Bu Blogda Ara

29 Nis 2015

KISACIK BİR ÖYKÜ...



Ablam benim her şeyimi bilir. Her şeyimi anlatırım ona. Başkasına anlatmaz, bilirim. En özel konularda bile sırdaşımdır, çok güvenirim. İki gün önce bana "Artık sen de genç kız sayılırsın" dedi. Utandım, bir şey diyemedim. Ben kendimi zaten büyümüş sayıyorum. Arkadaşlarımla konuşuyorum. Onlar benden daha çok şey biliyorlar. Kitaplardan, filmlerden öğrenmişler. Ben sinemaya da gitmiyorum ki. Babam izin vermez. 

Elinden gelse babam beni okula bile göndermeyecek. Her dönem takdir getiriyorum da ses çıkarmıyor. Ablam benden iki yaş büyük. O'na daha çok karışıyor. Babama göre ablamın evlenme yaşı gelmiş. Annemle anlaşmışlar sanki. Annem de diyor ki; "Erken kalkan yol alır, erken evlenen döl alır." Ablama soracam, bunun anlamını açıklasın, o bilir mutlaka.

Ablam 18 yaşından önce imkansız evlenmez. Hem o sevmediği biriyle asla evlenmez. Önce konuşmak, tanışmak ister. Ablam evliliği ciddiye alır. Yeni bir hayat, yeni akrabalar, eve alınacak eşyalar, çeyiz hazırlığı... Neyse ki ablam yemek yapmasını bilir. Ben onu da bilmem. Ama henüz evlenen yok ki.

Ablamla ben bazen "evlilik oyunu" diye hayal kurarız. 
Ben nasıl bir koca isterim, o nasıl ister? Hayal eder, güler, konuşuruz. Sadece ikimiz... Başka kimse duymaz, annem babam uyur zaten.
Ben küçük bahçeli, küçücük bir evim olsun isterdim. Bahçesinde sebze yetiştirirdim. Pencerelerinde renkli saksı çiçekleri. Evde mutlaka taze çiçek olmalı, kuru değil. Kuru çiçeği hiç sevmem ben. Cansız, anlamsız gelir bana...

Ben bana kötü davranan biriyle mümkün değil evlenemem. Evlilikte şiddet olmamalı. Dayak, kaba kuvvet olmamalı. Ablam da öyle bir evlilik yapamaz. Babam da evde çok bağırır ama tanıdığım çoğu erkek öyle. Annem alışmış herhalde, çünkü onun babası da çok bağırırmış. Ama ablamla ben bağırtıya, yüksek sese dayanamayız. Gök gürültüsü, şimşek bile korkutur beni. Havai fişekler atılınca bile kulağımı tıkayıp seyrederim. Görüntüsüne bayılırım ama sesinden ürkerim. 

Evleneceğim adam da yüksek sesle, dayakla beni sindirmeyecek. Silahı güç gibi görmeyecek. İnsan gibi konuşacak benimle. Ah bir de sigara içmeyecek. Ben de nasıl severim onu o zaman. Kim bilir kaç yıl sonra evlenirim ben...? Sırayla, önce ablam... O da hemen evlenmesin isterim. Ben kime anlatacağım sıkıntılarımı, sonra kim beni dinleyecek, kim sırdaşım olacak...? 

------------------------------------
Gideli iki yıl oldu... Nasıl dayandım, ben bilirim. "Aşık oldum" dedi. Hayallerine giriyormuş, çok yakışıklıymış. Önce hiç konuşmadık. Evden kaçtığı için annem-babam da affetmediler. Bir gün feci bir dayak sonrası eve geldi. Kimse reddetmedi. Ama yakışıklı zorba kocası bunu sindiremedi. Ablamı almaya geldi.
Alamadan ablam mezara, o ceza evine gitti. 
Çok ağladım, çok acı çektim. "Abla" gibi ablaydı ablam. Ama zamansız evlendi. Aşık olduğunu sandı, oysa bence   hiç sevmedi. Sevildiğini sandı. Zamansız evlendi. Kısa yaşadı. Erken öldü...
O hayatından vazgeçti, ben hayallerimden... 

Makbule ABALI 
Öykü- 2015





25 Nis 2015

İÇERİDEKİ KÜÇÜK KONUK...




"Beni buraya ilk getirdiklerinde çok korktum. Tam karşımda şişman bir teyze; Kırmızı şapkalı kızın masaldaki anneannesi  sanki. Gözünde kocaman gözlükleri, boynunda tülbenti.  Ama sonra kötü kalpli olmadığını anladım. Sanki bütün masal kahramanları oradaydı. Sonra hepsi arkadaşım oldu." 

"Annemle beraber içeride 8 kişi vardı. Bir de ben 8.5 onlar beni yarım sayıyorlardı. Onlara göre ben konuk, onlar ev sahibi... Hepsi beni çok seviyordu. Öğleden sonraları ben okuluma-kreşe gidip gene dönüyordum."

