Dile kolay; CUMHURİYETİMİZ 100 YAŞINDA. Yüzyıl, bir asır, çok uzun bir zaman dilimi. O uzun yıllar nelere tanık oldu, neler yaşandı. kimler geldi, kimler geçti ? Her dönemin, o zaman diliminde yaşayan insanlara kazandırdığı belli davranış kalıpları, yoğun, kalıcı duygular var. Gelişim aşamalarında, yaşadığımız topluma uyum sağlarken, birey olmaya çalışırken kazandıklarımız, yıllardan geriye kalan izler, birikimler...
Yüzyıllık Cumhuriyetimizin " bir dönem tanığı " olmak adına dün gece ilkokul yıllarımı düşündüm: Ta o yıllara anılarımda bir yolculuk yaptım. Neyse ki hafızam da gerçek bir dost gibi bana yardımcı oldu, pek çok şeyi hatırlamama fırsat verdi. Geldiğimiz yolu bilmezsek sonraki zaman dilimlerini nasıl değerlendirebiliriz, neye göre önlemler alabiliriz?
Hatırlayabildiğim kadarıyla o dönem; Aza kanaat etme, , paylaşabilme, tutumlu olma, insani yönden büyüklere saygı, küçüklere sevgi gösterebilme, güven, dürüstlük, vefa, onur, hak, hukuk, adalet duygularının yoğun ve gerçekçi olarak yaşandığı yıllardı. Atalarımız, büyüklerimiz, gerçek savaş öyküleriyle büyümüş, yıllarca askerlik yapmış , çok acı ve eziyet çekmiş , yoklukla mücadele etmiş bir neslin çocukları, torunları olarak her şeyi ince ve kapsamlı düşünürlerdi.
"Devlet Baba", "Toprak Ana", "Asker Ocağı", "Er Meydanı". "Baba Ocağı", "Ana Kuzusu", "Ahde Vefa", "Sorumluluk Bilinci", "Vazife Anlayışı", "Sadakat", "Liyakat" o nesillerde yerinde ve sık kullanılan sözcüklerdi. "Bir tas sıcak çorba, bir yudum su, bir bardak dost çayı, kırk yıllık kahve, Tanrı misafiri, adam gibi adam, helâl süt emmiş, yuvayı yapan dişi kuş, altın kalpli, alnı pak, yüreği pak" gibi deyimler, sözcükler de ta o yıllardan belleğime kazınmış gibi adeta. Kimler bu sözcükleri, güzel deyişleri unutturdu bize, kimler anlamlarını değiştirdi ya da başka anlamlar yükledi? Yeni eklemelerle bu anlamlı sözcüklere yeniden yer verebiliriz dilimizde.
Milli ve Dini Bayramlar " bayram" gibi kutlanır, acılar için hep birlikte yas evine gidilerek "İmece usulü" kısıtlı imkânlarla hazırlanan yöresel yemekler bırakılırdı. Yere düşen ekmek parçasını hemen alır, üç kez öper, uygun bir yere koyardık. Ekmek kutsaldı. Yazın en sıcak günlerinde bile oruç tutmak isteyenler olurdu biz çocuklar arasında. Her şey sadelik ve içtenlik üzerine kurgulanmıştı sanki. Korkarak değil, inanarak, olması gerektiği gibi yapardık. Sevap- günah içimizde idi. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Derslerimizde de çok şey öğrendik. O dönemde fotoğraflar çekilerek yardım kolileri dağıtılmazdı ama yoksullar için adları bilinmeyen yardım melekleri, aşevleri vardı.
Evlilikte sadakat, anlayış, vefa, dostluk esastı. Görücü usulü evlilikler çoğunluktaydı ama ayrılma boşanmalar bu kadar yaygın değildi. Evlenme yaşı şimdikinden daha genç idi ancak çok küçük yaşta evlendirilen kız çocukları yoktu. Kadın sığınma evlerine de ihtiyaç yoktu sanırım. Ekonomik sıkıntılar aileleri sarsardı ama "Orta Direk" aileler ; temelden, çatıdan, yan kolonlardan, kirişlerden güç alarak ayakta kalmayı, geçinmeyi bilirdi. Tarımla, çiftçilikle uğraşan aileler biraz daha şanslıydı. Çukurova'nın verimli toprakları zor günlerde cankurtaran simidi gibi olmuş, "Aza kanaat eden" insanları doyurmuştur.
Adana'da doğmuş, üniversite öğrenimine kadar çocukluk ve ilk gençlik yılları Adana'da geçmiş eski bir Adanalı olarak ne çok severim Adana'yı, sıcak iklimi gibi sıcak dostluklarını, yöresel yemeklerini, gönülleri kadar zengin dost sofralarını. belki biraz gürültülü ancak içten söyleşilerini. Üniversite sonrası ilk görev yıllarım gene Adana'da başladı. Yaş aldıkça, çocukluk yılları ne kadar gerilerde kalsa da kolay kolay unutulmuyor, anılar deposundan silinmiyor. Narenciye çiçeklerinin kokusu burnunuzda, ağaçtan koparıp yediğiniz meyvelerin tadı damağınızda kalıyor. Fayton arabaların tekerlek sesi, arabacıların atlara seslenişi halâ kulaklarımda.
