadık...
Çocuklar tertemiz denizden doyasıya yararlandılar elbette. Güvenli, rahat bir ortamda özgürlüğün tadını çıkardılar. Denizi uzaktan seven ben ve göz rahatsızlığı nedeniyle eşim denize girmesek de ailece tanıştığımız güzel insanlarla keyifli anlar yaşadık, tanıştık, konuştuk. Sorumluluğunu bilen, işinin ehli, güler yüzlü, saygılı bir çalışanlar grubuyla mutlu olduk.
Üç günlük kısacık bir tatili bize, üç haftalık gibi kalıcı izler bırakarak yaşatan başta sevgili Macide Hanım'a (Elbette eşi Kemal Bey ve kardeşi Macit Bey'in manevi destekleriyle) ve her ortamda konuksever tesis personeline sonsuz teşekkürlerimizle.
Bazen düşünürüm; Hepimizin yaşamında belli kesişme noktaları var. Bazen bir yer, bir tarih, bir haber, bir insan, yaşantımızda büyük değişimler yaratıyor. Farklı adlarla değerlendiriyoruz bu durumu;
Rastlantı diyoruz, kader ya da şans diyoruz. Bu değişimler sonrası yollar ya yön değiştiriyor ya da kesişiyor. Asıl yaşam, o yollardan birinde duraksaması değil midir insanoğlunun?
Bu bir kısa öykü. Bir varoluş öyküsü. Yaşamdan bir kesit. Yapı taşları yıllar önce yerleştirilmiş, iyi bir temel oluşturmuş. Tamamı anlatılsa bir kitap olur belki. Bir dağ köyünde 14 yaşlarında bir erkek çocuk. İlkokulu aynı köyde bitireli 2 yıl olmuş. 5 erkek, 2 kız 7 kardeşler.
Babasına iş gücü lazım. O da dağlarda hayvan otlatıyor, tarlada ekin biçiyor, harman kaldırıyor. Ürettikleri ürünlerle geçimlerini sağlıyorlar.
Ancak anılarında unutamadığı bir gün var; tarlada toza toprağa bulanmışken babası yüzü asık bir şekilde gelir. Yazıyı göstererek "Sınavı kazanmışsın, okula çağırıyorlar" der. Birbirini çok seven iki kişide o an mutluluk-mutsuzluk çatışması yaşanmaktadır." Gitmek mi zor, kalmak mı " çelişkisidir bu. O yıllarda Mersin-Arslanköy arasında toplu taşıma araçları yoktur. Yol yürüyerek 24 saattir. Yolun yarısında mola verilir, ağaçların altında yatılır. Gecenin ayazı iliklerine işler. O yıllardaki çocuklarınen büyük hayali okumak, bir meslek sahibi olmak. Özellikle dağ köylerinde yaşayanlar için okumak, bir başka dünyaya adım atmaktır. Günümüzde Finlandiya'nın , bazı kuzey ülkelerinin hala örnek aldığı, fakültelerde tez konusu olan bir eğitim modelidir Köy Enstitüleri. İlkokuldan sonra 5 yıl. Okul öncesi ve okula girişte iki ayrı sınavdan geçiyorlar. O yıllarda kurulan 21 tane Köy Enstitüsü tarıma elverişli topraklar üzerinde inşa edilmiş. Okul inşaatlarında öğrenciler de çalışmış. Okulda tarıma dayalı uygulamalı iş eğitimi ve kültür dersleri verilmesi amaçlanmış. Haziran döneminde okulu bitirenler ilkokul öğretmeni olarak Temmuz-Ağustos aylarında göreve başlıyorlar. Köy Enstitülerinde genellikle büyük bir kütüphane, çeşitli enstrümanların bulunduğu bir müzik odası, çeşitli atölyeler bulunuyor. Öğrenciler yemeklerde okul bahçesinde yetiştirdikleri sebze ve meyveleri yiyorlar.