"Ben neden buradayım" diye soruyordum kendi kendime. Çünkü annem burada. O neredeyse ben de orada. Annem bensiz yapamaz. Mahalledeki arkadaşlarım: "Sen ne suç işledin ki içeridesin?" diyorlar. Ben suçlu değilim. Ben sadece annesine düşkün bir çocuk. O uğursuz gün olmasaydı-annem öyle diyor- ikimiz de burada olmayacaktık..."

"Komşuların bile duyduğu büyük kavga, babamın anneme vurması, benim bağırmam, ağlamam ve annemin masanın üstündeki büyük bıçağı kapması... Her şey bir anda oldu. Hastanede gözümü açtım önce...Sonra tutuk evindeydik."  

"Burada gündüzler geçiyordu da geceler uzundu. Annem sık sık bağırarak uyanırdı. Diğerlerinden konuşanlar, sayıklayanlar olurdu. Bazen sessiz sessiz ağlayanları duyardım, bazen de fotoğraflara bakıp iç çekenleri. Sabah olunca sevinirdim. Bebeğim hep yanımdaydı. Onunla konuşurdum en çok. Günleri sayardık. Çıkınca neler yapacağımızı anlatırdım ona. Sanki o da sevinirdi, ya da bana öyle gelirdi."

"Mahalledeki arkadaşlarımla oynamayı çok özledim. Salıncak,kaydırak, bisiklet... Sayı saymayı ben burada öğrendim.  Herkes gün sayıyordu; Bir gün geçti, bir çizgi, bir gün daha- bir çizgi daha... 6. yaş doğum günümü burada kutladık. İçerideki en genç abla-Yeter Abla- bisküvilerden bir pasta yaptı. "Sıla bir dilek tut" dediler." Annem hep mutlu olsun dedim . Başka ne dileğim olur ki?" 

"Dışarıda bahar var. Kuş sesleri, kokular baharı müjdeliyor. Ama ben içeriden değil de, annemin elinden tutarak onları dışarıdan izlemek isterdim. Kuşlara yem verirdik. Kırda piknik yapıp çiçek toplardım. İçeride oyun gibi yapıyorum, oynuyorum ama içerisi dışarısı gibi değil ki... Dışarıda güneş var, içerisi yarı aydınlık. Mağara gibi sanki..."

"Pencereden ta uzaklarda bir nehir görülüyor. Nehirde kuşlar... Keşke bir sal veya sandal olsa o nehirde. Akıp gitsem çok uzaklara. Annem beni bulmaya gelir nasıl olsa. Gelir değil mi? Nehrin üzerinde bir tahta köprü olsa , karşıya geçsem yavaş yavaş. Çimenlere bassam, yemyeşil çimenlere... Sonra o çimenlerde koşsam... koşsam...yorulsam, uzansam upuzun.  Gökyüzünde güneş ısıtsa beni, sarsa, kucaklasa annem gibi...
Gözümü kırpsam ona, el sallasam eski bir arkadaşım gibi..."









"Tüm çocukların daha iyi koşullarda yaşaması dileğiyle...)


23 Nis 2015

BİR ÇOCUK GİBİ...



Bir Bayram Günüydü;
Çocukluklarını özlediler,
Huzur evinde kalan yaşlılar.
Bir günlüğüne çocuk olmaya karar verdiler
80 yaştan 70 yaştan 9-10 yaşına kadar geriye...
Bastonları hayali at oldu,
Yürüteçler kay kay,
Tekerlekli sandalyeleri, 
Üç tekerlekli bisiklet.
Yaşlı çocuklar kahkahalar attılar,
Güldüler, eğlendiler, gezdiler.
Bir çocuk gibi...
Balonlar uçurdular, şarkılar söylediler. 
Çocuklar arkadaşları, konukları oldu,
Yaşlılar geçmişi andılar, bir çocuk gibi...
Çocuklar ise geleceğe koştular,
Anneanne, dede oldular. 
Koştular uzun koşuda en hızlı yarışçı gibi.
Toplar, balonlar, küçük bayraklar ellerde.
Çocuklar coştu, yaşlılar duygulandı,
Geçmişle gelecek birbiriyle buluştu,
Bayram gibi bir gün yaşandı...






(Tüm çocukların ve kendini "çocuk" coşkusunda hissedenlerin
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun. )

21 Nis 2015

BİR KİTAP TANITIMI: GÖÇEBE ŞEHRİN EFENDİSİ



Hamiyet Akan'ı önce sanal alemden, bloğundan tanıdım. Şiir yazmaktaki hızı dikkatimi çekti. Her gün veya günaşırı şiir yazıyor, yayınlıyordu. Sonra kitabının arkasındaki gülümseyen yüzünü, ışıl ışıl bakan gözlerini fark ettim. Aynı zamanda muzip bir bakıştı bu. 
İzleyici yorumlarına verdiği cevaplarda içten ve dobra dobraydı. Duygularını ustaca dışa vuran bir insandı. 