Adana Namık Kemal İlkokulu ilk eğitim yuvam sayılır. İlk dört yılım orada, son yılım da taşınmamız nedeniyle Celâlettin Seyhan İlkokulunda tamamlandı. O yıllarda anaokulları yoktu. Sınıflarımız yaklaşık 40 kişi kadar olurdu. Her sabah Atamızın gülümseyen yüzü karşılardı bizleri, güç alırdık. Sınıfımızda her kesimden, her yöreden arkadaşlarımız vardı. Doktor, mühendis, hukukçu, öğretmen, işçi, esnaf her kesimden insanların çocukları. Okul sadece öğretim değil aynı zamanda bir eğitim yuvasıydı.
Önlüklerimiz tek tipti . Kocaman kurdelelerimiz, beyaz yakalarımızla adeta akla karanın temsilcileri gibiydik. Ancak her zaman griye de yer vardı. Hayal kurmasını hepimiz iyi bilirdik. Sadece okur yazar olmadık, dinlemeyi, anlamayı, insan ilişkilerini, tarih bilincini, yurt sevgisini, adaletliolmayı, bilimsel düşüncenin değerini de orada belledik. Her okulda Öğretmenlerden daha kıdemli bir Başöğretmen olurdu. Eğitim müfettişlerinden ayrı, okulda genel anlamda bir denetleyici. Bir arabulucu gibi işleyişten sorumlu, deneyimli bir kişi. Okullardaokuma yazma bilmeyen yetişkinler için "Okur Yazarlık Kursları" vardı.
Bayramlarda Belediye binası önündeki Resmigeçide en temiz, giysilerimiz, en düzenli yürüyüşümüzle katılırdık. Marşlar, bayraklar, flamalar, şiirler , günün anlam ve önemini belirten konuşmalar o törenlerin ayrılmaz bir parçasıydı. Coşkuyla kutlamalara günler öncesinden hazırlanırdık. Sınıflar renkli kâğıtlarla, fenerlerle, bayraklarla süslenirken bazen kızlara krapon kâğıdından giysiler hazırlanır, kurdeleler, şeritlerle süslemeler yapılırdı. Bazen ansızın yağan güz yağmuruyla ıslanmışızdır da o törenlerde. Öğleden sonra çocuk baloları düzenlenir, geceler fener alaylarıyla sonlanırdı. Günlükler, anı defterleri birer canlı tanıktır o özel günlere... İş derslerinde yaptığımız karton kumbaralar dini bayramlarda verilecek küçük harçlıklar için bir kenarda sırasını beklerdi. Çocuklar için; tatlı dil, güler yüz, bir küçük mendil ya da çorap, birkaç şeker her zaman kabul görürdü.
Yaş aldıkça dinlemek kadar anlatmayı da seviyor "dünkü çocuklar." Daha anlatacak öyle çok ince ayrıntılar var ki dağarcığımızda. "Geçmiş zaman anlatıcıları" geçmişte yaşadıklarını anlatmalılar tüm çocuklara. Sadece torunlarla sınırlı kalmamalı bu halka. Dinlemesini, gözlemesini, izlemesini bilmeyenlerin yarınlara da güvenilir, kalıcı katkıları olamaz. Başöğretmen Atatürk'ün çocuk ve gençlere emanet ettiği "Cumhuriyetimiz" 100 yaşında. Yürekten kutluyoruz. O zor yıllarda bile ne güzel işler gerçekleştirildi, büyük başarılara imza atıldı. Bilimsel gerçeklerden uzaklaşmadan, aklın sağduyunun, hoşgörünün yol göstericiliğinde aydınlık, umutlu yarınlara.
Yolunuz açık, hayalleriniz büyük, çalışmalarınız daim olsun sevgili çocuklar ve gençler.
Makbule ABALI-Eğitimci
28.Ekim 2023 -Urla
Not: Bir yıl önceki yazımı güncelleyerek yayınlıyorum. Saygılarımla.
Son zamanlarda acaba giderek azalıyor mu diye gazete ve TV haberlerine bakıyorum. Ama hayır, azalmıyor, artıyor. Adeta cinnet geçirmekte olan bir ülke haline geldik. Güpegündüz bir kadın, şehir merkezinde bir arabada saldırıya uğruyor. Saldırgan kendini savunuyor: "Bayılacaktı, düşmesin diye sarıldım." diyor. Olayın içinde yalan, vahşet, öfke, şiddet, her türlü olumsuzluk var. Pek çok ülkede "suç ve ceza" kavramları tam karşılığını bulamıyor, kafalarda soru işaretleri bırakıyor ama tam yerine oturmuyor. "Kuşku" insanın kafasını kemiren en büyük düşmanlardan biri.O olayda kameralarda o günle ilgili deliller bulunmasına rağmen, saldırgan tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor. Hak-hukuk pek çoğumuz için önemli kavramlar; Kendimizi güvencede hissetmek istiyoruz, aykırı davranışlar, haksızlıklar son bulsun istiyoruz. Bir başka olay; Bir baba çocuklarının gözü önünde kaynar su dökerek eşini yakıyor. O çocuklar hayatları boyunca ateşten, sıcak sudan çekinmeyecekler mi? İçlerindeki yangını nasıl söndürecekler, belleklerindeki görüntüyü nasıl silecekler? Benzeri kötü olaylara tanık olan çocukların travması bir ömür boyu sürmeyecek mi? Söz edilmesi gereken o kadar çok olay var ki; "Yolumu kestin" bahanesiyle