Bu Blogda Ara

15 Ara 2017

SİYAH BEYAZ ÇOCUKLUK...



İnsan düşünmek için hafızasına yol açtığı zaman ne çok şey hatırlıyor. Bellekte gizlenmiş yüzlerce anı yüzeye çıkmak için sabırsızlanıyor. Dünle bugün arasında kıyaslamalar yaptıkça geçmişin anılar denizinde uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Deniz bazen dalgalı, bazen sakin olsa da beyin jimnastiği sağlayan bu yolculuk iyi geliyor hepimize. İçimizdeki çocukla el ele, kol kola sanal ya da gerçek alemde bir gezinti yapıyoruz..

Kuşaklar X-Y-Z kuşakları olarak adlandırılsa da bu kuşak Internet kuşağı. Bizler kalemlerin, daktiloların hüküm sürdüğü çağda yetiştik. 
Fotokopiler vardı. Kopyalar çoğaltılırdı. Kafa yorardık; imza nereye atılacak, yazım hatası olmamalı, damga pulu nereye yapıştırılacak...? Zamanımız mı çoktu, bizi uğraştırırlar mıydı bilmiyorum. Geçmiş zaman...

Şimdilerde gençler beğenilerini kolayca iki tık tıkla tıklayarak ifade ediyorlar. Onca emek verilmiş çalışmalarda da tık tık... Yazı zor geliyor belki. Zaten kısaltmalar ve emojiler var. (Görsel mesajlar demek doğru olur mu bilemiyorum.) Ama iyice bilmeyince anlamakta zorlanıyor insan. Çiçekler, böcekler, hayvanlar, insan yüzünün türlü çeşitli halleri, eller, parmaklar. Bilgisayarla adeta oynayın dese de çocuklar biz temkinli kuşağız. Ya yanlış yere dokunursam endişesinden kolay kolay kurtulamıyoruz halâ.
 
Yazıyla mesajlaşmada; slm - iki harf eksiğiyle selam. Selam, yarım yamalak oluyor böylece. msj-mesaj demek. İyi akşamların kısaltması yok galiba, uzun kelime. Lütfen, saygıyla sözcüklerinin kısa mesajla dile gelmiş haline ben rastlamadım. Çok da ihtiyaç duyulmuyor mu acaba ?

Emojiler, kısaltmalar anlatmak ya da anlaşılmak için her zaman yeterli midir ? Ben pek emin değilim. Belki bizler henüz Internet diline çok aşina değiliz. Şair "Melali anlamayan bir nesle aşina değiliz." diyordu . Oysa melal değil de çağa ayak uydurma sorunları var pek çok yetişkinin.
 
Örneğin ben, telefonda insan sesi yerine talimatlar veren mekanik seslere halâ alışamadım. Ne kadar hızlı davransanız da saniyelerle yarışırken onların istediği zamanda çözüme ulaşamıyorsunuz. Mekanik ses: "Yanlış tuşladınız." diyor. Bazen çağın gerisinde hissediyorum kendimi.

Bizler zengin insanlar değildik. Ama yoksul da sayılmazdık. O yıllarda zengin-yoksul arasında uçurum yoktu. Gösteriş merakı da yoktu. Orta direk henüz çökmemişti. Çok zenginler çoğunlukta değil, azınlıktaydı. Dolmuşlar yoktu. Toplu taşıma araçları otobüslerdi. Cep telefonları zaten yoktu. O yüzden otobüslerde kimse yüksek sesle anlatılan hayat öykülerini veya farklı sohbetleri dinlemek zorunda kalmazdı. Henüz dinleme-anlama-anlaşma gündemdeydi.

Renkli fotoğraflar yoktu. Dijital fotoğraf  makineleri de. Karanlık odada tabedilirdi fotoğraflar. Düşünüyorum da her işte daha titiz olmak zorundaydı insanlar. "Beğenmedin, at" psikolojisi henüz her alana yayılmamıştı. Tüketim toplumuna henüz geçmemiştik. Üretme eğilimindeydi insanlar. Renkler her zamanki gibi cazibesini koruyordu. İsteyen, fotoğrafçılarda siyah beyaz fotoğrafına renkli düzenleme yaptırabilirdi.