Kitabı alalı uzun bir zaman oldu. Şiir kitaplarını baştan sona roman gibi okuyamıyorum ben. Bölüm bölüm okuyor, notlar alarak işaretliyor ve geriye dönüşler yaparak tekrar okuyorum. Daha zevkli oluyor. Şiir dolu bir dünyadan da uzaklaşmamış oluyorsunuz. Hamiyet Akan bir kadın şair duyarlılığıyla yazmış şiirlerini.

 O'nun penceresinden dünyaya baktığınızda öncelikle yoğun sevgi görüyorsunuz. Şiirlerinde özlem de var, sitem de, umut da var, endişe de. Hayatın hemen hemen her haline dokunmuş. Ama hemen her şiirinde buram buram dile getirilen bir aşk, bir sevda, bir tutku var. Kitabın adı nereden geliyor diye düşünmüştüm önce. Kitabı okurken bir aşk şiirinde bu sorum cevabını buldu:
"Bedenimin göçebe şehrinde,
Efendilik yapıyor ellerin.
Koşuyor dur durak bilmeden
Kıyı köşe demeden..."

Şiirlerde sade bir dil kullanılmış, rahatlıkla okunuyor. Bazı şiirlerde bir veya birkaç dizeye bir felsefe sığdırılmış. Okuyor ve düşünüyorsunuz:
Çöpçatan (S-63-)

"Nefesim buz tutarken yalnızlık sokağında,
Sensizliğe çöpçatanlık ediyordu hayat.
Ve ne kadar uğraşırsa uğraşsın, 
Sensizlik hep bana bir beden büyük geliyordu." 
-----------------
Kardelen (son 4 dize) 

"Ne yaralarımı bilirsiniz.
Ne de üşüyen ellerimi.
Ben karlar altından,
Güneşe merhaba diyen
Kardelen gibiyim."
-----------------
Hamiyet Hanım şiirlerini bir kadın titizliğiyle ince ince işlemiş adeta; Bazen doğaya bir elma çekirdeğiyle küçük bir dokunuş Düşüş (S-167), bazen sevdiğine çığlık gibi bir sitem-"Şehrin göbeğinde, dağ başı yalnızlığı benimkisi" , ve bazen dile getirilen büyük bir sıkıntı...

Mengene ( S-71-)
"Özlemin mengenesinde yüreğim, 
Ne nefesim yetiyor ne sesim. Sıkıştırılmış bir suskunluk bu. 
Kol geziyor dört yanımda benliğimin yokluğu. 
Bin bir parça puzzle gibiyim. 
Ben dediğim parçam kayıp."
----------------------

Kitabının arka kapağında şiirle bağlantısını anlatırken şöyle diyordu Hamiyet Akan arkadaşımız: "Yaşadıkça yazıyorum, yazdıkça nefes alıyorum." Bu derin nefes daha uzun yıllar hep aynı düzende sürsün ve ritmi hiç bozulmasın diliyorum. 




17 Nis 2015

BİR ZAMANLAR KÖY ENSTİTÜLERİ...



Köy Enstitüleri 20. yüzyılın gerçek bir eğitim öyküsü. Bu yıl 75. kuruluş yıl dönümü. Biz sürdürememişiz, vazgeçmişiz  ama dış ülkelerde hala inceleyen üniversite bölümleri, uygulamaya çalışan eğitim birimleri var. Yoksulluk yıllarında, zor günlerde çok büyük işler başarılmış. Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda okuma yazma oranı %5 bile değilken  21 tane Köy Enstitüsü öğrencilerle birlikte inşa edilmiş. Modern ve ilmi tarım teknikleri uygulanmış. Kendisi üreten, kendisi tüketen, tasarrufa önem veren bir kuşak yetiştirilmiş. O yılların Milli Eğitim Bakanı, adı hala unutulmayan Hasan Ali Yücel. Bir efsane gibi sevilip sayılırmış...
1940-46 yılları arasında Köy Enstitülerinde  750.000 fidan dikilmiş. 

Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü mezunu bir emekli öğretmeni ziyaret ettim birkaç gün önce. Konuşurken saygı ve hayranlık karışımı bir duygu duyuyorsunuz. "Keşke hep konuşsa, hep anlatsa" diyorsunuz. "Ah Köy Enstitüleri neden kapatılmış" diye hayıflanıyorsunuz. Zamanı geriye almak, yapılan güzellikleri herkese göstermek arzusunu duyuyorsunuz. 
Nezihe Öğretmen'in , bir Çalıkuşunun gerçek öyküsünü o yüzden anlatmak istedim. Bu idealist öğretmenlerimizin sayısını çoğaltabilseydik şu anda ülkemizin eğitim-öğretim tablosu daha farklı olmaz mıydı diye düşündüm. İçim cız etti...


O'nu birkaç yıl önce tanıdım. O zamandan beri çekiminden kurtulamadım. Üstünde her zaman sade bir giysi vardı. Bir etek-bluz, dikkat çekmeyen bir kolye, çok kısa topuklu ayakkabılar. Gümüş rengi saçlar arkaya özenle taranmış. Sadelik içinde şıklık ancak böyle yakalanabilirdi. Yüzünde hep sıcak bir gülümseme. Sanki her an kucaklamaya hazır bir anne kucağı gibi.... Yüzündeki derin çizgiler yılların birikimi belki de. İzleri yıllar öncesine uzanan bir deneyimler kümesi adeta.