bir arabanın önünü kesen iki maganda( bu sözcüğü hiç kullanmayan ben bile kullandım.) sürücüyü öldüresiye sopalarla dövüyorlar. Günün aydınlığında oluyor bu olay, gün ışığı karanlığa dönüşüyor. Hayatı kararıyor genç adamın. Bir büyük kentimizde-kentlerin suçu yok tabii- bir yurtta 7 çocuğa tecavüz ediliyor. Olay halen soruşturuluyor. Acaba bütün görevliler sımsıkı gözlerini kapatıyorlar mı, korku tüm duyguları bastırıyor mu, doğrularla yanlışlar hızla yer mi değiştiriyor...? Sormak belki aydınlanmak olacak ama soran cezalandırılıyor... Anlatmakla bitmiyor; Otobanda motosiklet üzerinde baş aşağı durup akrobasi hareketleri yapmaya çalışıyorlar. Bir arabaya çarparak durabiliyorlar ancak. Onlar kurtuluyor ama başkalarının canı pahasına. Yaşam bu kadar ucuz muydu...? Bir köpeği arabanın arkasına bağlayıp kilometrelerce acımasızca sürüklüyorlar, hayvanın büyük acı çekmesinden keyif alıyor, kahkahalarla gülüyorlar. Bu tür olayları yazarken bile rahatsız oluyorum; Bir kedinin üstüne benzin dökerek yakıyorlar. Bu insanlık dışı olayı, vahşeti izliyorlar, arsızca gülüyorlar, eğleniyorlar...(!) Bir kent merkezinde, kalabalıkta, bir zabıta daire başkanı, bir zabıta memurunu arkadaşlarının gözleri önünde defalarca tokatlıyor. Onun görevden alınması yaraya ilaç olmuyor tabii. Başı eğik gezmek kimilerine yük olurken kimilerine gökyüzünde yeni yıldızlar aratıyor.
Filmlerde, dizilerde bazen öyle hikayeler işleniyor ki gençler güçlü, yakışıklı, çok paralı olmaya özendiriliyor adeta. Rol model olarak kimi, kimleri benimseyecekler? Sevgi, saygı, akıl, vicdan, insanlık, nezaket mumla aranıyor sanki...
Örnekler çarpıcı, toplum neden bu tür olaylara tanık olsun? Okullarda da şiddet kol geziyor, çocuklar bazı öğretmenlerince aşırı dayakla, kaba şiddetle cezalandırılıyor. Okullar basılıyor, okul müdürleri öldürülüyor, yöneticiler yaralanıyor, okul önlerinde dahi uyuşturucu satışı yapıldığı söyleniyor. Ve ne yazık, ülkemizde pek çok şey "terör " sözcüğüyle birlikte anılıyor. Bir zamanlar yadırgadığımız şeyleri artık kanıksadık: Trafik terörü, gıda terörü, eğitim terörü, sağlık terörü, öldürülen kadınlar terörü, inşaat terörü, taşeron terörü, çocuk işçi terörü... İnsanlarımız böylesine acımasız, duyarsız değildi. Ne oldu bize...? Yolda giderken ya da bir toplu taşıma aracında bazen insanların yüzlerine bakarım; çoğumuzun duyguları yıprandı, yıpratıldı adeta. Daha öfkeli, daha tahammülsüz, daha kırılgan insanlar olduk. Bazen havai fişek patlamalarını dahi bir başka yorumluyoruz. Çok sakin bildiğimiz insanlar birden patlayabiliyorlar. Ya da gerçekte çok sinirli olan insanların kendini kabul ettirmek için farklı davranabildiklerini gözlüyoruz. Güçlü olmayı; kaba kuvvetle, kötü sözle, insanı aşağılamakla, maddi güçle, güzellikle, yakışıklı olmakla eşdeğer tutanlar var. Zordur İNSAN'ı anlamak, davranışlarının nedenine inmek, ruhsal yapısını çözümlemeye çalışmak... Kişi iç dünyasında nereye kadar geçiş izni verirse, biz o kadarını görürüz. Çıkar ilişkileri öylesine çoğaldı ki, kim gerçek beniyle, kim maskeli, kim maskesiz, bilmek giderek güçleşiyor. Çift kişilikli insanları tanımak ustalık gerektiriyor. Çevremizde ne olup bittiğinin farkında olmak, sorunlara karşı duyarlı olabilmek, çok geç kalmadan önlemler alabilmek gerekiyor herhalde. Yel değirmenlerine karşı tek başına savaş açan Don Kişot gibi öne çıkmak değil tabii; ama yetkili ya da yetkisiz ülkesini seven bireyler olarak bir şeyler yapmak, çorbanın tuzu misali katkıda bulunabilmek...
Kötülüklerin çoğalmaması için yardımcı olabilmek... "Kırık Camlar" öyküsünü yaşamamak, yaşatmamak. Dünyayı kurtarmak değil, dünyayı yaşanabilir kılmak, hayata anlam katabilmek... "Durdurun dünyayı inecek var. " demeye belki henüz zaman var... Ama, şiddetten uzak, daha sakin bir hayatı öylesine özlüyoruz ki...
Sofralar sahibinin göstergesidir. Her sofra onu hazırlayan insandan izler taşır. Küçük bir ayrıntı, bazen bir örtü, bazen bir çiçek, farklı renk seçimleri, konuğa göre hazırlanmış yiyecekler... Bir sofra bazen sizi yıllar öncesine alır götürür, geçmişin anılarından, mutfaklarından kokular ve tatlar taşır.