Hayatımız da çok renkli değildi zaten. Önlüklerimiz siyah, yakalar beyazdı. Gösterilerde giydiğimiz şortlar beyaz, kara tahtamız siyahtı. Okulların dış boyaları şimdiki gibi renkli değildi. Televizyonlar bile siyah beyazdı. Ama o yıllardaki filmler bir başkaydı. Filmlerde rolü olan kadın-erkek sanatçılar da farklıydı. Çok sayıda kişi tarafından taklit edilirlerdi. 

Cep telefonları olmayınca iletişim belki kısıtlıydı ama, daha çok hayal kurulur, daha çok özlem çekilirdi. Günlük tutulur, anket defteri doldurulur, mektuplar haberleşme aracı olarak kullanılırdı. İstanbul'da üniversitede okurken yazdığım uzun mektupların hepsini bir kutuda saklamış annem. Bulduğumda nasıl da şaşırmıştım.

Okula giderken kızların makyaj yapma adeti yoktu. Şimdi yeşile, maviye boyanmış saçları görünce çok yadırgıyorum. Tutucu değilim ama, kuralların yer ve zamanla, kurumlarla sınırlı olması gerektiğini düşünüyorum.

Biz "Güzellik sadelikte gizlidir. gençliğiniz güzelliğinizdir" anlayışıyla büyüdük. Ama platonik aşklar vardı. "Hayallerinizin sınırını siz çizeceksiniz" derdi bir öğretmenimiz. Sınırları çizmek, güven, vefa. vicdan, ahlak, namus şemsiyesi altında yer almak önemliydi.

Varlık Dergisi, Varlık Yayınlarından kitaplar, mizah dergileri  okurduk. Bu kitaplar şimdiki kitaplar gibi kuşe kağıda basılı değildi. Parlak, resimli kapakları yoktu ama gözümüz gibi korurduk. Şaka gibi geliyor şimdi. Okul kütüphanelerimiz bile vardı. 

Lisede okul salonunda Moliere'in bir oyununu sergilemiştik. Bir Kız Lisesinde erkek kılığında oynadığım rolümü nasıl da ciddiye almıştım. Doğum günlerinde birbirimize kitap hediye etmek gibi bir alışkanlığımız vardı ve hiç de garip kaçmazdı. Kız çocukları için Barbie bebeklerimiz yoktu. Bez bebekler dikerdi anneler çocuklarına. Ortaokulda Ev-iş dersinde bez bebek yaptığımızı hatırlarım. Sümerbank Dokuma Fabrikası'nın ürettiği pazen kumaşlardan  kullanmıştık.

 Alışveriş Merkezlerinde çocuklara, bebeklere satılan giysiler bile payetli, pullu günümüzde. Şimdiden süslü bebekler yetiştiriyoruz. Satış elemanına soruyorum: Çocuklar bunları hiç mi kirletmeyecek, hiç mi bu giysiler yıkanmayacak? Öyle isteniyor diyorlar. Modayı kimler belirliyor, kimler aldatılıyor, kimler aldatıyor?

Günümüzdeki gibi kafeler yoktu. Pastaneler ve küçük çay ocakları vardı. Yazlık-kışlık sinemalar vardı. Hatta Adana'da tiyatro salonu bile vardı. O yıllarda Yıldız Kenterleri, Müşfik Kenterleri, Genco Erkalları izleme şansımız oldu. 

Dans okulları, jimnastik salonları, diskolar, barlar yoktu, ama İl Halk Kütüphanemiz vardı. Şimdi düşünüyorum da, acaba çok şeyden mahrum muyduk yoksa pek çok yönden kazançlı mıydık? Ama halimizden memnunduk, yakınmazdık. Kendi kendimize yeterdik sanırım. Alışkanlıktan belki de, günlerce evde kalsam sıkılmadan kendime bir uğraş bulabilirim.. Beklentilerimiz çoktu, gene de. Umudumuz, hayallerimiz, ideallerimiz vardı.

Dünyaya bakış açısı olarak kendimizi zengin sayardık. Şimdi de öğrenim görmemiş ama kendini geliştirmiş, yürek zenginliği olan insanı yoksul ya da cahil saymıyorum ben. İnsan isterse çok yararlı, güzel işler yapabiliyor. Beyin kaydediyor, göz görüyor, kulak duyuyorsa çok şey gerçekleştirilebilir. Bunlardan birinin yetersiz olduğu durumda yürek ve beyin imdada yetişecektir.