Nezihe Hamarat Çilingiroğlu eski bir Köy Enstitüsü Mezunu.  Adeta o yıllardaki  eğitim çalışmalarının canlı bir abidesi.Bugün 84 yaşında. Günde 2 gazete okuyor, televizyonda haberleri  izliyor, ülke sorunlarıyla ilgileniyor. Eğitim- öğretimdeki aksaklıklara çok üzülüyor. Nezihe Teyze (Biz ona öyle hitap ediyoruz.) yakın bir dostumuzun annesi. Saatlerce otursanız sıkılmayacağınız bir insan. Yaşını hiç göstermiyor: Hafızası çok güçlü, geçmiş yılları çok güzel aktarıyor. Yaşadığı günler, anılar belki de onu böylesine dinç tutan...

Onu yormadan sorular sormaya çalışıyorum; Bıkmadan, usanmadan cevaplar veriyor. Anlattıklarını hayalimde canlandırarak yazmaya çalışıyorum. Karşımda bir canlı tarih var. 
"Hiç unutmam, yıl 1943, günlerden 1 Nisan." Şaka gibi diyorum, gülüyor, "Güzel bir şaka" diyor.  Ve anlatmaya devam ediyor:
"İlkokul son sınıfta çok başarılı bir öğrenciydim. Babamı kaybetmiştim. Öğretmenlerim tarafından seçilince bir öğretmen eşliğinde yola çıktım. Henüz 11 yaşındaydım.

Tosya'dan bir kamyonla pirinç çuvalları üzerinde bir yolculuk. Kastamonu Gölköy'e uzanan zorlu bir yol. O yıllar yokluk yılları. 
Çok rahat bir yolculuk olmasa da, öğretmenliğe uzanan umut yoludur bu. Yolun sonunda aydınlanma- ışık vardır. Yeni bir Çalıkuşu, yüreği pır pır ailesinden ayrılmış, öğretmen olmak üzere yeni okuluna gitmektedir. Aynı arabada okulun kıdemli öğretmenlerinden Osman Bozok vardır. 

Nezihe Öğretmen o anı hala o günkü heyecanla anlatıyor: "Osman Öğretmen yol boyunca bana soru sordu. Annemi, babamı, neden öğretmen olmak istediğimi, en çok hangi dersleri sevdiğimi... Benden önce okula gidip anne hasretine dayanamayınca tekrar köyüne dönen bir kız arkadaşım vardı. Ben öyle olmayacaktım.
Okulumuzda 100'ü kız, 1000 öğrenci vardı. Her gün sabah sporu yapardık. Her şeyi kendimiz üretirdik. Buğdayı eker, ekmeğimizi fırınlarda pişirirdik. Sabah sporundan sonra kahvaltıda kendi pişirdiğimiz ekmeği yerdik. Trikotaj atölyesinde giysilerimizi örer, dikiş atölyesinde dikerdik. Meyvemizi, sebzemizi okul bahçesinde yetiştirirdik. Okul inşaatında çalıştık, tezek kullanmayı öğrendik."

O yıllara yeniden dönmek, o günleri tekrar hayal etmek...Sesi hafif titreyerek anlatıyor Nezihe Öğretmen: " Teorik derslerimiz vardı, sınıflarda olurduk. Uygulamalı derslerimizi atölyelerde veya bahçede yapardık. Tarım dersleri, arıcılık, sağlıkçılık, terzilik, balıkçılık bilgileri verilirdi.Öğretmen olduğumuzda gittiğimiz köylerde bu bilgileri kullandık.
Yılda en az 25 kitap okurduk. Dünya klasiklerinden oyunlar sergilenirdi. Farklı şubelerde İngilizce, Fransızca, Almanca Dilleri görülürdü. Fransızca çok revaçtaydı, İngilizce çok istenmezdi. Hepimiz okuldan bir müzik aleti çalmayı öğrenerek mezun olduk. Ben mandolin çalardım. Daha önceleri hiç elime almamıştım.
Okul 5 yıldı. Yılda sadece 40 gün tatil yapardık. Ulaşım şimdiki kadar rahat değildi. Okula haftada bir gelen bir posta arabası vardı. Bir de faytonlar ve at arabaları..."