Hazırlanmış her sofra konukseverliğin kanıtıdır. Özenle hazırlanmış bir sofra, damak zevkine bir yolculuktur. Her sofra, hazırlayanın kişilik özelliklerini de vurgular; Paylaşımcı bir kişilik, ince zevk sahibi bir insan, tasarruftan yana bir kişi... Hepsinden önemlisi sofra yaşamdan bir kesittir. Hayatın tadı, tuzu, biberidir. Alışkanlıktır, bekleyiştir, karar yeridir, sohbet zeminidir. Sofra hayatın yapı taşlarından biridir. Bayramlar, özel günler paylaşımları arttırdığı gibi, sofraları da farklı kılar.
Özenerek hazırlanmış bir doğum günü sofrası, sevginin, özlemin, duyguların yansımasıdır. Bir kır sofrası, portatif haliyle, üstünde kır çiçekleriyle, doğal ortamıyla çok farklı duygular yaşatır. Yere serilmiş renkli dokuma örtünün üstüne hazırlanmış köy sofrası bir başka tat sunar. Yeni pişmiş sıcacık bazlama yanında tulum peyniri. Bu belki de misafire sunduğu son peynirdir. Belki yanında küçük bahçesinde yetiştirdiği mis kokulu domates, taze biber, salatalık da bulunabilir. Gönül zenginliği de sınanır böylece. Ortamlar değiştiğinde tatlar değişebilir elbette. Ancak gerçek dostluk her yerde ayırt edilebilir.
Her sofra bir başka dünyadır ve başka dünyalara yeni yolculuklar başlatır. Hep çocukluktaki damak tadını arar, özleriz. Aradığımız çocukluktaki o güzel, kaygısız günlerdir belki de... Çocukluğumda zaman zaman kahvaltıda bol soğanlı, domatesli ekmek çorbası hazırlandığını hatırlarım. Kuru ekmekler israfı önlemek amacıyla çorba olarak değerlendirilirdi. O zamanlar tasarruf önemliydi.
Bir zamanlar sofralar, evin çocukları için bir okul gibiydi. Ama o yıllarda pek çok şey derinlemesine algılanamıyor. Babaannelerinin, anneannelerinin, annelerinin sofralarında ne çok şey öğrenir çocuklar; İnsanlığı, çeşitli konularda sohbet etmeyi, dinlemeyi, sofra kurallarını, saygıyı, sevgiyi, güven duymayı... Ve en önemlisi bütün bunlardan yola çıkarak sözsüz iletişim kurmayı, kokulardan, renklerden, düzenlemelerden yola çıkarak bir dünya görüşü kazanmayı, değerlendirme yapmayı...
Sofra hazırlamak, onu donatmak ayrı bir özen ister. Bazen bir saatte hazırlanan bir yemek 10 dakikada tüketilebilir. Sabahın ilk ışıklarıyla toplanmış kabak çiçeklerinden hazırlanmış bir kabak çiçeği dolması emektir, göz zevkidir, lezzet birikimidir. Çocukluğumdaki sofraları hatırlıyorum; Sofrayı renklendirmek amacıyla kırmızı bir domatese batırılmış beyaz ful çiçekleri nasıl da güzel dururdu. Mevsimlere göre değişen çiçekler; Görüntüleriyle papatyalar, yaseminler, sümbüller, güller... Kokularıyla portakal ve limon çiçekleri, fesleğen, nane... Geçmişin izlerini yansıtan her sofra, bir başka yolculuk başlatır lezzetler diyarına. Amaç sadece doymak değildir elbette. Yemeklerden önce sevgi, güler yüz, dostluk sunulan her sofra güzeldir. Sevdiklerimizin olduğu her sofra bize ziyafet sofrası gibi gelir. Tüm görkemiyle, güzelliğiyle yeniden yaşatılmalı yöresel tatlar, eski sofralar. Geçmişten kalan güzel anları unutmamak, anıları yaşatmak için sofra kültürünü, adabını aktarmak lazım yeni kuşaklara. Değerler kuşaktan kuşağa sürdürülmeli...
Hepimizin yaşamında belli fırtınalar vardır; Bazen günler, bazen yıllar sürer. Bazen bireysel, bazen toplumsal ağırlıktadır. Toplumsal fırtınalar hepimizi çarpar, ezer, geçer. Yaşarken bir mücadele gücü dayanma gücümüzü zorlar. Ama fırtına sonrası sessizlik acıları, kayıpları, yaraları gözler önüne serer.
Blog arkadaşımız Mehmet Osman Çağlar'ın "Son Güz Fırtınası" kitabını okurken, deneyimler kazandırarak yaşanmış büyük bir fırtınaya tanık oluyoruz. İnsanın kimliği, kişiliği yaşananlardan etkileniyor tabii. Roman aynı zamanda kısa öyküleri de barındırıyor içinde. Kitap bir öz eleştiri aynı zamanda. Gençlikteki yanılgılar, sevdalar, kavgalar, siyasi girişimler, iş bulma çabaları... Kitap ülkemizin yakın geçmişinden de izler taşıyor. Hayatın içinden, hayatın ta kendisi...