Her gün önce topluca sabah jimnastiği yapılıp ardından 45 dakika etüt saati uygulanır ve kahvaltıdan sonra derse girilirdi. Okula gelinceye kadar hiç kitap okumamış, eline müzik aleti almamış çocuklar için okul, bir gelişim ve değişim merkeziydi adeta. Yılda en az 25 kitap okuyorlar, mutlaka bir enstrüman çalmayı, klasik müzik dinlemeyi öğreniyorlar. Enstitülerde kazandırılan çok önemli bir başka özellik; Sormayı, sorgulamayı, eleştirmeyi, hak aramayı davranış olarak kazanıyorlar. Her cumartesi sabahı sorunları dile getirmek için toplantılar düzenleniyor. Bu toplantılara yöneticiler, ilgili öğretmenler, öğrenciler hatta bazen Bakanlık yetkilileri katılıyorlar. Öğrenciler rahatlıkla yöneticileri eleştirebiliyorlar. Anlattıkları dikkate alınıyor. Haklı oldukları konularda gerekli düzenlemeler yapılıyor. İlk bölümde okuma öyküsünü anlattığım eşim Ahmet Abalı, ilk iki yılına Antalya Aksu Köy Enstitüsü'nde başlamış. Enstitüler kapanınca okul, "Aksu İlk Öğretmen Okulu" adını almış. 5 yıllık eğitim 6 yıl olmuş. Kültür dersleri arttırılmış, tarım ve iş dersleri azaltılmış. Okulda gene yatılı öğrenci olarak devam etmişler. Okul bitince Diyarbakır Silvan İlçesine ilkokul öğretmeni olarak atanmış, 4 yıl orada görev yapmış. O yılların Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati, mezun olan her öğrenciye kutlama mektubu gönderirmiş. Köy Enstitülerinden çok donanımlı öğrenciler yetişmiş. Sonradan fakültelere girerek ortaokul ve lise öğretmeni, doktor, eczacı, mühendis, avukat, hakim olanlar var. Çok sayıda ünlü şair, yazar, sanatçı, Adalet Bakanlığında Yüksek Hakimler Kurulu üyesi olan var.
Eşim 8 yıl başarılı İlkokul Öğretmenliğinden sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü (Gazi Eğitim Fakültesi) sınavlarını kazanarak Pedagoji bölümünü bitiriyor, Eğitim Müfettişi oluyor. (27 yıl da müfettiş olarak çalışıyor.)
Yıllar sonra bir gün Ankara'da , geçmişte ilkokuldan mezun ettiği öğrencileriyle karşılaşıyor. Çoğu üniversite mezunu, bir meslek sahibi olmuştur. Yıllar öncesinden üstün görev anlayışıyla çalışan eğitimcilerin bir başarı belgesidir bu. İdealist öğretmenlerin ülkenin her yöresinde güzel işler yaptıklarının bir kanıtıdır. Köy enstitülerine ön yargıyla bakmamak lazım. Savaş sonrasının yoksul Türkiye'sinde adeta mucizeler gerçekleştirmişler. Türkiye koşullarına uygun bu eğitim-öğretim modeli keşke sürdürülebilseydi. Kayıplar değil, kazançlar gündeme gelirdi bugün. Bugün Köy Enstitülerinin 78. kuruluş yıl dönümü.
Yitirdiğimiz, keşke yaşatılabilseydi dediğimiz değerlerimizden biri. Uzun, taşlı yollardan, köylerden kentlere uzanan yollar. Bu yollardan geçerek bir meslek sahibi olmak, ülkesinin kalkınmasına katkıda bulunmak isteyen çocuk ve gençlere yardımcı olmak gerek...