Biraz çekinerek başkaları adına soruyorum:" O yıllarda kızlarla erkeklerin birlikte okuması yanlış anlamalara neden olur muydu?" Nezihe Öğretmen içtenlikle sorumu cevaplıyor: "Okul Müdürümüz kesinlikle olumsuz davranışlara izin vermezdi. Zaten erkekler kızlara çok saygılıydı. Bir sınıfta 60-70 erkek öğrenci, 5-6 kız öğrenci olurdu. Yemekhane ve yatakhaneler ayrıydı. Müdürümüz, "okul bitip diplomalarınızı aldığınızda hayat arkadaşınızı seçebilirsiniz" derdi. Okul bitince son sınıftakilerden ailelerinin onayıyla okulda nişanı yapılanlar oldu. "

Nezihe Öğretmen kışın 3 ay İstanbul'da yaşıyor. İşlerini  kendi  kendine halledebiliyor. Yazın Ege Yöresindeki yazlığında bahçe ve ağaç bakımını yapıyor. Mandalina, portakal, nar, ayva yetiştiriyor. Okuldaki tarım derslerinin ona kazandırdığı bir beceri bu. Genellikle baharda kızı ve damadıyla birlikte Mersin'de oluyor. Çok iyi bir insan, çok içten bir dost. Evde gününü en iyi şekilde değerlendiriyor.

İnanıyorum ki eski Köy Enstitüsü mezunları bugünün çok değerli, saygın insanları. Çok güzel işler başarmış, ülkesini seven, idealist, güzel insanlar. Ne yazık, onların değerini bilemedik. İnsan gücümüzü, eğitim sermayemizi hoyratça kullandık. Yapmak zor, yıkmak kolaydı. Onu başardık...



Not: İlk resim Internetten.





11 Nis 2015

BİR KİTAP TANITIMI-MAVİ MISRALAR...



Şiirin dünyamızı zenginleştirdiğine, renklendirdiğine inananlardanım. Şiir ruh sağlığımızı dengeliyor, iç dünyamızı dinlendiriyor. Blog arkadaşlarımızdan Mehmet Osman Çağlar "Mavi Mısralar" adlı kitabında adeta insanı mavi sakin bir denizde uzun bir deniz yolculuğuna çıkarıyor. Bu sakin deniz yolculuğunda zaman zaman fırtınalar da yaşanıyor elbette. Farklı limanlara uğrayıp hayatın farklı yönlerini tanıyoruz. 

"Neden Mavi Mısralar"?... sorusunun cevabını kitabının ilk sayfalarında şöyle açıklıyor Mehmet Osman Çağlar: "Benim gibi 1968 ile 1978 yılları arasında gençliğini yaşamış bir kuşak vardır. Onlar akvaryumda dönüp dolaşıp açık denizi seyrederken devamlı cama çarpan, aynı sularda kalıp okyanusa açılamayan balıklar gibidir ama arayışları hiç bitmez. Ne tam 68'li ne tam 78'lidir. Devrimlerini, aşklarını, sevdalarını sanki okyanusun ortasında fırtınaya yakalanmış gibi, her şeye geç kalmış, birçok işe el atıp mükemmeli yakalamaya çalışırken hep geç kalmış, arada sıkışmış, yitik bir kuşak...

Bu bir şiir kitabı. Ama içinde düz yazıyla yazılmış şiir akıcılığında  bölümler de var. Bir deniz yolculuğunda bir limana uğramış ya da bir mola vermiş gibi... Sayfa-13 "Bu şehirde de insanlar özgür değiller, bilmiyorlar ama kalabalıklar içinde çok yalnızlar ve sevgiye ihtiyaç duyuyorlar.... Sadece yaşamaya çalışıyorlar sessizce ve suçluca... Acemi sahte gülüşler..."

Mehmet Bey'in şiirlerinde sevgi ve özlem de var, Deniz Gezmişler'in dramı da, çocukluk hayalleri de. Kitabı okurken bazı şiirleri yeniden okuma ihtiyacı duydum ben. O anda şiirin anlaşılmayışından değil, beğenilen bir şiirin tadına daha iyi varabilmek için. Kitapta birçok şiirde kendinizi bulabilirsiniz. Bir yolculuğu düşleyerek kendinizi hayatın gerçekleri içinde bulabilirsiniz. Ama eminim zevk alarak okuyacaksınız.

Ben kitapta en çok "Oğluma" adlı şiiri sevdim. Uzun bir şiir, bir bölümünü aktarmak isterim:
Oğluma
"Artık büyüdüm ve bir kadınla hayatı
paylaşmak istiyorum diyorsan eğer
önce kendine dürüst olmalısın.
Ne aradığını bilerek,
kendinle birlikte onu iyi tanıyıp
ondan sonra yola çıkmalısın.
Çok hassas olduklarını öğrenmeli, kırmamalısın.
Kırılan bir pırlanta iyi bir usta elinde işlense de 
yansıması artık eskisi gibi olmaz,
bunu çok iyi bilmelisin."
-----------------------
Kitabın son şiiri: "Tek Perde" den birkaç dize:

"Yaşamdan sakladıkça kendini, 
Gelir bulur seni hep aynı replikler.
Seyircilerin arasına dalıp
Bu tek kişilik oyunda
Ezberini tek başına kuracaksın."
--------------------------

Kitabın sayfaları arasında mavi bir yolculuğa çıkmışcasına hızla ilerliyor ve "akvaryumdaki balıklar okyanusa açılmışlar" diye düşünüyorsunuz. Demir attığınız son limanda gözünüzün önünde uçsuz bucaksız bir deniz, zihninizde hayatın akışı içinde insana dair pek çok konu. Uzun bir yolculuğun sonunda belleğinizde yüzlerce mavi mısra, ardınızda bir şiir denizi... Ve belki hayallerde ufukta görülen yeni bir yolculuk, bir başka kitap... 