Okuduğum kitapların önce adı dikkatimi çeker benim. "Son Güz Fırtınası" insana çok şey düşündüren bir ad. Kitabın içeriği de öyle; Okurken geçmişe kısa yolculuklar yapıyorsunuz. Yazar kitabına neden bu adı verdiğini kısaca şöyle açıklıyor: "Genç yaşlarda yaşayıp, soruların cevabını tam alamadığımız ama aramaktan da hiç vazgeçmediğimiz o karanlık ve karmaşık günlerin devrim ve aşklarının öykü romanıdır "Son Güz Fırtınası".
Mehmet Bey güçlü kalemiyle ustaca cümleler kuruyor, yazdıklarıyla okuyucuyu sürüklüyor, düşündürüyor. Zaman zaman geriye dönüşlerle ülkenin geçmiş dönemlerini yaşatıyor. İnsanı, özelliklerini iyi tanıyor ve tanıtıyor. Betimlemeler çok güçlü. Okurken altını çizdiğim çok cümle oldu:
"Genç yaşımıza rağmen hayat yorgunu, kırgını, rastgele ölü kent küskünleriydik."
"Birazdan başlayacak mitingde, ayrı flamalar altında kimliğini arayan, ileride başlarına neler geleceğini bilmeyen, kalabalıklarda kaybolan çocuklardık."
"Yaşamın kıyısındaki bu insanlar neden bu kadar birbirine benzer? Hüznün, sevincin, yalnızlığın bir tür masalını yaşarlar farkında olmadan."
"İlk karşılaştığımız an duyduğumuz coşkulu heyecan şimdi yerini sakinliğe bırakmıştı. Sılasız kaçaklar gibi sessiz konuşuyor, sessiz tepkiler veriyor, sesiz gülüyor, sessiz susuyorduk. Hiçbirimiz eski biz değildik, eskiden eser yoktu sanki."
"Ah çocuklar ah, silah size, bize hiç yakışmadı. Ama suç sadece sizde, bizde miydi? "
"O muktedirler bir gün olsun, oturup sizle bizle konuşmaya, sizi bizi anlamaya çalıştılar mı?"
"Biz bu toprakları , bu ülkeyi, herkesten çok sevdik, hala seviyoruz."
"Biliyordum, ondan sonra bir şeyler çok eksik, hayatımda boşluklar olacak, sığınacağım bir liman olmayacaktı artık."
Kitabı merakla okudum. Ama doğrusu bittiğinde biraz daha uzun olabilirdi diye düşündüm. Sanırım Mehmet Bey de daha uzun yazmış, sonra kısaltmış. Kitapta benim favorim "İlk Sevgilim" adlı öykü oldu. Çok duyarlı, naif, hassas bir yürekten çıkmış bir öykü bu. "İva" da farklı bir öykü.
Teşekkürler Mehmet Bey. Emeğinize, yüreğinize sağlık. Biz bu romanınızı okurken belki siz 3. kitabın hazırlıklarına başladınız bile.
Yaşadığımız her günün bir anlamı, bir başkalığı var hayatımızda. Hayatın hızlı akışı içinde günler bazen değer kaybına uğruyor ya da değişim sürecinde başkalaşıyor. 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü idi. 24Kasım ülkemize özgü bir gün. Bir zamanlar daha coşkulu kutlanırdı. Yılların ardından coşkunun içine biraz hüzün de karıştı. Belki Eğitim- Öğretimde istediğimiz yerde olamayışın yarattığı bir hüzün bu. Ama öğrenmek ve öğretmek günlerle sınırlı değil ki. Her an, her yeni gün farklı bir şey öğrenmek ve öğretmek için yeni bir fırsat değil mi ?
Gençlik yıllarımda ilk okuduğum kitaplardan biri Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu romanı idi. Kitap hiç bitmesin istemiştim. Bir Anadolu kasabasında idealist bir öğretmen olmak , o yıllarda pek çok genç kızın hayali olmuştur. Sonradan çekilen dizinin senaryosunda romandaki hazzı alamadık. Belki seyircilerin beklentileri de zamanla değişiyor. O yıllarda pek çok kız çocuğun hayalini öğretmen olmak süslerken erkek çocuklar asker olmak isterlerdi. Sonraki yıllarda nasılsa iki meslek de değer kaybına uğradı. Neyse zaman, iade-i itibar gücünü kullandı.
Bir dönem doktorluk ve mühendislik çok istenen meslekler olarak benimsendi. Ancak meslek seçiminde gençlerin yetenek ve yönelimlerine göre ve tabii uzun zamanda ülke ihtiyaçlarına göre planlı çalışmalar, araştırmalar yapılamadığından meslek kazandırmada ve uygulamada yetersiz kaldık. Bir dönem işletmeci, ekonomist olmak isteyenlerin sayısı çok arttı. Gençler kısa zamanda çok kazanmak, üst düzey yönetici olmak istiyorlardı. Bu dönem psikolog ve hukukçu olmak isteyenler çoğalıyor. Gençler değişen ihtiyaçlara göre uygun kararlar almayı biliyorlar. Gelecek kaygısıyla yurt dışına gitme isteklerinde de artış var. Ara eleman yetiştiren Meslek Yüksekokullarımızı istenen düzeyde daha yeterli hale getiremedik. Ustalık, kalfalık, çıraklık birbirine karıştı. Belki de o yüzden doğal afetlerde binalar, köprüler yıkıldı, yollar hasar gördü, doğa isyan etti.
