İnsan düşünmek için hafızasına yol açtığı zaman ne çok şey hatırlıyor. Bellekte gizlenmiş yüzlerce anı yüzeye çıkmak için sabırsızlanıyor. Dünle bugün arasında kıyaslamalar yaptıkça geçmişin anılar denizinde uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Deniz bazen dalgalı, bazen sakin olsa da beyin jimnastiği sağlayan bu yolculuk iyi geliyor hepimize. İçimizdeki çocukla el ele, kol kola sanal ya da gerçek alemde bir gezinti yapıyoruz..
Kuşaklar X-Y-Z kuşakları olarak adlandırılsa da bu kuşak Internet kuşağı. Bizler kalemlerin, daktiloların hüküm sürdüğü çağda yetiştik. Fotokopiler vardı. Kopyalar çoğaltılırdı. Kafa yorardık; imza nereye atılacak, yazım hatası olmamalı, damga pulu nereye yapıştırılacak...? Zamanımız mı çoktu, bizi uğraştırırlar mıydı bilmiyorum. Geçmiş zaman...
Şimdilerde gençler beğenilerini kolayca iki tık tıkla tıklayarak ifade ediyorlar. Onca emek verilmiş çalışmalarda da tık tık... Yazı zor geliyor belki. Zaten kısaltmalar ve emojiler var. (Görsel mesajlar demek doğru olur mu bilemiyorum.) Ama iyice bilmeyince anlamakta zorlanıyor insan. Çiçekler, böcekler, hayvanlar, insan yüzünün türlü çeşitli halleri, eller, parmaklar. Bilgisayarla adeta oynayın dese de çocuklar biz temkinli kuşağız. Ya yanlış yere dokunursam endişesinden kolay kolay kurtulamıyoruz halâ.
Yazıyla mesajlaşmada; slm - iki harf eksiğiyle selam. Selam, yarım yamalak oluyor böylece. msj-mesaj demek. İyi akşamların kısaltması yok galiba, uzun kelime. Lütfen, saygıyla sözcüklerinin kısa mesajla dile gelmiş haline ben rastlamadım. Çok da ihtiyaç duyulmuyor mu acaba ?
Emojiler, kısaltmalar anlatmak ya da anlaşılmak için her zaman yeterli midir ? Ben pek emin değilim. Belki bizler henüz Internet diline çok aşina değiliz. Şair "Melali anlamayan bir nesle aşina değiliz." diyordu . Oysa melal değil de çağa ayak uydurma sorunları var pek çok yetişkinin.
Örneğin ben, telefonda insan sesi yerine talimatlar veren mekanik seslere halâ alışamadım. Ne kadar hızlı davransanız da saniyelerle yarışırken onların istediği zamanda çözüme ulaşamıyorsunuz. Mekanik ses: "Yanlış tuşladınız." diyor. Bazen çağın gerisinde hissediyorum kendimi.
Bizler zengin insanlar değildik. Ama yoksul da sayılmazdık. O yıllarda zengin-yoksul arasında uçurum yoktu. Gösteriş merakı da yoktu. Orta direk henüz çökmemişti. Çok zenginler çoğunlukta değil, azınlıktaydı. Dolmuşlar yoktu. Toplu taşıma araçları otobüslerdi. Cep telefonları zaten yoktu. O yüzden otobüslerde kimse yüksek sesle anlatılan hayat öykülerini veya farklı sohbetleri dinlemek zorunda kalmazdı. Henüz dinleme-anlama-anlaşma gündemdeydi.
Renkli fotoğraflar yoktu. Dijital fotoğraf makineleri de. Karanlık odada tabedilirdi fotoğraflar. Düşünüyorum da her işte daha titiz olmak zorundaydı insanlar. "Beğenmedin, at" psikolojisi henüz her alana yayılmamıştı. Tüketim toplumuna henüz geçmemiştik. Üretme eğilimindeydi insanlar. Renkler her zamanki gibi cazibesini koruyordu. İsteyen, fotoğrafçılarda siyah beyaz fotoğrafına renkli düzenleme yaptırabilirdi.
Hayatımız da çok renkli değildi zaten. Önlüklerimiz siyah, yakalar beyazdı. Gösterilerde giydiğimiz şortlar beyaz, kara tahtamız siyahtı. Okulların dış boyaları şimdiki gibi renkli değildi. Televizyonlar bile siyah beyazdı. Ama o yıllardaki filmler bir başkaydı. Filmlerde rolü olan kadın-erkek sanatçılar da farklıydı. Çok sayıda kişi tarafından taklit edilirlerdi.
Cep telefonları olmayınca iletişim belki kısıtlıydı ama, daha çok hayal kurulur, daha çok özlem çekilirdi. Günlük tutulur, anket defteri doldurulur, mektuplar haberleşme aracı olarak kullanılırdı. İstanbul'da üniversitede okurken yazdığım uzun mektupların hepsini bir kutuda saklamış annem. Bulduğumda nasıl da şaşırmıştım.