8 Nis 2015

BİR ÖĞRETMENİN DRAMI...




Yıllarla birlikte bazı değerler "değer aşımı"na uğruyor. Anlamını yitiriyor ya da eskiden bilinen anlamı zayıflıyor; Onur, namus, itibar, saygınlık... Çocuklar anne-babalarının anlattıklarını tam kavrayamıyorlar bazen; "Peki ama diyorlar o neden öyle yaptı, o neden aldırmadı?" Çocuklar haklı... Farklı şeyler duyuyor, yanlış örnekler görüyor, ne doğru, ne yanlış" çelişkiye düşüyorlar. 

Konusu "insan" olanlar insan davranışları konusunda eğitim görürler. Öğrenme Psikolojisi Derslerinde öğretmen adaylarına ısrarla vurgulanır: "Öğrencilerinizin kişiliğini zedelemeyin, onuruyla oynamayın, aşağılamayın. Arkadaşlarının yanında öğrencinizin gururunu incitmeyin. Ayrıca görüşün" denir. Bu deyişler Eğitim- Öğretimde bir olumsuzluk yaşanmaması içindir. Bir yöneticinin de tutum ve davranışlarında, söylemlerinde dikkatli olması, özen göstermesi beklenir. 

O yüzden televizyonlarda haberleri izlerken, gazetelerde haberi okurken şaşırdık, üzüldük, nedenlerle ilgili kafamızda sorular oluştu...Yalova Valisi Selim Cebiroğlu Termal Fen Lisesi'ne gidiyor. Tübitak Ödülü almış Matematik Öğretmeni Halil Serkan Öz'ün sınıfına giriyor. Öğrencilerinin önünde öğretmene: "Ne biçim öğretmensin. İnsanlar dışarıda görseler dilenci zannedip para verirler." diyerek azarlıyor. Öğretmen Öz sadece ders anlatan bir kişi değil, öğrencilerine Türk ve dünya klasiklerinden kitaplar öneriyor.Öğrencileri; "Bizlere her zaman doğruyu ve onurlu insanlar olmayı öğreten bir öğretmendi" diyorlar. 

Serkan Öğretmen artık yok. O'nun ölümü büyük acı elbette ama aynı zamanda bazı değerlerin ölümü, öğrencilerin gözünde bazı değerlerin kaybı. Bir okulda, bir sınıfta sadece işini seven bir öğretmen değil, asıl bir yönetici, bir Devlet adamı büyük itibar kaybına uğradı. Yadırganacak söz ve davranışlarıyla öğrenciler tarafından kınandı.  

42 yaşında, öğrencilerinin çok sevip saydığı Tübitak ödüllü gencecik bir Öğretmen stres sonucu kalbine yenik düştü. Ölüm nedeni "kalp krizi" olarak yazıldı." Ölüm nedenleri" denseydi neler eklenirdi acaba? Bazı isimler kolay kolay unutulmaz. Dilden dile bir efsane gibi söylenir anlatılır. Halil Serkan Öz çalışkanlığıyla, zekasıyla, onurlu davranışlarıyla bir simgeydi öğrencileri için. Hep öyle kalacak, yıllar boyu anlatılacak...
Rahmetle anıyoruz...


5 Nis 2015

BAHARLA GELEN...



Bahar gelip de narenciye çiçeklerinin kokusu ve görüntüsü dünyamızı sardığı zaman inanılmaz bir mutluluk duyuyorum. Çok uzun yıllar öncesi aşina olduğum bir görüntü ve koku bu. Bir şekilde insanda iz bırakan tatlar ve kokular belleğe kazınıyor adeta.
Bu izler, mutlu anılar  içeriyorsa mutluluk çağrıştırıyor, mutsuz anılar içeriyorsa mutsuzluk yaratıyor.

Narenciye ağaçları baharları seviyor. Ürünlerini, üretkenliğini baharlarda ortaya koyuyor. İlkbaharda tüm güzelliğiyle çiçeklerini sergiliyor, sonbaharda tüm bereketiyle meyvelerini sunuyor. Mevsimsiz soğuklarda kırılıyor, küsüyor, çiçekler meyveye dönüşmüyor... Son yıllarda bu çiçekler adına karnavallar, festivaller düzenlenmeye başladı: 4 Nisan'da Adana'da Portakal Çiçeği Karnavalı, 15 Kasım'da Mersin'de Narenciye Festivali yapılıyor.


Baharda havaların ısınmasıyla-genellikle Mart sonu, Nisan başı- narenciye ağaçları beyaz dantel giysileriyle düğüne giden genç kızlar gibi bir görüntüyle doğayı süslüyorlar. Çiçeklerin yaprakları o kadar narin ki dokunsanız dökülüyorlar. Ama öyle üretken bir ağaç ki, dökülen onca çiçeğe rağmen sonbaharda cömertçe meyvelerini sunuyor. Hatta bazen çiçekler arasında bitmemiş meyvelere de rastlanır. Turuncu- beyaz ne güzel bir renk uyumudur.