Eski diplomalar giderek küçüldü, fotoğraflar kaldırıldı, Hızlandırılmış Eğitim yılları da yaşandı. Okullarımızda Rehberlik esasına dayanan denetim sistemi kaldırıldı. Günümüz öğretmenleri vicdanıyla baş başa kendini denetlemek, geliştirmek durumunda. Keşke gerçekçi ve dürüst olarak sağlıklı işleyen bir ödül ve değerlendirme sistemimiz yeniden işlerlik kazansa. Eğitim ve Öğretim Sistemimize uygun olarak Talim Terbiye Kurulları, Eğitim Şuraları, Parasız Yatılı Okullar, Hizmet içi Eğitim daha iyi planlamalarla sürdürülsün, içten dileklerimiz oldu. Yıllarca canla başla Eğitim- Öğretim alanında hizmet vermiş Emekli Öğretmenlerimiz onurlu duruşlarıyla şimdiki hayat koşullarına ayak uydurmaya çalışıyorlar.
Öğretmenlerimiz eğitim- öğretimde neyi, nasıl planlayacaklar, öğrencilerinde bilgi, duygu, ve davranış tohumlarını nasıl geliştirecekler, onları "İyi insan- iyi vatandaş" olarak nasıl eğitecekler, kimlerden yardım alacaklar,? Okul kitapları, programlar, günlük, yıllık planlar, sınav sistemi, disiplin kurulları, eğitsel çalışmalar, kütüphaneler, kaynak kişiler, kaynak kitaplar , okul kantinleri, öğrenci servisleri, her kademede barınma ve beslenme sorunları, artan özel okul fiyatları, KPSS 'de yeterli puanı alamayan veya kadrosuzluktan atanamayan bu yüzden içinde öğretmenlik aşkıyla çok düşük ücretlerle çalışan öğretmenlerimiz için de umarız uygun çözümler üretilir. Günümüzde gelişmiş ülkelerin örnek aldığı Köy Enstitüleri yeni bir bakış açısıyla tekrar değerlendirilemez mi ?
Her meslekte işine gönül vermiş, çalışkan, dürüst, güvenilir insanlara , uygulayıcılara ihtiyaç var elbette. Bazı meslek alanlarında kayıplar, yıkımlar, zarar ziyan gün geliyor bir şekilde telafi edilebiliyor. Ancak hayalleri yok edilmiş çocukların, geleceği çalınmış gençlerin, yitirilmiş onur, ve güven duygularının, kişinin içinde yıllarca kümelenmiş kin, öfke, intikam çatışmalarının, geri gelmeyecek yılların telafisi çok çok zor. İşleyen beyinleri nasıl fark edemiyor, "Kalan sağlar bizimdir" mantığına sığınıyoruz kimi zaman. Karanlık dehlizlerde kaybolmuş, ruhu zedelenmiş ya da şiddet görerek okumaktan soğutulmuş çocukların istatistiklerini hiç bilmiyoruz. Onlar için "Sağaltım kliniklerimiz " de yok.
Mesleğini hakkıyla sürdürmek isteyen her kademedeki idealist öğretmenlerin işleri gerçekten çok zor. Bazen bu çabalara yanlış anlaşılma, yanlış değerlendirilme kaygıları da eşlik ediyor. Kendilerini yalnız ve çaresiz hissedebiliyorlar. İnsan olarak, birey olarak, sade vatandaş olarak kendimizi sorgulamamız gereken ne çok konu var. Okullarda veliler, anne babalar, deneyimli öğretmenler, yöneticiler olarak kaç öğretmene yardımcı olabildik, çalışmalarına katkıda bulunarak, destek olarak yüreklendirdik, takdir ve teşekkür duygularımızı ilettik? Acaba kaç çocuk böylece kıl payı kurtuldu, kaç çocuk hayat boyu iyiliklere yöneldi, , değişmek, kendini yenilemek istedi?
Adını bilmediğimiz, çalışmalarından haberdar olamadığımız, yararlı işlerle uğraşan, emek harcayan, övgüye lâyık öyle güzel insanlar da var ki. Varlıklarından haberdar olabilsek, maddi ödül değil , (Zaten kabul de etmezler. ) takdir ve teşekkürlerimizi sunabilsek. Sevgiyle, saygıyla andığımız o kişilere İzmir Urla'da bir ad daha eklendi bu yıl: Tolga Oranüs Çocuğu Doğa'nın okulunda sadece bir sınıfa değil, diğer sınıflara da eğitsel çalışmalarda el becerisiyle maketler yapıyor, anlatıyor, eğitiyor, öğretiyor. Sadece kendisi de değil, gerektiğinde eşi Nur Oranüs ve yetenekli dostlarıyla birlikte birlikte sınıf öğretmenlerine gönüllü yardımcılar olarak katkıda bulunuyorlar. Bu yılın Öğretmenler Günü'nde onlar gibi insanların da varlığından haberdar olalım istedim. Tanımadığımız, görmediğimiz, haberlerde, sosyal medyada belki hiç yer almamış, kendi dünyalarında kalıcı çalışmalar yapan güzel insanlar...
Onlar gibi belki daha niceleri: Bazen bir dağ köyünde, kırsal kesimde küçük bir kasabada, bir uzak kentte, adı sanı duyulmamış bir okulda geleceğin gençlerine yatırım yapanlar; Bazen bir sınıf inşa ederek bazen okulun badanasını yaparak, çatısını onararak, imkânları ölçüsünde okul kitaplığı oluşturarak, bazen tiyatro yoluyla bir sanatsal etkinliğe yardımcı olarak bir basket potası ya da futbol topu hediye ederek bir mandolin veya bir enstrüman armağan ederek...