Makbule ABALI
17. 04. 2018 Not:Blogda Köy Enstitüleriyle ilgili başka yazılar da var. Okumak isterseniz:
17 Nisan 2015 Bir zamanlar Köy Enstitüleri. 17 Nisan 2016 Orada Bir Köy var uzakta.
13 Temmuz 2024 notu: Yıllar öncesinden yıllar sonrasına...
Yarın 14 Temmuz. Kamuda görev yapma isteğindeki tüm adaylar yeni bir sınava katılacaklar. KPSS (Kamu Personeli Seçme Sınavı)
Tüm adaylara kendilerini, yeteneklerini kanıtlayabilecekleri başarılı bir sınav ve ardından adil bir Ölçme- Değerlendirme Sistemiyle yerleşecekleri görevler diliyoruz. Hak eden kazansın...
Hepimizin bir çocukluk hikâyesi vardır; İyi ya da kötü hatırlanan, olumlu ya da olumsuz izler bırakan, sonraki yılları, dönemleri etkileyen bir çocukluk tablosu... Uzmanlar, çocuk psikologları, pedagoglar, çocuklukta özellikle 7 yaşına kadar kazanılan davranış modellerinin sonraki yılları ve kişiliği büyük ölçüde etkilediğini söylüyorlar.
Çocuklara olan sevgim ve ilgim, alan ve meslek seçimimi de etkiledi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Pedagoji (Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık) Bölümünü bitirdikten sonra çocuklar ve gençlerle ilgili olarak çok çeşitli alanlarda çalıştım. Adana Rehberlik ve Araştırma Merkezi'nde uzman olarak zekâ ve kişilik testleri uygulamaları, zihinsel engelli çocuklar, üstün yetenekli çocuklar, anne-babalara, sınıf öğretmenlerine rehberlik alanlarında görev yaparken liselerde psikoloji ve felsefe derslerine girdim. Akdeniz Üniversitesine bağlı Burdur Eğitim Fakültesi'nde Öğretim Görevlisi olarak çalıştım. Emeklilik sonrası çağdaş bir Dershanede 10 yıl Rehber Öğretmen olarak çalıştım.
Blogda yer alan yazı, şiir, öykü ve denemeler çok severek, sorumluluğumu bilerek görev yaptığım o yıllardan geriye kalan anı ve birikimlerden oluşuyor. Bir eğitimcinin hayata bakışı, düşünce ve fikirleri olarak da değerlendirilebilir. Kendine, çevresine, öğrencilerine yetebilen iyi bir okur-yazar ve öğretmen olabilme kaygısı, yaşamımın her dönemine damgasını vurmuştur.
Her çocuğun ayrı bir dünya olduğuna içtenlikle inanıyorum. Öyle bir dünya ki; başlangıçta saf, duru, tertemiz. Yıllar geçerken yakın ve uzak çevresindeki her şey, her etkileşim onun kişiliğinin, karakterinin oluşmasına katkıda bulunuyor. Ünlü bir düşünür şöyle diyor: "Çocuklar donmamış beton gibidir. Üzerlerine ne düşse iz bırakır."
Çocuklarla görüşmelerimden unutulmaz cümleler kalmış belleğimde. Bazen gülümseyerek, bazen şaşırarak, kimi zaman hayranlıkla ya da umutla kimi zaman da hüzünle hatırlıyorum o tazecik beyinlerden, yüreklerden dökülen o sansürsüz, abartısız, içtenlikle dile getirilen sözcükleri:
"Ne çok yağmur yağdı anne. Yoksa Allah baba ağlıyor mu? "
" Küçücükkuşlar dağları, denizleri aşıp gidecekleri yolu nasıl buluyorlar? "
"Babamın omuzlarında gezinmeyi seviyorum. Ama annemin dizlerine yatıp uyumayı da çok seviyorum. Yumuşacık bir yastık gibi..."