O yıllarda çoğumuzun fotoğrafçıda çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğrafı vardı. Fotoğraflar siyah-beyaz, anılar rengarenk idi. Doğal değil de poz vererek çekimler yapılırdı. Belki o yüzden hiç sevmem fotoğraf çektirmeyi. Ama çocukluktan kalma bu fotoğraf bilmem neden, baktıkça mutlu eder beni. Belki 23 Nisan çocukları gibi eteklerimizi tutarak yapay gülüşlerle poz vermediğim için. O yıllardan pek çok kişinin öyle bir fotoğrafı vardır sanırım.

Küçük şeylerle mutlu olan, elindekiyle yetinmesini bilen bir kuşak,  yaşadığı döneme ayak uydurmaya çalışıyor şimdi... Bazen sanal alem denen bir okyanusta boğulmamaya çalışarak, bazen gençleri anlamaya, bazen de kendini anlatmaya uğraşarak...

Eski kuşak teknik konularda çok yeterli olmasa da kendini yeniliyor. Hayat boyu öğrenme devam ediyor. Mutlulukla mutsuzluk arasındaki uzun ince yolun ucu nerede başlar, nerede biter hiç bilinmiyor. Hayat bilinmezlerle dolu. Ne zaman... nerede... nasıl...? Teknoloji bu kadar ilerlemişken renkli hayatlarda hayatın sonunu kim tahmin edebilir? 
Bilgisayarlar sadece ona yanıt veremiyor...

Makbule ABALI- 2017







8 Ara 2017

BİR DÜNYA MASALI...



İnsan yaşamında anıların, hayallerin büyük rolü var. 
Çoğu zaman anılar hayatımızı yönlendiriyor. Anıların bıraktığı izler
.olaylara ya da kişilere bakış açımızı etkiliyor.Hiçbir ay veya mevsimi olumsuz saymıyorum. Ama, herkesin geçmiş algıları faklıdır elbette . Bazen bir ad bile ne çok şey çağrıştırabilir insana. Bir tarih, bir şehir, bir kitap adı ya da bir şiir. Her birinin belleklerde ayrı bir yeri vardır...

Aralık Ayı bizim için zor bir ay, geçmişte olumsuz anıların olduğu bir ay.Farklı yıllarda 8 Aralık'ta annemi, 12 Aralık'ta kız kardeşimi, 
daha sonra da dayımı kaybettik.Tabii ki hayat devam ediyor. Anılarla yol alıyor insan.Bir süre hayatın yükü daha çok biniyor omuzlara.Ve sonra normal yaşantıya dönüyor insan...

Annem Alzheimer hastası idi. Aslında sosyal medyada yazı ya da fotoğraflarla özel hayatlardan söz edilmesini yadırgıyorum. Ama bu konu farklı geliyor bana. Günümüzde Alzheimer, kalp hastalıkları ve kanserden sonra en sık rastlanılan 3. hastalık. Dünya Alzheimer Günü 21 Eylül. Önemli bir günü tek bir güne indirgemek yerine farkındalık yaratarak zaman zaman düşündürmek çok daha yararlı. "İNSAN'ın olduğu yerde hiçbir şey şaşırtıcı gelmiyor bana." diyor bir düşünür.

Zor bir hastalık Alzheimer. Hastanın yanında her şeye tanık olan hasta yakınları için daha da zor. Anne, baba, eş ya da bir yakınımız sevdiğimiz insan gözümüzün önünde adeta bir başka insan olurken çaresiz kalmak, bir şey yapamamak... Alzheimer'de tedavi şansı yok, ancak ilaçlarla hastalığın ilerlemesini yavaşlatabiliyorsunuz.
Alzheimer evreler halinde görülen bir hastalık. Hastanın muhakemesini, hafızasını  zayıflatıyor, uyumunu bozuyor, dil gelişimini aksatıyor. Son evrede artık söz de bitiyor.