Biz gerektiğinde harika çözümler üreten , paylaşan, yardımlaşan bir toplumun insanlarıyız. Yeter ki dürüstçe iyi işler , yararlı çalışmalar yapıldığına inanalım, güvenelim. İyi ki olumsuzluklar karşısında pes etmiyoruz, iyi ki halâ umut tohumları ekmeye devam eden vefalı insanlarımız var. Bir aferin bile beklemeden, takdir, teşekkür belgesi almadan, gösterişsiz, abartısız kimlikleri ile geleceğe belli belirsiz izler bırakan alçak gönüllü insanlarımız...
Bazen her kademede çeşitli Eğitim Kurumlarında farklı branşlarda gerçek bir ÖĞRETMEN olarak, bazen farklı mesleklerde bile olsa yaşamı boyunca bir ÖĞRETEN olarak emek harcayan, zaman ayıran, tüm enerjisini ve gücünü ışığını yayan, yansıtan, örnek olan, sevgi, saygı, dürüstlük, güven , insanlık aşılayan tüm güzel insanlar : Bir gün sizler için de şiirler, öyküler yazılacak, şarkılar, türküler söylenip belki dilden dile anlatılar oluşturulacak. Yolunuz aydınlık, emekleriniz kalıcı olsun.
İyi ki varsınız. Değeriniz her zaman bilinmese de gün gelecek , yeşerttiğiniz umutlar, ektiğiniz tohumlar başak verecek. İşte asıl o zaman bu güzel ülke, bayramları Bayram gibi kutlayacak, kardeş kardeşe insanca kucaklaşacak.
Makbule ABALI -Eğitimci
24 Kasım 2023 İzmir- Urla
24 11. 2023 Yılında yazdığım bu yazıyı hiç değiştirmeden (Sadece fotoğraf ve video ekleyerek) 08.10.2024 yılında yeniden paylaşıyorum.
İdealist bir sınıf öğretmeninin (Ayşe Ünal ) güzel bir jesti: Çocukların imzasıyla bir teşekkür belgesi.
Bildiğimiz bir şarkının yeni görsellerle harika bir düzenlemesi. Ünlü sanatçılar da bana çocukları, gençleri düşündürdü. Emeği geçenlerin sesine, eline, yüreğine sağlık.
Tiyatro Sanatçımız Yıldız KENTER'İ saygıyla anarak...
Bir Sonbahar Mevsiminin Eylül Ayını da yolcu ediyor, Ekim Ayını karşılamaya hazırlanıyoruz. Her ayın, her mevsimin kendine özgü başkalıkları, olumlu olumsuz yanları var. Tıpkı insanlar gibi; Ancak biz insanlar kişiliğimize, değer yargılarımıza, umut ve beklentilerimize, geçmiş yaşantılarımıza göre günlere, aylara, mevsimlere farklı anlamlar yüklüyoruz.
Elbette yöresel farklılıklar, kişisel sorunlar ya da yaşanılan coğrafyanın, doğanın, toplumsal veya psikolojik olayların getirileri- götürüleri bakış açımızı, düşünce ve fikirlerimizi etkiliyor. Ekonomik farklılıklar, maddi ya da manevi yetersizlikler, yaşam kaygıları, endişeler, korkular yaşamı daha gerçek boyutlarıyla algılamaya- değerlendirmelere yol açıyor. Sonuçta; dünyanın neresinde olursak olalım hepimiz mutsuzluk değil mutluluk özlemi içindeyiz. Hangi yaşta olursak olalım, kendi içimizde de dışımızda da dengeli bir yaşam ve huzur arıyoruz.
Doğallık ve sadelik içinde, abartısız-önyargısız sezişlerle çevrenizi gözlemlediğinizde aradığımız mutluluk kaynaklarına ulaşmak çok da zor değil. Bir lâbirentin çıkılmaz sanılan yolları, zor hesapların kolay çözümleri, inceliklerin gizemli yanları, iyi niyetle , hoşgörü ve karşılıklı anlayış çabaları ile atılan birkaç adım, yaşanılan an'ı güzelleştirmeye yetebiliyor. Eksilen, azalan, tüketilen öyle çok şey var ki; hayatı zenginleştiren, anlam kazandıran, artı değerler yükleyen enerji kaynaklarını göz ardı ederseniz kayıplar giderek çoğalmaz mı?
Bazen öyle güzel yaşanmışlıklar vardır ki; kısacık örneklerle tanımlasanız da kocaman mutluluklar yaratır yaşamda. Sonbaharın uyumlu soluk renkleri capcanlı-parlak renklere dönüşür bir anda. aydınlanır dünya...
*Güneşin biraz naz yaptığı bulutlu bir sonbahar sabahı ansızın fark edersiniz ki, günlerdir açmayan kaktüsünüz bir tomurcukla güne hazırlanıyor. Yer değişiminden ötürü küstü sandığınız kaktüs, dikenler arasından tekrar içindeki güzelliği sergilemeye karar vermiştir. Kırılganlıkların ardından barış ilân edercesine... Oysa ömrü bir günlüktür. Bir günlük saltanatını harika bir çiçekle sonlandırır.