"Oturma odasındaki yemyeşil halıda oynamayı çok seviyorum. Sanki parktaki çimenler gibi. "
"Güneş akşamları evine mi gidiyor abla? "
"Bütün öğretmenlerin uzun upuzun sopası var mıdır? "
" Ay dedenin torunu nerede yaşar...? "
Çocuklar keşke yetişkin olunca da merak etseler, sorsalar, cevap arasalar... 23 Nisanlarda çocuklar büyüklerin koltuklarına oturup sorular sormaya başlayınca herkes gülerek izliyor. Oysa benzer soruları yetişkinler sormaya başlayınca neden yüzler asılıyor...? Giderek suskun ve sormayan, sorgulamayan bir toplum oluşumuzun temel nedenlerinden biri bu olabilir mi acaba?
"Çocukla çocuk olabilmek" ne güzel bir deyiştir. Onu ciddiye almak, adam yerine koymak, kendine özgü (eskilerin deyişiyle nevi şahsına münhasır ) bir varlık olduğunu unutmamak. "Çocuklarla konuşurken onların hizasında olmaya özen göstermek." İçtenlikle katıldığım bir düşüncedir.
Bu toplum; insanı aşağılamayı, hor görmeyi, karşısındakiyle alay etmeyi, yok saymayı, yüz yüze değil arkadan konuşmayı, vefasızlığı, yalan söylemeyi vb. davranışları ne zaman benimsedi? Masum çocuklara, geleceğin yetişkinlerine bu davranış kalıplarını nasıl aktardı?
Toplumbilimciler, davranış bilimciler, eğitimciler, sanatçılar, İNSAN'ı anlamaya tanımaya yönelmiş her meslekten kişiler bu konuda fikir üretip inceliyorlardır herhalde! Yoksa bir zamanların ünlü deyişi gibi:" Bana sual sorma, cevap müşküldür, her sırrı ben sana açamam hocam..." diyenler mi çoğaldı...?
Ünlü kişilerin hayat hikâyelerini okuyup, geçmişte nasıl bir çocukluk dönemi yaşadıklarını öğrendikçe pek çok şeyi daha iyi anlıyor, aydınlanıyoruz elbette. Çocukların dünyasını lütfen karartmayalım, onları yaşam boyu karanlığa, güvensizliğe, maskeli kılıklara, farklı kimlik ve kişiliklere sürüklemeyelim. Yaşanmış ama yok sayılmış, unutulmaya çalışılmış her travma, geleceğin sorunlu bireylerini ve karmaşık toplumlarını yaratıyor.
Uluslararası alanda çocuklarla ilgili çalışmalar, araştırmalar yapan, yardım sağlayan ciddi kurum ve kuruluşlar da var. UNİCEF (Uluslararası Çocuklara Yardım Fonu) yıllardır başarılı çalışmalar sergiliyor. Unicef2in Türkiye iyi niyet temsilcileri: Yazar Ayşe Kulin, sinema ve tiyatro oyuncusu Ali Poyrazoğlu, Bilkent Senfoni Orkestrası, Devlet Sanatçısı Piyanist Gülsin Onay, Piyanist Duo Ferhan ve Ferzan Önder, Müzisyen Ferhat Göçer, Sinema-dizi oyuncusu Kıvanç Tatlıtuğ, Tiyatro sanatçısı Müjdat Gezen. Gazeteci, TV yapımcısı Tayfun Talipoğlu, flüt virtiözü Şefika Kutluer, Sinema oyuncusu Türkân Şoray, Sinema ve dizi oyuncusu Tuba Büyüküstün, Tiyatro ve Devlet sanatçısı Yıldız Kenter.
** Bu yazıyı BCP(Blogları Canlandırma Projesi) kapsamında yazdım. Haziran Ayı temaları "Korku, polisiye, gezi ve çocuk" idi. Ben ÇOCUK konusunu seçtim. Çocuklar söz konusu olunca yazılacak öyle çok şey var ki. Yıllardır onlarla ilgili görüş ve düşüncelerimi, gözlemlerimi içimden geldiği gibi aktarmaya çalıştım. Pek çoğu blog paylaşımlarım arasında yer aldı. Yazımı bitirirken yıllar önce yazdığım bir şiirimi eklemek isterim.