Annem bir zamanlar Faruk Nafiz Çamlıbel'in, Tevfik Fikret'in, Mehmet Akif'in, Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın uzun şiirlerini ezbere okurdu. Dikiş öğretmeniydi .Çevresinde çok sevilirdi. Fedakar bir insandı. Hastalığında bir bebek gibi bakıldı. Zor günlerdi tabii. Sabahlara kadar birlikte uyuyamadığımız zamanlar oldu .Eşimin yardımlarını unutamam. 
O yıllarda, yaşadıklarımızın bir bölümünü kağıda döktüm. Bazen şiir bazen yazıyla dile getirdim. 
Bunlardan bazıları Uçun Kuşlar adlı bloğumda yayınlandı. Geliri Türkiye Alzheimer Derneği Mersin Şubesine kalan "Geriye Kalan" adlı bir kitabım çıktı. Yazmak ya da sevdiğiniz bir işle ilgilenmek rahatlatıyor insanı. "Bir Dünya Masalı" adlı şiirimi ölümünden bir yıl önce yazdım.

BİR DÜNYA MASALI...

Bir anneanne, bir anne, bir de çocuk
Değişim kuralına uydu üç kuşak;
Yıllar değişirken onlar da değişti...
Yüzler, eller, gözler değişti,
Çağ değişti, insanlar değişti,
Hastalıkların adı bile değişti...

Bir gün ansızın bir "konuk" geldi eve, 
Kapıyı bile çalmadan, sessizce...
Evdekiler hep konukseverdi, 
Ama bu yabancı da bir başkaydı.
Davetsiz konuk yerini kendi seçti,
Anneannenin beyninde bir köşeye yerleşti...
Korkuttu, incitti, üzdü evdekileri,
Adını öğretti, belletti, yineledi;
Demans, Bunama ya da Alzheimer.

Yeni konuk altüst etti düzeni;
Çanta, para, anahtarlar hep kayıp, 
Anneannenin kafası karmakarışık...
Anneanne şaşkın, anneanne çaresiz;
Kimdir, kiminledir, nerededir...?
Unuttu; günü, ayı, yılı
Unuttu; nerede, nasıl, kiminle olduğunu
Unuttu; ne yediğini, nasıl, kiminle yediğini
Unuttu, unutmak istemediklerini bile...

Roller değişti durmadan,
Kimlikler karıştı birbirine;
Kızı "annesi", ya da ablası, damadı "babası"
Oysa sahne aynı, oyuncular aynı,
 Değişen yalnızca insandı...
Anneanne huy değiştirdi onca yıl sonra;
Sinirli, öfkeli, uykusuz,
Kırılgan, alıngan, huzursuz...

Bir güzel düş oldu çocukluk,
Film hep geriye sarılıyor artık;
Yakın geçmiş silindi bitti,
Uzak geçmişe köprüler döşendi.
Dünya kocaman, dünya soğuk,
Gün bitti, güneş batıyor artık...

Anneanne başını dayadı sevdiklerine;
Elini tuttular sımsıkı, okşadılar usulca,
Dünya küçüldü birden, dünya ısındı...
Acıyı paylaştılar üç kuşak;
El ele, yürek yüreğe, omuz omuza
Direndiler hastalığa sevgiyle,
Tutundular yaşama umutla...
Yorgun belleklerden silindi pek çok şey ama ;
"Unutulmaması gerekenleri" unutmadılar...

Ülkemizde ve tüm dünyada Alzheimer hastası olup, "ikinci çocukluğunu yaşayanlara" saygıyla...

Makbule ABALI- Eğitimci



3 Ara 2017

ENGELLENEN HAYATLAR...



Hepimizin hayatında davranışlarımızı farklılaştıran, ket vuran engeller var. Bu engellerin topluma yansıyan kısmı bazen normal koşullarda, bazen en uç noktalarda yaşanıyor. Üzülüyor, kırılıyor, sitem ediyoruz. Öfke kontrolü yapamayanlar, zihnindeki ön yargılarla baş edemeyenler ya da iç dünyasında kin, öfke, nefret biriktirenler kendilerine de çevrelerine de aşılamaz engeller çıkartıyorlar. Öfke patlaması yaşayanlar,çok sevdiği insanı vahşice katleden, çocuklarının yanında öldüresiye eşini dövenler, trafik kazalarında ölüm saçan, bazen kaçan, hoşlanmadığı durumlarda kaba kuvvete baş vuran, yasal olmayan işler yapan insanlar.

Bu insanlar toplumun her kesiminde. Engel yaratanlar, zarar verip düzeni bozanlar. Hep şöyle düşünmüşümdür; Bu insanlar yürekten engelli tipler. Yüreğinde merhamet, acıma duygusu olmayan insanlar. Bunlar genellikle beyinlerine, yüreklerine sanki engel konmuş insanlar. Öfkelendiklerinde herkese, her şeye zarar verebiliyorlar.