*Bazen olumsuzluklar ardı ardına sanki yığılır birden üstünüze. Ekonomik sıkıntılar, rahatsızlıklar, güveninizin sarsıldığı anlar-günler. İnsan olmanın mücadelesini vermeye çok da hazırlıklı olmadığınız , güçsüz düştüğünüz bir zaman diliminde evinizin tam karşısında bir dost gözlerinizin içine bakarak sevgi gösterileri yapar. O güne kadar hep uzaktan bakmıştır oysa. Kuyruğunu sallar, kendi diliyle seslenir, kapıya bıraktığınız suyu içer, bir kap içine sunduğunuz kahvaltının tadına bakar. Adeta "Ben buradayım, meraklanma." der. Tuhaftır, sokağın kedileri de eşlik eder bu olaya. Zaten kedilerle köpekler hep dosttur buralarda.
* Bir gün bir duyuru yapılır; Yaşadığınız çevrede gönüllülerin katılabileceği bir "Çevre Temizliği Seferberliği" düzenlenmiştir. İki kez farklı noktalarda düzenlenen bu etkinliğe isteyen el arabasıyla, tırmık ya da çapasıyla, kazmasıyla katılır. Doğayı-çevreyi korumak-yaşatmak amacıyla düzenlenen bu etkinliğe her yaştan insanın, kadınların hatta çocukların katılması mutluluk verici değil midir? Biz (sağlık nedeniyle) katılamasak bile , sokak kapımızın önünü süpürüp temizleyerek katılanlara "Kolay gelsin" demeye , teşekkür etmeye gittik o gün.
Eylül Ayında bir Pazar Günü öğleden sonra Ovacık Köyü'nde bir Dost Evine konuk olduk. Elimiz boş gitmeyelim diyerek ben de Akdeniz Yöresine özgü küçük çapta yöresel yiyecekler yaptım. Ağız tadıyla, damak lezzetiyle, sözüyle- sohbetiyle adeta bir Halil İbrahim Sofrasında ağırlandık. Götürdüğümüz kaplar bile dolu döndük. Bütün bunlara ek olarak; Bal kabağını özenle oyarak, nakış işler gibi işleyerek sanatçı duyarlılığı ile yaratılan , gecemizi aydınlatan harika bir masa lâmbasına sahip olduk. O gün gene hassas bir dostun hediyesi saksıda yetiştirilmiş taze reyhan salatalarımıza tat katmaya devam ediyor.
*İyi niyetle, içinden gelerek, çıkarsız, vefalı dostluklar oluşturabilmek, iyi günde-kötü günde birlikte kayda değer saatler geçirebilmek. Yaş aldıkça, belki hayatın sonbaharında bunun ne büyük bir şans olduğunu çok daha iyi anlıyor insan.
*Eylül Ayı'nda bir Pazar günü bir başka büyük mutluluk; Kışın çok şiddetli yağmurlarda evimizin bazı bölümlerinde oluşan sıva çatlakları, döküntüler, kabarmalar; Eskilerden ama eskimemiş, kafası, elleri, kolları mükemmel çalışan, biyonik bir büyük ustanın enerjisi ve hüneriyle onarıldı. Eski Meslek Liselerimizde "Ara Eleman" yetiştirmeye yönelik bölümlerden yetişen kalfalar, ustalar gibi çalışan gerçek yapı ustalarını görünce nasıl da mutlu oluyoruz. Çoğalabilselerdi belki depremler de daha az hasarla atlatılırdı.
*İnsan hayatının her döneminde sağlık sorunları yaşayabiliyor. Her meslekte ama bilhassa Tıp alanında görevinin ve sorumluluğunun bilincinde, insana-insani değerlere önem veren, dinleyen-anlayan doktorlar ve sağlık personeli gönüllerde taht kurabiliyor. Hele çağdaş bilimlerin ışığında, yeniliklere açık, gözlemci, araştırmacı kişiler, yaşam kalitesini yükselterek mutluluk katsayısını arttırıyorlar.
*Hangi meslekte olursa olsun; Kendisiyle ve çevresiyle barışık olmayan, sevgiden-saygıdan yoksun, manevi değerlerin çok üstünde maddeyi-parayı gerçek güç gibi gören insanlar kendileri mutlu olamadıkları gibi çevrelerine de zarar veriyorlar. Doğruluğundan kuşku duyduğumuz güvenemediğimiz insanlarla değil yüz yüze gelmek , varlıklarını bilmek bile mutsuzluk nedeni olabiliyor. İyiler; iyilerin ve iyiliklerin çoğalmasına katkıda bulunurken, tam tersine kötüler de yakın ve uzak çevreye hatta tüm dünyaya kötülük tohumları ekiyorlar. "Aranan Kişi" olabilmek, İNSAN olabilmekle eşdeğer.
*Henüz 4 yaşında bir çocuk; kendisine verilen bir kutudan birkaç çikolatayı arttırıp "Ben bunu da anneanneme vermek istiyorum." diyebiliyorsa ( Hele bir de bu durumu gerçek anneannesinin yanında, sevgi ve ilgi gördüğü bir başka anneanne için düşünüyorsa) O çocuk paylaşımı, içtenliği öğrenmiş, sevgi ve ilgiyi sindirmiş demektir. Ne mutlu O'nu yetiştiren, emek harcayan, uğraş veren büyüklerine...
Hayatımızın her döneminde iyilerin-güzelliklerin , "Artı Değerler" in çoğalması dileği ile...
NOT: Bu yazı Blogları Canlandırma Projesi (BCP) 2024-Eylül Ayı kapsamında, "Sonbahar " teması seçilerek yazılmıştır.