Özellikle geceleri narenciye çiçeklerinin iç bayıltıcı çok hoş bir kokusu vardır. Narenciye çiçeklerini toplayıp su dolu bir kaseye koyduğunuzda evin içi mis gibi kokar. Bir yakınım gezi amaçlı gittiği İtalya dönüşü "limon kokulu" defter getirince nasıl da mutlu olmuştum. Düşünen romantik insanlar güzel kokuları da pazarlıyorlar.

Doğa sunduklarıyla şaşırtır, heyecanlandırır beni... Kısa zamanda öyle bir gelişim ve değişim nasıl gerçekleşir?  Çiçeklerin meyveye dönüşmesini izlemek çocuklar için de nasıl da güzel bir gözlemdir. Doğa, bakmasını bilene eşsiz bir doğal laboratuvar. Hep düşünürüm; O bembeyaz narin çiçekler sağlam turunçlara, iri turuncu portakallara ve ekşi sarı limonlara nasıl dönüşür? 

Güzel görüntüsüyle gözlerimizi kamaştıran her ağaç meyve vermiyor. Örneğin sarı mimozalar; Adlarına onca şiirler yazılmış, şarkılar yapılmış narin ince çiçekleriyle mimozalar... Halk arasında "küstüm çiçeği" de deniyor. Kırılgan, alıngan insanları temsil ediyor. Çiçeklerin dilinden anlarsak belki insanları da daha kolay çözeceğiz...




Bahar gelince birbiriyle yarışırcasına çiçek açan ağaçlardan biri de akasya. Meyvesi yok ama kokusuyla, görüntüsüyle lise mezuniyet balosuna hazırlanan genç kızlar gibi...Erguvanı da unutmamak lazım. Kışın kupkuru ağaçların baharda böylesine donanması inanılmaz bir şey. Keşke tüm şehirlerimiz çiçek açan ağaçlarla donatılsalar. Çiçek sevgiyi, mutluluğu çağrıştırıyor, insanı şiddetten, kaba kuvvetten uzaklaştırıyor. Gözleri dinlendiriyor. Acaba o yüzden mi çiçek sever insanlar sevgiyi de daha kolay yansıtırlar? 

Kışın kupkuru dallarıyla yapraksız ve çiçeksiz kalan ama baharda çiçeklerle donanan ağaçlar hep bana zor insanları hatırlatır; İletişim kurulamayan, çevresine katı davranan, kendinden başkasına fırsat tanımayan insanlar... Çoğu kez konuşma derinleştiğinde "nasıl da yanlış tanımışım" diye düşündüğümüz insanlar. Sığ değil de derin insanlar. Böyle insanları tanıdıkça seversiniz, yeni özelliklerini keşfedersiniz. Sonradan çiçek açan ağaçlar gibidirler.




Doğanın bahar şöleninde koku ve çiçek beraberliği gözleri ve ruhları dinlendiriyor. Doğanın canlanması o kadar güçlü  ki bahar bizi de canlandırıyor, içimize neşe katıyor, enerjimizi tazeliyor...

1 Nis 2015

ÇATLAMIŞ SEVGİLER...



Deniz kenarında küçük bir çay bahçesi. Çevrede sessizliğin huzuru var adeta. Ahşap masa ve sandalyeler özenle dizilmiş. Her şey ortamın sadeliğine uygun. Kenarda bakımlı rengarenk çiçekler, birkaç palmiye, biraz uzakta birkaç kırmızı çiçekli zakkum var. Yeşil bir çevrenin göz dinlendirici, rahatlatıcı  etkisi hissediliyor. 
Birkaç masa dolu. Masalardan birinde genç bir çift oturuyor. Sandalyelerinde eğreti bir oturuşları var.Sanki hemen kalkmak üzereler. Yüzlerinde kederli bir ifade var. Hatta kadının yanaklarında birkaç damla gözyaşı.
Gözyaşı ne çok şey anlatır, ne farklı anlamlar taşır; Acı da bildirir, sevinç de, korku da, merhamet de... Bazen içe akıtılır, bazen dışa taşar. Bazen anlıktır, bazen yılların birikimidir.

Sessizliğin içinde birden bir ses kaplıyor etrafı; Çay ocağı bölümündeki görevli radyoyu açmış, nostaljik istekler programı. İki genç de konuşmalarını kesip şarkıya kulak kabartıyorlar... "Bir bahar akşamı rastladım size/ Sevinçli bir telaş içindeydiniz /Derinden bakınca gözlerinize /Neden başınızı öne eğdiniz..."
Delikanlı gözleri parlayarak gülümsedi: "Bak senin en sevdiğin şarkı." Genç kadın acı bir gülümsemeyle: "Bir zamanlar öyleydi" dedi. Sesi güç duyuluyordu: "Zaman akıp geçti. Sadece gene bahar mevsimlerden. Ama baharlar bile artık eski baharlar değil."