  Gerçek engelliler asıl konumuz. Doğuştan veya sonradan bir kaza ya da hastalık sonucu engelli olan insanlarımız.Onların durumu çok farklı.Ülkemizde onlar için çok uygun koşulları sağlayamadığımız halde tepki göstermeyen,isyan etmeyen insanlarımız: Görme engelliler, işitme engelliler, bedensel engelliler, zihinsel engelliler, otistik çocuklar, down sendromlu çocuklar... Hepsinin hayatı farklı açıdan engellenmiş ama pek çoğunun kocaman yüreği var. Çoğu iletişim kurabiliyor, bazı konularda başarı zor yakalansa da didiniyorlar, çırpınıyorlar sonuçta başarıyorlar. Takdir etmemek mümkün değil.

Ampute Milli Futbol Takımımız Avrupa şampiyonu oldu.Bedensel engellerine rağmen ellerinde ikili bastonları ya da tekerlekli sandalyeleriyle adeta destan yazdılar. İlk bakışta sanki üzülmüştüm ama izledikçe büyük saygı duydum, gururlandım... Ertesi gün gazete başlıklarını TV.de izlerken özellikle iki başlık dikkatimi  çekti;" Engellere sığmaz taşarız." Ve bir diğeri; "Şampiyonluğa engel yok." Her türlü engelde karşımızdaki insanı anlayabilmek, durumunu kavrayabilmek için empati yapabilmek yani kendimizi o insanın yerine koymayı denemek gerekir.

Örneğin; Zifiri karanlık bir odada bir saat işinizi yapmayı düşünseniz.Ya da kulaklarınıza pamuk tıkayıp belli bir süre sadece dudaktan okumayı deneseniz.Veya bir tekerlekli sandalyeye binerek işlek bir ana caddede,yanınızdan kurallara uymadan son hızla araçlar geçerken yol almayı düşünseniz... Otistik ya da down sendromlu bir çocuğunuz olduğunu varsayıp onunla bir  alışveriş merkezinde birkaç saat geçirmeyi planlasanız... 
Zor hayatlar yaşanmadan tahmin edilemez.Acılar derindeyse pek bilinmez, anlaşılmaz.

Engelli kişilerin dünyasında sevgisizliğe yer yok. Acıma, hakaret, aşağılama, kaba davranışlar, ilgisizlik... Her biri yeni bir engel yaratabilir.Bunların hepsi normal bir dünyada da aranmaz mı?
Engellilerle ilgili başarı öyküleri keşke gazetelerin 3. değil de 1. sayfalarında yer alsa. Her biri azim, çaba, öz güven, sistemli ve planlı çalışma ile alınan güzel sonuçları ellerimiz çatlayıncaya kadar ayakta alkışlasak, o koşullarda o sonuçları elde eden çocuklarımızı, gençlerimizi yürekten kutlasak...

Kendini kanıtlamış ünlülerin sözlerine kulak verirsek:
"Ne olursa olsun, hayat yine de güzel. Daha yapacak, okunacak, öğrenecek ne çok şey var."
Stefan Zweig 

"Kişi kendini kurtaramazsa onu başka kimse kurtaramaz." diyor Cesare Pavase.
Aklımızda iz bırakan kendini kanıtlamış engelliler var.Aşık Veysel denince önce görme engelli oluşu değil, sazı, sözü, türküleri geliyor aklıma. Dünyaca ünlü fizikçi Stephan Hawkings'i nasıl unutabiliriz? Hareket kabiliyeti yok denecek kadar az ama beyni hala bilim üretiyor. Yatağa bağımlı olmasına rağmen karamsar değil.

Engelli insanların büyük çoğunluğu duyarlı, hassas ama o ölçüde kırılgan, naif insanlar. Duyu organlarının eksikliğini gönül gözü karşılıyor belki de.Engelinden çok, yetenekleriyle, insanlığıyla, duyarlılığıyla anılan insanlara büyük saygı duyuyorum. İyi ki varlar. Varlıkları pek çok insana ışık tutuyor. Tüm engelli kardeşlerimize daha iyi  koşullarda hayatlarını sürdürebilecekleri sağlıklı, mutlu, aydınlık günler diliyorum...