Okula giderken kızların makyaj yapma adeti yoktu. Şimdi yeşile, maviye boyanmış saçları görünce çok yadırgıyorum. Tutucu değilim ama, kuralların yer ve zamanla, kurumlarla sınırlı olması gerektiğini düşünüyorum.
Biz "Güzellik sadelikte gizlidir. gençliğiniz güzelliğinizdir" anlayışıyla büyüdük. Ama platonik aşklar vardı. "Hayallerinizin sınırını siz çizeceksiniz" derdi bir öğretmenimiz. Sınırları çizmek, güven, vefa. vicdan, ahlak, namus şemsiyesi altında yer almak önemliydi.
Varlık Dergisi, Varlık Yayınlarından kitaplar, mizah dergileri okurduk. Bu kitaplar şimdiki kitaplar gibi kuşe kağıda basılı değildi. Parlak, resimli kapakları yoktu ama gözümüz gibi korurduk. Şaka gibi geliyor şimdi. Okul kütüphanelerimiz bile vardı.
Lisede okul salonunda Moliere'in bir oyununu sergilemiştik. Bir Kız Lisesinde erkek kılığında oynadığım rolümü nasıl da ciddiye almıştım. Doğum günlerinde birbirimize kitap hediye etmek gibi bir alışkanlığımız vardı ve hiç de garip kaçmazdı. Kız çocukları için Barbie bebeklerimiz yoktu. Bez bebekler dikerdi anneler çocuklarına. Ortaokulda Ev-iş dersinde bez bebek yaptığımızı hatırlarım. Sümerbank Dokuma Fabrikası'nın ürettiği pazen kumaşlardan kullanmıştık.
Alışveriş Merkezlerinde çocuklara, bebeklere satılan giysiler bile payetli, pullu günümüzde. Şimdiden süslü bebekler yetiştiriyoruz. Satış elemanına soruyorum: Çocuklar bunları hiç mi kirletmeyecek, hiç mi bu giysiler yıkanmayacak? Öyle isteniyor diyorlar. Modayı kimler belirliyor, kimler aldatılıyor, kimler aldatıyor?
Günümüzdeki gibi kafeler yoktu. Pastaneler ve küçük çay ocakları vardı. Yazlık-kışlık sinemalar vardı. Hatta Adana'da tiyatro salonu bile vardı. O yıllarda Yıldız Kenterleri, Müşfik Kenterleri, Genco Erkalları izleme şansımız oldu.
Dans okulları, jimnastik salonları, diskolar, barlar yoktu, ama İl Halk Kütüphanemiz vardı. Şimdi düşünüyorum da, acaba çok şeyden mahrum muyduk yoksa pek çok yönden kazançlı mıydık? Ama halimizden memnunduk, yakınmazdık. Kendi kendimize yeterdik sanırım. Alışkanlıktan belki de, günlerce evde kalsam sıkılmadan kendime bir uğraş bulabilirim.. Beklentilerimiz çoktu, gene de. Umudumuz, hayallerimiz, ideallerimiz vardı.
Dünyaya bakış açısı olarak kendimizi zengin sayardık. Şimdi de öğrenim görmemiş ama kendini geliştirmiş, yürek zenginliği olan insanı yoksul ya da cahil saymıyorum ben. İnsan isterse çok yararlı, güzel işler yapabiliyor. Beyin kaydediyor, göz görüyor, kulak duyuyorsa çok şey gerçekleştirilebilir. Bunlardan birinin yetersiz olduğu durumda yürek ve beyin imdada yetişecektir.
O yıllarda çoğumuzun fotoğrafçıda çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğrafı vardı. Fotoğraflar siyah-beyaz, anılar rengarenk idi. Doğal değil de poz vererek çekimler yapılırdı. Belki o yüzden hiç sevmem fotoğraf çektirmeyi. Ama çocukluktan kalma bu fotoğraf bilmem neden, baktıkça mutlu eder beni. Belki 23 Nisan çocukları gibi eteklerimizi tutarak yapay gülüşlerle poz vermediğim için. O yıllardan pek çok kişinin öyle bir fotoğrafı vardır sanırım.
Küçük şeylerle mutlu olan, elindekiyle yetinmesini bilen bir kuşak, yaşadığı döneme ayak uydurmaya çalışıyor şimdi... Bazen sanal alem denen bir okyanusta boğulmamaya çalışarak, bazen gençleri anlamaya, bazen de kendini anlatmaya uğraşarak...
Eski kuşak teknik konularda çok yeterli olmasa da kendini yeniliyor. Hayat boyu öğrenme devam ediyor. Mutlulukla mutsuzluk arasındaki uzun ince yolun ucu nerede başlar, nerede biter hiç bilinmiyor. Hayat bilinmezlerle dolu. Ne zaman... nerede... nasıl...? Teknoloji bu kadar ilerlemişken renkli hayatlarda hayatın sonunu kim tahmin edebilir?
Bilgisayarlar sadece ona yanıt veremiyor...