Genç adam suskundu, masanın üstünde jelatinli bir kağıda sarılmış kır çiçekleri demetine dikmişti gözlerini. Beyaz kır papatyaları mevsimin gözde çiçekleriydi. Genç kadın içindekileri dökmek istercesine tekrar konuşmaya başladı. Kelimelerini özenle seçiyordu:" Baksana , soğuk vurmuş tüm çiçeklere. Onlar bile eskisi gibi değil. Kokusuz limon çiçekleri...duygusuz insanlar gibi. Mevsimler de bize uydu, eski gerçek baharları yaşayamaz olduk."

"Evet" dedi genç adam. Sesinde biraz kırılganlık, biraz pişmanlık vardı."Bazen yağmur, bazen güneş, bazen kar... Tıpkı insanlar gibi, inişli çıkışlı duygular. Her şey yeniden-yeniden yaşanıyor sanki. 
"Artık her şey bitti" dedi kadın. "Kırılan hiçbir şeyi onaramazsın, eski haline döndüremezsin. Çatlaklar hemen kendini belli eder."
"Bazen güçlü yapıştırıcılar bulunur, yeniden denenebilir." dedi genç adam. "Çatlayan sevgi sadakati, güveni içinde barındırabilir mi? " diyerek düşük bir sesle konuştu genç kadın...

Bir taraftan önündeki bardak altını bilinçsizce çeviriyordu. İki kez çevirdi, tam tekrar çeviriyorken cam bardak altı yuvarlanarak düştü ve paramparça oldu. "Bak, şimdi her şey böyle paramparça" dedi genç kadın. "Her şey paramparça; Duygular, planlar, dostluklar, arkadaşlıklar hatta evlilikler..."

Genç adamın gözlerinde bir umut ışığı yanıp söndü sanki. "Kırıklar bile onarılabilir". " dedi heyecanla. "Yeter ki insan istesin. İlişkileri neden onarmaya çalışmıyoruz. Her şey tükeniyor ve ansızın bitiyor. Çaresiz, umarsız, nefessiz kalıyoruz. Uzun yol yarışını tamamlayamamış yarışçılar gibiyiz; Başlangıç çizgisinde çok enerjik, çok umutlu, ama bitişe gelmeden pes etmiş, tükenmiş..."

İkisi de bir süre konuşmadılar. Çay dağıtan çocuk masalarına geldi, kırıkları topladı. Radyoda yeni bir istek parçası başlamıştı; Azeri bir parça, "Ayrılık." "Fikrinden gece yatabilmirem /Bu fikri başımdan atabilmirem /Neyleyim ki sene çatabilmirem /Ayrılık ayrılık aman ayrılık /Her bir dertten ala yaman ayrılık..."

Adam elini uzattı, kadının elini tutmak istedi. Ama elini hızla çekti kadın. Birden elini çay bardağına çarptı, çay bardağı devrildi. İkisi de aldırmadı. Hatta çayın bir kısmı kadının eteğine döküldü.  
"Sen eskiden çok titizdin" dedi genç adam. "Eskiden" diye cevap verdi genç kadın. "Her şey yenilendi, değişti biliyorsun. İnsanlar bile... Bazı şeylere aldırmamayı öğrendim..." diye devam etti. 

Sanki sözcükler tükenmişti. Sustu ikisi de. Göz göze gelmemeye çalışıyorlardı . Kadın masadaki sessizlikten rahatsız oldu sanki. "Sevgi bu kadar değersiz olmamalı" diyerek sürdürdü konuşmasını.
"Bir etek lekelenir, tüm lekeleri çıkaran en güçlü ağartıcılar var artık. Asıl başka şeyler çıkmaz izler bırakıyor." İkisinin arasında bir diyalog kalmamıştı artık. Bir monolog vardı sadece... Genç adam görevliyi çağırdı, hesabı ödedi. 

İki genç insan aynı anda kalktılar. Ağır adımlarla çay bahçesinin çıkışına yöneldiler. Bahar mevsimiyle hiç de bağdaşmayan havanın hüznü onlara da yansımıştı. Genç adam son bir hamle yaptı; "Arabayla bırakabilirim."  "Hava almaya ihtiyacım var." dedi genç kadın. İlk selamlaşma ne kadar soğuksa, son vedalaşma da o kadar soğuk oldu. Birbirinden kopmuş iki genç insan sadece tokalaşarak bahçe kapısından çıktılar iki farklı yöne doğru uzaklaştılar...

Taş yolda önce topuklu ayakkabı sesleri duyuldu ve giderek uzaklaştı. Çay ocağındaki radyodan Tanju Okan'ın sesinden başka bir şarkı yükseliyordu; "Kadınım"...
                      " Eşyalar toplanmış seninle birlikte
                       Anılar saçılmış odaya her yere
                        Sevdiğim o kadın yok artık bu evde
                        Sen... kadınım..." 

                        Makbule Abalı -Mersin 
                        2015 Nisan